Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

TÜRK BAHÇESİ

Türk Bahçesi’de, Türk Evi ve Türk Mutfağı gibi başka benzeri olmayan, binlerce yıl içinde çeşitli kültürlerin ve coğrafyanın etkilemesi sonucu oluşmuş bir yapıdır. Türkler’in şehir yaşamına geçişleri ile birlikte ilk Türk şehirleri kend ve balıklar oluşmaya başlar. Bu ilk şehirlerin kuruluşunda büyük oranda mevcut yerleşmelerin kullanıldığı bilinir. Orhun anıtlarında adı geçen Toğu Balık’ın [Doğu Şehri] ilk Göktürk şehirlerinden biri olduğu söylenmektedir.

Çinliler ile temasları sonucu Göktürk Şehirleri’nde bahçeler olması gerektiği söylenebilirse de günümüze kalmış herhangi buluntu yoktur. Mani ve Zerdüşt dini tesiri altında özellikle eğitim seviyesi yüksek bir toplum oluşturduklarını bildiğimiz Uygurlar’ın kültür ve sanat alanındaki gelişmişliğini göz önüne aldığımızda, şehirlerinin de bu seviyede bir anlayışı yansıttığını kabul etmemiz gerekir. Örneğin bir duvar freskinde gördüğümüz yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içindeki Uygur Evi düzenli bir bahçeyi de içermektedir. Daha sonraları gerek Orta Asya, gerekse İran coğrafyasındaki Türk Şehirleri’nin bağlık ve bahçelik olduğunu pek çok yazar günümüze nakletmektedir.

İslamlıktan sonraki devredeki Türk Şehirleri’nin de bağlık ve bahçelik olduğunu biliyoruz. Bugünkü Afganistan’ın güneyinde Bust Kalesi yakınlarında 21 Mayıs 1036 tarihinde tamamlanan Gazneli Sarayı Leşker-i Bazar büyük-küçük pek çok avludan oluşup, ayrıca bir av parkı [firdevs] içermektedir. Özellikle Leşker-i Bazar Sarayı’nın büyük avlusunun ortasında yer alan köşk kalıntısını "Cehar Bağ", yani iki aksla dört parçaya bölünmüş bahçe düzenlemelerinin erken dönem bir örneği olarak düşünebiliriz. Büyük Selçuklu dönemi Isfahan şehrinin ve özellikle Melikşah Sarayı’nın bahçeleri pek çok Türk ve İran’lı şaire esin kaynağı olmuştur. Aynı dönemde Semerkant, Nişabur, Rey gibi Horasan şehirlerindeki bahçe kültürü ve eğlenceleri Doğu Edebiyatı’nın en önemli esin kaynaklarındandır.

Türk’lerin Anadolu’ya yerleşmelerini takiben Selçuklular’ın Konya’da, Kayseri’de, Beyşehir Gölü kıyısında saraylar yaptırdıklarını biliyoruz. Bu sarayların kalıntıları dışında günümüze ulaşmış belge yoktur. Ancak, devrine ait yazılı kaynaklar bize bazı tanımlamaların ulaşmasını sağlar. Örneğin günümüzdeki Mevlana Türbesi’nin yerinin bir gül bahçesi olduğu söylenmektedir. Daha önce Horasan ve İran’da olduğu gibi devrin hükümdarları ve ileri gelenleri bu tür bahçeler içinde yapılan anıt mezarlara gömülmektedirler ve çoğunlukla bu bahçeler zaman içinde mezarlık alanlarına dönüşmektedir. Konya’daki gül bahçesinin de zaman içinde mezarlığa dönüştüğü söylenir. Selçuklu Dönemi’ne ait bir diğer kalıntı Sivas Gök Medrese avlusunda yer alan 5,60 m. çapında yirmiiki köşeli havuzdur. Cehar Bağ düzenlemesinin mütevazi bir örneği olduğu düşünülebilir. Kayseri yakınlarında 1224-26 yılları arasında kurulduğu söylenen Keykubadiye Sarayı ve Bahçeleri hakkında Ibn-i Bibi’de açık anlatımlar vardır. "... Bu yerde Allah cenneti aşikâr eylemiş diyeydim yalan olmazdı. Orada hava pek mutedildi... Çeşmenin zülfünü anber kokulu kılar, Hoten miskini gülü ile karıştırırdı... Ab-ı hayat menbaı içindeydi. Önünde bulutsuz bir gökyüzü gibi yeşil bir derya akıyordu... Ağaçlarına meyvalar kıyamet olmuştu. Oranın güzel havasını, Firdevs adındaki cennet kıskanırdı. Çiçekten yeryüzü cevher gibi, Kubâdiye de bir başka cennet gibi olmuştu... Gönüllere ferah veren sarayın önünde gül suyu gibi bir çeşme akardı. Bu çeşme suyu sanki kevser ırmağından alırdı. Çeşmenin orada, bir gülde binbir bülbül öterdi. Oranın kokusundan hava anber gibi kokardı."

