Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

ANTALYA KALEİÇİ’NDE SUNA VE İNAN KIRAÇ AKDENİZ MEDENİYETLERİ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ

Bugün ülkemizde varolan pek çok şehrin kuruluş tarihini kesin olarak bilmiyoruz. Çeşitli kazılar ve araştırmalar sonrası giderek şehirlerimiz pek çoğunun kuruluş tarihini aydınlatmada bize yardımcı olmakta. Buna karşın, son yıllarda giderek yalnızca Avrupa’nın değil, tüm dünyanın önemli bir turizm merkezi olma yolunda hızlı adımlar atan, kısa süre içinde inanılması güç bir yatak kapatesine kavuşan Antalya ve yakın çevresindeki ilk yerleşme izleri günümüzden 50 bin yıl öncesine kadar uzanmaktadır.

Antalya’nın 27 km. kuzeybatısında Yağcıköy sınırları içindeki Karain Mağarası bu yerleşme izlerinin ilk örneklerini barındırmaktadır. Karain’de Paleolitik, Mezolitik, Neolitik, Kalkolitik ve Bronz Çağlarına ait pek çok kalıntı çıkarılmış olup bu buluntuların önemli bir kısmı Antalya Arkeoloji Müzesi’nde ziyarete sunulmuştur. MÖ 2500-1200 yılları arasında Anadolu’da egemenliklerini sürdüren Hitit’lerin MÖ 2000-1400 yılları arasında Antalya Bölgesini hakimeyetleri altında tuttukları bilinir. Daha sonraları çeşitli kent devletlerinin kurulduğu Antalya çevresi, MÖ VII. yüzyıldan 546 yılına kadar Lidya egemenliğinde, MÖ 336 yılında Büyük İskender tarafından fethedilinceye kadar da Pers egemenliğinde kalır. İskender’in ölümünü takiben uzun yıllar süren savaşlar sırasında bölgede tam bir egemenliğin kurulduğu söylenemez. Daha sonra bölgede istikrarı sağlayan Bergama Kralı II. Attalos [MÖ 159-138] mevcut kenti onararak, Antalya’nın bilinen tarihini başlatır. O tarihten itibaren şehir Attaleia adıyla anılmaya başlanır. Zaman içinde Adalia ve Adalya gibi isimler alarak günümüzde Antalya adı ile tanınır olur.

Acaba yeryüzünde kaç şehrin buna benzer bir geçmişi vardır? Acaba kaç şehrin bu kadar yakın çevresinde 50 bin yıl önceye uzanan iskân izlerine rastlanır? Acaba kaç şehir bu kadar değişik kültürlerle birlikte gelişme ve yaşama şansına sahip olmuştur? Antalya denince niçin yalnızca aklımıza deniz, güneş ve kum gibi yalnızca altı aya sıkışmış bir turizm faaliyeti gelir de, var olan kültürel geçmişi geliştirip, çağdaş olanaklarla gezilir ve kullanılır hale getirip, 365 gün süreli bir kültür turizmine adım atmayı beceremeyiz? Doğa’nın bize hediyesi olan imkanları sonsuza kadar kullanmanın yanı sıra, niçin binlerce yıldır, insanoğlunun yarattığı kültür birikimini kullanmayı düşünemeyiz?

Uzun yıllardır Antalya ve yakın çevresinin kültürel birikimini devletin yanı sıra özel sektöründe değerlendirmesi ve çağdaş olanaklarla kulanıma sunması için çaba göstermeye uğraştık. Nihayet 1991 yılında Suna ve İnan Kıraç’ın Antalya Kaleçi’nde 1862 yılında yapılmış bir kiliseyi satın almaları ile bir imkan doğmuş oldu. Grek alfabesi ile Türkçe yazılmış ilginç kitabesinde Nikolaos Usta tarafından yapıldığı belirtilen Aya Yorgi Kilisesi, 1920 sonrası Antalya’yı terk eden Rum’lardan sonra uzun müddet boş kalmış, daha sonra ise özel mülkiyete geçerek pamuk deposu olarak kullanılmıştı. Bakımsızlık nedeniyle önemli ölçüde tahrip olmuş, giriş kapıları dışındaki mermer aksamı sökülmüş, kora, apsis ve katedra gibi ahşap elamanları ise başka yapılarda kullanılmak için alınmıştı.

Tekne tonoz bir ahşap çatı ile örtülü yapının üzeri alaturka kiremit ile kaplıydı. Yer yer çatıdan su alması nedeniyle tüm ahşap taşıyıcıları çürümüş ve duvar ile bağlantılarından ayrılmıştı. Yapının orijinal planlamasında, her iki yanında birer giriş avlusu bulunurken, batı avlusu betonarme bir örtü ile kapatılarak depo olarak kullanılan yapıya eklenmiş, kadınlar mahfiline çıkan merdiven kaldırılmıştı.

