Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Yayımlar / Bildiriler

İSTANBUL’DA PLÂNLAMA SÜRECİ VE UYGULAMA HAKKINDA DÜŞÜNCELER

- Bana söyler misiniz, Türk halkı ne yapmalıdır?
- Dua etmelidir!
- Türk halkı ne için dua etmelidir?
- Belediyenin kasalarındaki imar planlarını tatbik edecek yöneticiler çıkmasın diye dua etmelidir! Eğer bu imar planları tatbik edilirse, bu ülke birkaç asır belini doğrultamıyacaktır.
Prof. Oelsner haklıydı, ama dua etmek bizi kurtaramadı, yeteri kadar dua edemedik,
çünkü bir kısmımız bina yapmaktan dua etmeye vakit bulamadı.

Çok az sayıdaki yerleşim dışında tüm Anadolu şehirleri gibi, kuruluşundan itibaren İstanbul da “Doğulu Şehir” bünyesinde oluşur ve gelişir. Şehrin bir Roma şehri olarak 330’lu yıllarda yeniden oluşumu sırasında Milion Taşı’ndan başlayan ana cadde [Mese], önce günümüz Bayezıd Meydanı’nda [Forum Tauri] ikiye ayrılmakta, bir yol doğrudan doğruya Edirnekapı’ya ulaşırken, diğeri Aksaray’da bir kırılma yaparak Marmara’ya paralel olarak Cerrahpaşa’ya uzanmaktadır. Koca Mustafa Paşa’da ikinci kere ikiye ayrılan Mese’nin bir kolu Belgratkapı’ya, diğeri Yedikule, Altın Kapı’ya ulaşmaktadır. Yüzyıllar boyunca bazı kısa mesafeli sokaklar hariç nerede ise şehirde düz olarak ilerleyen yol yok gibidir. İki bin yıla yakın bir süre sonra hâlâ eski yol ağı, 1950’lerde ortaya çıkan yıkımlara rağmen şehir planında rahatlıkla okunmaktadır. Ayasofya/Aksaray [Divanyolu, Yeniçeriler ve Ordu caddesi], Bayezıd/Edirnekapı [Vezneciler Fevzi Paşa Caddesi] ve biraz dejenere olsa da, Aksaray/Koca Mustafa Paşa [Cerrahpaşa Caddesi].
Byzantion, Konstantinopolis ve İstanbul bin yıllar boyu “Doğulu Şehir” bünyesinde oluşmuştur [Stewiğ 1965b: 14]. Yukarıda belirtiğimiz ana akslardan uzaklaşan tali yollar ve onların saçaklarını oluşturan çıkmaz sokaklar [Müller-Wiener 2001, 32]. Doğulu bünyeyi değiştiren veya onu değişikliğe zorlayan en önemli unsurlar; yangın ve zelzele gibi tabii afetler ile XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılmaya başlanan plânlama çalışmalarıdır. İstanbul bin yıllar boyu tabii afetlerle karşılaşır. Yanar, yıkılır ancak kısa süre sonra hemen hemen aynı dokuda yeniden inşa edilir. Ancak özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısında giderek küçülen imparatorluğun kaybedilen topraklarından gelen nüfus hızla şehre yerleşmeye başlayınca plânlama çalışmalarına başlanması kaçınılmaz olur. Örneğin 1880 tarihli Stolpe haritası ile 1960 tarihli Agostini haritalarının karşılaştırılmasında Atikali ile Altımermer mahallelerinde aradan geçen seksen yılda doğulu şehir bünyesinden, yapılan plânlama sonucu yolların birbirini dik açı ile kestiği yeni bir düzene geçildiği açıklıkla görülmektedir [Stewiğ 1965b, 21].