1330 yıllarında Anadolu’yu dolaşan Ibn-i Batuta Antalya, Burdur, Milas, Konya gibi şehirlerin bağlık, bahçelik olduğunu, evlerin çoğunlukla bahçe içinde bulunduğunu söylerler. Örneğin Birgi’de ziyaret ettiği bir şahsın onu evine götürüşünden şöyle bahseder. "... Bizi bahçe içindeki evine götürerek damda misafir etti. Evin damı ağaçların gölgesinde kalıyordu... Onu bahçesindeki bir dairede buldum. Orada bir havuz vardı, su buraya beyaz mermerden yapılmış ve etrafı çinilerle kaplı bir harktan akıyordu." Selçuk için ise "... şehrin ortasından geçen nehrin her iki tarafında asma ve yasemin çardakları vardı." demektir.

Anadolu öncesi yerleşim bölgelerinde çok büyük ebatlı bahçeler düzenlemelerine rağmen, Türkler’in Anadolu’da gerçekleştirdikleri saray ve bahçelerin daha küçük boyutlu olduğunu görürüz. Timur Dönemi Semerkant Bahçeleri’nin büyüklüğü ve mükemmelliği konusunda İspanyol Elçisi Clavio’nun anıları günümüze kadar ulaşır. Bunlar Nakşi Cihan, Bağ-ı Çınar, Yurd-u Hacı, Bağ-ı Dilküşa, Bağ-ı Meydan ve Bağ-ı Şimal olmak üzere çok sayıdadır. Daha sonraları Delhi, Ağra, Lahor, Isfahan ve Tahran’da örneklerini göreceğimiz çok büyük ebatlı ve genellikle Cehar Bağ üslubu düzenlenmiş bahçelerin görkemi aynı dönem batı bahçeleri ile mukayese edilemeyecek mükemmeliyettedir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile birlikte Bursa ve daha sonra Edirne’de inşa edilen sarayların ve buna paralel devlet büyüklerinin bahçeleri hakkında ne yazık ki yeteri kadar bilgi sahibi değiliz. Charles Texier XIX. yüzyılda gezdiği Bursa Sarayı için "... Sarayın konut kısmı tek yapıttır; öbür yapıtlar bahçe içine dağılmış köşkler olup, bu düzen Edirne Sarayı’nı hatırlamaktadır. Eski görkemli bahçelerden bugün ancak bozulmuş ve kurumuş su yolları kalmıştır. Bu bahçeler Sultan Murad’ın zarif sarayını çevirmekteydi." demektedir. Edirne Sarayı’nın yapılması ve daha sonra İstanbul’un fethi ile Bursa Sarayı gözden düşmüş, ara sıra Anadolu’ya atanan şehzadelerin dinlenmeye gelişlerinde kullanılmıştır. I. Ahmed’in 1605’de Bursa’ya gelişi sırasında bu sarayda kaldığı bilinir. Bu nedenle Bursa Sarayı’nın zaman zaman onarım görmüşse de Thevenot’unda belirttiği gibi XVII. yüzyıl ortalarında büyük ölçüde haraptır.

1575 tarihli bir fermanda Bursa Miri bahçelerinden söz edilmektedir. Ancak, uzun süredir o kadar ilgisiz kalınmıştır ki bunların türü ve geliri hakkında Bursa kadısından Saray’a yeni bilgi vermesi istenmektedir.