1992 yılında projelendirdiğimiz bu yapının onarımına aynı yıl içinde başladık. Önceleri sosyal amaçlı toplantılar için Antalya’ya armağan etmeyi düşündüğümüz bu yapı bizlere bir ilham kaynağı oldu. Tüm çevrenin bir mezbele görüntüsü taşıdığı bölgede tek bir düzenli yapının varlığı nasıl bir gelişime öncülük edebilirdi? Acaba bu yapı tüm gelişmiş ülkelerde benzerlerini gördüğümüz bir araştırma enstitüsünün çekirdeği olabilirmi idi? Uzunca bir süre Araştırma Enstitü’lerini yalnızca üniversitelerin kurabileceği konusundaki tartışmalarla geçti. Daha sonra Suna ve İnan Kıraç’ın dirayetli tutumları sonucu, bu konuda yasal bir engel olmadığı kişi ve kurumlarında benzeri araştırma enstitüleri kurabileceğine karar verildi. Kilise’nin hemen arkasındaki iki katlı çöküntü halindeki bir ev satın alındı ve onunda yapımına başlandı. 1995 yılı Mayıs ayında ülkemizin ilk ve hâlâ tek araştırma enstitüsü hizmete açıldı; Suna ve İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü. Beş yıl sonra artık Çanakkale Seramikleri Müzesi olarak kullanılan Aya Yorgi Kilisesi ve aynı avluda bulunan Enstitü binası hizmet vermeye yetişemez hale geldi. Sokağın karşı tarafındaki iki bina daha satın alınarak, enstitü kitaplığının yenilenecek bu yapılara taşınmasına, boşalacak yapının ise geleneksel Antalya Evi olarak düzenlenmesine karar verildi.

Antalya Kaleiçi’nin iç limana bakan ucunda XVIII. yüzyılda yapılmış önemli bir yapı yer alır: Tekelioğlu Konağı. Uzun bir dönem Antalya’nın yönetiminde görev alan Tekelioğulları burada kendilerine dış avlulu geleneksel bir konut inşa ettirmişler. Yapı uzun bir süre boş kalması nedeniyle büyük oranda tahrip olmuşsa da gerek baş odası, gerekse dış cephesindeki kalemişleri varlıklarını korumakta direnmişler. Ancak, yapının son onarımı sırasında baş oda fonksiyon dışı bırakılmış, dış cephedeki kalemişleri ise görmezden gelinmiş ve büyük oranda onarım adı altında tahrip edilmişlerdi. Üzülerek izledik ki yapıyı kullananlar dahi nelere sahip olduklarının bilinci içinde değillerdi ve kısa süre sonra bu örnek kalemişlerinden hiç bir iz kalmayacaktı. Bugün geleneksel Antalya Evi olarak düzenlenen bu bölümün iç mekânında bu kalemişlerini yaşatmak ve evlerimizin nedenli şenlikli olduğunu göstermek istedik. Gerek baş oda, gerekse iç ve dış cephe kalemişlerinde Tekelioğlu Konağı bize öğretmen oldu, dileriz daha çok kişiye de öğretmeye devam etsin, tabi öğrenmeye niyeti olanlara...

Bugün Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü, birbirinden Kocatepe Sokağı ile ayrılan dört yapıda Antalya ve çevresinde kazı ve araştırma yapanlara, arkeoloji, sanat tarihi, mimari, etnoğrafya ve benzeri konularda çalışan akademisyenlere hizmet vermekte. Yıllık Adalya Dergisi ve yayınladığı çeşitli kitaplarla bölge kültürüne destek olmaktadır. Büyük bir kitaplığı ve bölge hakkında geniş bir arşivi oluşmuştur. Dileriz tüm şehirlerimiz kendi bölgelerine hizmet verecek bu tür araştırma enstitülerine sahip olurlar.

Bir mimarın kendi yaptığı yapılardan söz etmesi, benim için her zaman çok zor olmuştur. Hangi düşüncelerle onu planladık, neyi, neleri elde etmek için projelendirdik? Hangi ekonomik, kişisel ve çevresel faktörler onun oluşumunu ve bizi etkiledi? Ne yapmak için yola çıktık, ne elde ettik? Hiç bir yapıda, gerek proje, gerekse yapım aşamasında yüzdeyüz mükemmeliyete erişmeyi düşlemedim bile, yüzde doksana varan doğruluk, bence mimaride mükemmeliğe ulaşmadır. Çünkü, gerek bu yapıları yapan bizlerin, gerekse onu kullanan insanların düşünceleri ve kabulleri sınırsız, mükemmeliyet anlayışlarımızda farklı, birimiz için mükemmel olan bir diğerimiz için olmayabilir. Tam mükemmeliyeti elde etmek için, geçen zamanı ve harcanan emeği görmezden gelmek ne kadar mümkün? Bu yapıları yenilediğimiz, onları projelendirip, inşa ettiğimize göre söyleyeceğimiz herşeyi söylemiş olduk. Artık ne söyleyebiliriz, belki niçin böyle yaptığımızı, nasıl bu sonuca vardığımızı açıklayabiliriz?

Varolduğundan bu yana insanın temel amacı her zaman daha iyiye, daha güzele ulaşmak olmuştur. İleri, daima ileri; bence insanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği, bazıları için korkutucuda olsa, onun devrimci ve ilerici bir güce sahip olmasıdır. Tüm kültürleri göz önüne aldığımızda, duran, hatta ve hatta gelişen ve ileri doğru çağın gidişine paralel olarak yürüyen toplumlara nazaran daha geç hareket eden kültürlerin yok olduğunu görmekteyiz. İnsan davranışı ve anlayışı bu nitelikte gelişmişken, onun temel yaşam şartı olan mimarinin durağan kalması mümkün müdür?

Günümüzden yaklaşık dörtyüzyıl önce Francis Bacon "... Yapılar, içinde yaşamak için yapılır, seyredilmek için değil; bu bakımdan kullanışlılığa daha çok önem verilmeli; ikisi birleştirilirse o başka. Yanlız güzellik uğruna kurulan büyülü sarayları, bunları sudan ucuza kuran ozan takımına bırakın ..." demekte.

Bu sözlere inanıyorum ve bu inançla yaptığım onarımların ve yenilemelerin korunması gerekli kültür varlıklarına yeniden hayat verdiğini, çevrenin şenlendiğini görüyorum. Olumsuzlukları sergilemek, onu bunu karalamak yerine insanların içinde mutlulukla yaşadığı yapılar yapmak, bitmez tükenmez entellektüel tartışmalar yerine insan yaşantısını renklendirmek beni daha mutlu ediyor. İnsanın o hoş canlılığını, dinamik yapısının, geçmişle barışık yaşamını görmezden gelmek benim için mümkün değil. Varoluşundan beri insanlığın daha iyiye, daha güzele ulaşma istek ve arzusunu önleme çabalarını anlamam çok güç, hatta güçten öte, imkânsız.

Bu yapıların bazı onarım kurallarına karşı yapıldığı söylenebilir, ancak insan doğasına, onun arzu ve isteklerine, yaşam sevincine karşı uygulandığına inandığım bu kuralların geçerliliği nedir, neye ve kime karşı konulmuşlardır hep merak ederim? Gerek korunması gerekli kültür varlıkları, gerekse yeni yapılar, bunlar yalnızca seyirlik midirler? Doğrusu, onların insan ile birlikte varolduğu gerçeğinin unutulmamasıdır. Bizler mimari ile birlikte yaşarız, bu yapılar ve onların oluşturduğu çevre bizim yaşamımıza ve geleceğimize sonsuz katkıda bulunur, yapılar birer hacim değil, geleceğimizi şekillendiren, içinde yaşantımızı sürdürdüğümüz birer mekândırlar.

Hiç unutmamız gerekir ki, varlığımız yapıların değil insan yaşantısının varolmasına ve onun mutlu bir şekilde yaşamasına bağlıdır.

Kaleiçi’nde yapılan dört yapıya gelince, onun yapım yöntemlerini anlatmak yerine sizlere yapıların hikayesini anlatmak istedim. Eğer bu dört yapıyı ve bu yapıların yanı sıra, onlara elli metre mesafede yenilediğimiz diğer bir yapının; XIII. yüzyıldan kalma Karamolla Mescidi’ni merak ediyorsanız, sizi Kaleiçi’nin ziyarete davet ediyoruz. Bakın ve görün, içlerinde kısa bir sürede olsa bir soluk alın, sizde oluşan kanaati bize de iletirseniz seviniriz. Eğer bu yapılar sizde bir merak uyandırıp, yaşamınızı kısa bir sürede olsa renklendirirse mutlu oluruz. Bizler yaptık, sonucu sizler belirleyeceksiniz.

Tüm Kaleiçi’ni, giderek Antalya ve ülkemizin benzeri yapılarını onarır, onları geçmişten gelen birer kültürel değer olarak insan yaşantısını renklendirmek için kullanırsak, ülkemizin ilk etapta turizm potansiyelini zenginleştirmiş, insanımızın kendi değerleri ile mutlu ve huzurlu yaşamasını sağlamış olmaz mıyız?

Karar sizin, eğer bu düşüncelere katılıyorsanız, o zaman bize destek verin, yerel ve merkezi politikacıları, bürokratları bu konudan sorumlu tutun, bu çalışmalara uzun yıllarını vermiş insanları yürüklendirin, çünkü gerçekten ihtiyaçları var.