Edirne’nin alınması ile birlikte I. Murad burada bir saray yapımına başlamış ve 1367 yılında bu saray tamamlanmıştır. Şehir içinde Kavak Meydanı diye adlandırılan bir alanda yapılan Eski Edirne Sarayı, Yıldırım Bayazıd döneminde yenilenmiş olan kareye yakın bir dikdörtgen biçiminde, çevresi yaklaşık beşbin adım tutan bir alanı [yaklaşık 1,000.000 m²] kapsamaktadır. Başlangıçta bahçeler içinde olan bu saray zaman içinde yapılan yapılar sonucu, özellikle Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapılan ilavelerle iyice sıkışmış ve Evliya Çelebi’nin gezdiği dönemde bağı ve bahçesi olmayan bir yapılar topluluğuna dönüşmüştür.

Edirne’de yapılan ikinci saray, Saray-ı Cedid-i Amire’nin yapımına ise II. Murad döneminde 1450 tarihinde başlanır. Şehrin kuzeyinde, Tunca Nehri’nin batısında üçmilyon metrekare gibi büyük bir alana yapılan bu sarayın pek çok köşk, kasır ve pavyondan oluştuğu bilinmektedir. Tunca Nehri, Saray Bahçeleri’ni ikiye ayırmakta olup, Fâtih Sultan Mehmed döneminde nehrin her iki yakasına rıhtımlar yaptırılmıştır.

Saray Bahçesi içinde yer alan koruluğun Tavuk Ormanı adı ile anıldığı ve Osmanlı öncesinde de, Bizans İmparatorları’nın av alanı olarak kullanıldığı bilinir. Saray alanına dahil olmasına rağmen Tavuk Ormanı’nı Edirne ahalisinin ilkbahar ve yaz aylarında mesire yeri olarak kullandığını öğreniyoruz. Fatih, Kanuni ve I. Ahmed dönemlerinde yapılan köşk ve kasırlar ile büyüyen Edirne Sarayı, en muhteşem devrine IV. Mehmed döneminde ulaşır. 1923 yılında Dr. Rıfat Osman Bey’in çizdiği suluboya panoramada da görüleceği gibi Edirne Sarayı Bahçeleri doğaya uygun, simetri içermeyen, çimenlik ve ağaçlık bir alandır. XVII. yüzyılda bu bahçeleri gezen Evliya Çelebi "... amma bu Edirne bahçesinde olan şükufe ve ezharyat makulesinden gül ve sünbül ve mişk-i Rûmi, lâle, benefşe, hâtayı ve reyhan ve yasemin ve erguvan ve zerren ve nerkis ve nesrin, şebboy, şakayık, karanfil ve bunların emsali nice bin elvan mişkbu şükufeler ile sebze bostan olmuş bir gaytandır, bu husus bundan olan eşcar-ı meşheratın günâ gün Konya Meramında ve Malatya Açuzosunda ve Adelye’nin Istınazında yoktur; ..." Görüldüğü gibi Edirne Sarayı Bahçesi de tüm Türk Bahçeleri gibi seyirlik olmasının yanı sıra faydacıdır da. Çeşitli çiçek ve bitkiler ile birlikte sebze bostanları da vardır ve Sarayın sebze ihtiyacı büyük oranda da bahçelerden karşılanmakta, hatta ihtiyaç fazlası sebze ve meyvalar halka satılmaktadır. Bu dönemde Edirne’de çiçek sevgisi o kadar büyüktür ki. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Mehmed Çelebi Camü mütevellisi "... gül, sünbül, nergis ve zanbak mevsiminde cümle cemaat safları arasında sözü edilen çiçeklerle nice hokkalar konulup camü içi de, dışı da aydınlanır ve misk gibi kokar..."

Edirne’de Saray Bahçeleri dışında pek çok bahçe daha bulunup, bunların en önemlilerinden biri de Bayezıd Şifahenesi’nindir. XVIII. yüzyıl sonlarına doğru Edirne konutları hakkında bilgi veren Lady Montaque bir mektubunda şöyle söz eder: Nehir odamın pencerelerinin altında akıyor. Bahçem uzun servilerle dolu... bütün Edirne toprağı bahçelerle bezeli. Nehir kıyılarına hep meyva ağaçları dikilmiş. Altlarında her akşam kibar takımları eğleniyor. Bu tür suların şırıltısını dinleyen ufak topluluklar her yerde görülüyor. Türkler’de bu zevk o kadar genel ki, bahçevanlara bile geçmiş... Hepsi kalkık, yaldızlı kafeslerle çevrelenmiş bir pavyona girdim. Yanındaki ağaçların lâtif gölgeleri burayı güneşin ışığından koruyor, ağaçların gövdelerine sarılıp çıkan yaseminler ve hanımelleri tatlı bir koku saçıyordu. Bu güzelliklere beyaz mermerden bir fıskiyeden üç dört havuza dökülen suları seyretme zevkide ekleniyordu. Tavana yaldızlı sepetlerden taşmış, hemen düşecek gibi duran her türlü çiçek resimleri yapılmıştı.

Latin istilası sonrası tahrip olan ve nüfusu giderek azalan İstanbul, 1348 yılında ki veba salgını ve 1391 yılından itibaren Yıldırım Bayezıd’ın beş yıl süren ablukası sonrası büyük ölçüde fakirleşmişti. Artık şehrin varoşlarının dahi boşaldığı gözlenmekteydi. Şehrin içindeki boş alanlarda ihtiyacı karşılamak için tarım yapılıyordu. 1453 yılında şehir alındığında geçmiş görkemli şehir yaşantısı yok olmuştu. Çoğu binanın yerinde tarlalar, bağlar ve zeytinlikler vardı. Bu durumda Bizans bahçelerinden ve görkemli düzenlemelerden söz etmek mümkün değildir.

İstanbul’da yapılan ilk Saray, günümüzde İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu alanda 1454-1458 yılları arasında yapılan Saray-ı Atik-i Hümayun’dur. 1551-1553 yılları arasında şehre gelen N. Hicholay Eski Saray’ın çevresinin ikibin adım olduğunu söyler. Yani saray yaklaşık 10,000 m²’lik bir alanı kapsamaktadır. Esri Saray’ın bahçeleri hakkında fazlaca birşey bilmiyoruz. Michel Baudier nereden edindiği meçhul bilgilere göre sarayda latif bahçeler ve çeşmeler olduğunu söyler.

Yazılı belgelerde bulunmayan bilgilere, çizili belgelerde de rastlarız. Matrakçı Nasuh’un 1535 tarihli İstanbul minyatüründe Saray bahçesi büyük ağaçları ve renkli çiçekleri ile hemen kendini belli eder. Daha sonra Saray-ı Cedid-i Hümayun yani günümüz adı ile Topkapı Sarayı’nın inşasına başlanır. Ahırkapı’dan Yalı Köşkü’ne kadar uzanan bir alan sur ile çevrilir ve içinde yüzyıllar boyu sürecek bir inşaat faaliyetine girilir. Tepenin en üst noktasından denize doğru uzanan sırt üzerinde inşa edilen Yeni Saray, geçmişteki anlayışa uygun olarak çoğunlukla avlular etrafına dizili köşk ve kasırlardan oluşmaktadır. I. ve II. Avlu’nun 1584 tarihle Hünername’deki çizimlerde boş olduğunu bir kaç ağaç dışında çayır niteliğinde olduğunu görürüz. Buna karşın III. ve IV. Avlu’lar ile Saray’ın her iki yanındaki vadi tabanlarının ağaçlık ve bağ ve bahçelik olduklarını görürüz. Çeşitli setler üzerinde ve manzaraya açık mekânlar olarak düzenlenen Bağdat, Revan, Sofa ve Mecidiye Köşkleri’nin yer aldığı dördüncü avlu aksiyel olmayan plan öğeleri ile Osmanlı ruhunu yansıtır. Özellikle Marmara yönündeki Gülhane bahçesi, adı gibi gül bahçesi olup, aynı zamanda sebzelik ve meyveliktir. Hasbahçe denilen bu alanlarda bulunan binalarda ilim ve sanat öğretilirdi. Mimar Sinan ve Mimar Mehmed Ağa’nın burada bulunan eğitim birimlerinden yetiştiği bilinmektedir.

Fatih döneminde İstanbul’da yapılan en büyük doğa düzenlemesi Belgrat Ormanı’dır. Belgrat’ın fethi münasebeti ile Hassa Ormanı olarak düzenlenen bu alan günümüze kadar korunarak gelmiştir. İstanbul’daki üçüncü büyük Saray, Üsküdar Sarayı’dır. Kanuni Devri’nde yapımına başlanan Üsküdar Sarayı, bağlık, bahçelik bir alan içinde, köşkler ve kasırlardan oluşan bir yapılar topluluğudur. Padişah’ların yaz günleri mesire alışkanlıklarını karşılamak üzere kullanılmaktadır. 1639-1641 tarihleri arasında İstanbul’da bulunan Du Loir, bu baltacının kumandası altındaki bostancılar tarafından korunan Saray’ın, bahçelerinin odaları kadar süslü olmadığını, çiçek tarhları bulunmadığını, daha çok sebze cinsinden bitkiler yetiştirildiğini söyler. Süs ağaçları da yok gibidir, yalnız servi ve çam ağaçları göze çarpar ki bu tür ağaçlara şehrin her tarafında tesadüf edilir demektedir. Bir Avrupa’lı gözü Türk Bahçesi’ni böyle algılamaktadır. Doğaya en az müdahale, faydacı bir tutum, çiçeklerin yanı sıra sebze ve meyvalıklar, belirli bir düzen içinde birbirinden kesin hatlarla ayrılmış bir yapı değil, doğada olduğu gibi arazi yapısına en az müdahale edilecek şekilde düzenlenmiş bir bahçe. Üsküdar Sarayı’nın yanı sıra Fenerbahçesi Sarayı ve İskender Çelebi Bahçesi Sarayı’da bağlık bahçelik önemli yazlık ikametgâhlardır.

Osmanlı Sarayı’nın bahçe ve bostanlarının bakımı ve düzeni ile ilgli olarak Saray Teşkilatı içinde yer alan önemli bir birim vardır. Devşirme zamanında Bostancı Ocağı’na alınan gençler, bostan ve bahçelerin bakımının yanı sıra burada eğitilir, zaman zaman yapılan çıkmalarda hizmet derecelerine göre daha üst sınıflara terti ettiritirdi.

İstanbul Bahçeleri ve mesire yerleri hakkındaki en geniş bilgiyi Evliya Çelebi günümüze taşır. İstanbul, Galata, Eyüp ve Boğaziçi çevresindeki tüm yerleşmeleri bağlık ve bahçelik olarak anlatan Evliya, aynı zamanda dönemin tüm Hassa Bahçeleri’ni de tarif etmektedir. Evliya Çelebi kadar bilinmeyen bir kaç kaynak da bize İstanbul Bahçeleri hakkında bilgi verir. 1689 yılında Şehrimini Camü hatibi olan Übeydullah Efendi’nin yazdığı "Netâyicu’l-ezhâr" isimli çiçekci tezkeresinde, çiçekçiliğe merak salan devrin önemli kişilerini görürüz. Ebüssuud Efendi, İbrahim Hanzade Ali ve Mehmed Beyter, Imamzâde Mehmed Çelebi, Yeniçeri Efendisi İsmail, vs. 1667 yıllarında Şükûfenâme-i musawer adlı eseri yazan Ali Çelebi’de devrinin çiçek severleri ve çiçekleri hakkında bilgi vermektedir.

III. Ahmed döneminde Fransa’ya elçi olarak giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi bu ülkede gördüğü bahçelerin tesiri altında, devrin Sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa’yı etkilemiş ve Sadâdâbat Sarayı çevresinde ilk batı-stili bahçe düzenlemesine girişilmiştir. III. Selim döneminde özellikle Fransız Mimar Melling’in tasarlayıp düzenlemesiyle açtığı çığır, "Batı Bahçe" stillerinin giderek yaygınlaşmasına yol açmıştır. Daha sonra Balyan Ailesi’ne mensup mimarların etkisi ile yaygınlaşan bu tarz bahçe, artık en belirgin özelliği içinde yaşanırlılık olan geleneksel Türk Bahçeleri gibi değildir. Bu yeni düzenleme ağaçlarla gölgelenen ve gül veya lâlelerle zenginleşen bir doğa parçası değil, farklı türden bitkilerin girift şekilde bir arada bulunduğu ve ağaçların belirli bir nizam içinde yer aldığı görkemli "parter"lerdir. XX. yüzyılın ikinci yarısı İstanbul’un ve geleneksel dokunun büyük ölçüde tahrip edildiği ve ortadan kaldırıldığı bir zaman dilimidir. Tüm bu olumsuz koşullara rağmen geleneksel İstanbul yeşil dokusunu bir ölçüde korumaktadır. Günümüz Avrupa şehirlerine karşın İstanbul ağaç ve yeşil ile daha bir iç içedir. Paris, Roma, Berlin, St. Petersburg gibi şehirlerde gördüğümüz çok büyük boş alanlara rastlamayız. Gerçekten büyük bir karmaşa içinde olsa da tüm meydan ve sokaklarda iyi kötü, bakımlı bakımsız ağaç vardır. Geçmişteki bahçe şehir görüntüsünü Boğaz yerleşmelerinde bir ölçüde görmek mümkündür.

Günümüz İstanbulu’nun ağaçsız ve yeşile hasret bölümleri daha çok kaçak yapılarla oluşan varoşlarıdır. Geleneksel yerleşim alanlarındaki mezarlıklar bile şehrin yeşil dokusu hakkında günümüze bilgi aktarmaktadır. Özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu Yakası’nda iskâna açılan Çamlıca, Altunizade, Erenköy, Göztepe ve Bostancı gibi semtlerde oluşan irili ufaklı köşkler ve çevrelerindeki bağlar ve bahçeler şehrin yeşil alanlarının büyümesine yardımcı olmuştur. Boğaziçi’ndeki bahçe düzenlemelerinin Türk Bahçesi’nin oluşumunda özel bir önemi vardır. Binlerce yıllık erozyon sonucu tabii toprağını kayıp eden yamaçlar, akılcı bir şekilde setlenmiş ve bunların üzerine bahçeler yapılmıştır. Beylerbeyi Sarayı, Arnavutköy Hasan Halife Bahçeleri, vs. bu tür yapılanmalara örnek teşkil eder. Uzun yüzyıllar baltalık olarak kullanılan Boğaz yamaçlarının bir bölümü, XIX. yüzyılda Saraya yakın paşalara ihsan sonucu dağıtılmaları ile koruma altına alınmış ve bugünkü koruluklar oluşmuştur. Hüseyin Avni Paşa, Fethi Ahmed Paşa, Abraham Paşa, Sait Halim Paşa Koruları bu gelişim sonucu ortaya çıkmıştır.

Türkler’in çiçek sevgisi yalnızca doğaya bağlı kalmamıştır. Çiçek ve doğa sevgisi geleneksel süsleme sanatlarımıza da yansımış çinilerde, kağıt süslemeciliğinde, ebrûda, tezhip ve minyatürlerde, konutlarımızın mekân süslemelerinde zengin bir desen anlayışı ve stilizasyon görülür. Geçmiş dönem mezar taşlarında ve yapı süslemelerinde de stilize edilmiş çiçek motifleri çok sık kullanılmıştır. III. Ahmed Yemiş Odası, Yenicami Hünkar Mahfili, Amucazade Yalısı Divanhanesi, Birgi Çakır Ağa Konağı, Antalya Tekelioğlu Konağı, vs. iç mekân süslemelerinde çiçek ve meyvanın dekorasyon öğesi olarak kullanıldığı yapılarımızdır.

Yazılı belgelerin yanı sıra görsel belgelerde Türk Bahçe oluşumu ve Türklerin çiçek sevgisi konusunda bize bilgi vermektedir. 1582 tarnihli Surname-i Humâyun ile II. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet düğünü münasebeti ile hazırlanan Levnî Surnamesi bize geçmiş çiçek severliğinin boyutlarını göstermektedir. Özetle İstanbul ve İzmir gibi Avrupa etkisinin fazlaca dokunmadığı günümüz Anadolu Bahçeleri’ndeki [Safranbolu, Kula, Birgi, Göynük, vs] süregelmiş Türk Bahçesi anlayışını fazla abartmadan tanımaya çalışmak, Batı etkileri ile zenginleştirilmiş ama yozlaştırılmalardan arındırılmış biçimiyle yeniden yaratmak ve yaşatmak için ciddi bir çabaya girmek en büyük dileğimizdir.