Bu plânlama çalışmasının ana nedeni, şehrin yerleşim dokusunun bilinçli bir çalışma ile yenilenmesi değil, yangın sonucu boşalan alanların yeniden yapılanmaya açılması sırasında çoğunlukla da mülkiyet problemlerinin getirdiği anlaşmazlıkları merkezi otorite eliyle hal etmek için yapılan bir düzenleme olmasıdır. Suriçi’ne nazaran Galata yerleşmesi erken tarihlerden itibaren birbirini dik kesen sokaklardan oluşan ve çıkmaz sokakların en az göründüğü bir düzenleme arz eder. 1261/1845 tarihli Mühendishane Haritasında bu yerleşim düzenini açıklıkla görmek mümkündür [Genim 2004, 48]. XIX. yüzyılda şehir dokusundaki radikal değişiklikleri inceleyen Zeynep Çelik, “... henüz gelişme aşamasında olan Galata yakasına nazaran, yangınların daha sık ve nüfusun daha kalabalık olduğu İstanbul yakasında düzenleme çalışmaları kent dokusunda daha radikal değişikliklere neden oldu.” demektedir. Ekte sunduğu haritada radikal değişiklik görülen alanların tümünün yangın alanı olduğu ve birbirinden kopuk, kendi içinde plânlanmaktan çok düzenlendiği görülmektedir [Çelik 1986, 64-66].
Ülkemiz ve İstanbul, zaman içinde oluşturduğu problemler nedeniyle pek de çağdaş gereksinimlere cevap verecek bir nitelik taşımayan İmar Kanunu’na ancak 1957 yılı başlarında sahip olur [9 Temmuz 1956 tarihinde kabul edilip, 16 Ocak 1957 tarihinde yürürlüğe giren 6785 sayılı İmar Kanunu]. O güne kadar geçmişi 24 Teşrinievvel 1298/5 Ocak 1883 tarihli Ebniye Kanunu’nun bazı maddeleri esas olmak üzere 10.6.1933 tarihinde kabul edilen 2290 sayılı Belediye Yapı ve Yollar Kanunu ve bu kanunlarda bir dizi değişiklik yapan kanunlarla şehirlerimize çeki düzen vermeye çalışırız. Her ne kadar 1930 tarih ve 1580 sayılı Belediye Kanunu ile bütün belediyelerin imar plânı yapmaları zorunluluğu getirilmiş ise de, bu plânlara göre oluşmuş veya bu planlar çerçevesinde gelişmiş ve günümüze ulaşan bir yerleşmemiz yoktur. Atatürk’ün direktifleriyle 1928 yılında çıkarılan 1351 sayılı Ankara İmar Müdürlüğü Kuruluş ve Görevini Tayin Eden Kanun ile Prof. Hermann Jansen’e hazırlattırılan Ankara İmar Planı’nın sonucu ortadadır...
Eğer niçin bizim ülkemizde çağdaş, güzel, insana değer veren yapılarımız yok diye bir soru sorarsak, önce niçin bizim ülkemizde doğru dürüst bir plân anlayışı yok diye sormamız gerekir. Herkesin aklına estiği şekilde yapı yaptığı bir ülkede, doğru dürüst yapı yapmayı kim istiyor ki, mimarlar bu talebe cevap versinler.
Sanırım burada uzun zamandır, çeşitli platformlarda dile getirdiğim bir tespiti bir kere daha gündeme getirmem faydalı olacaktır. 1957 İmar Kanunu öncesi [elbette şehirlerimizde bu kadar yoğun bir yerleşme talebi yoktur] komşuluk münasebetleri, idare ile karşılıklı uyum içinde, insan gereksimlerine cevap verecek ve gerçekten çağdaş bir yapı yapmak için çaba gösteren insanlar, 1957 sonrası kanunun gücü ile istediklerini yapma şansına kavuşanlar karşısında yenik düşerler. Artık, kanunları başarılı bir şekilde eğip, bükme şansına sahipseniz, sözde imar plânlarına müdahale etme imkânına bir şekilde erişirseniz, nerede ise her dilediğinizi yapabilme yolu açılmış demektir.
Bundan böyle oluşan talep, doğru proje, iyi çözülmüş mekân ilişkileri, vs. gibi teknik çözümlerden uzaklaşarak, ne olursa olsun benim yapım daha büyük olsun, daha yüksek olsun gibi spekülatif beklentilere dönüşmüştür.
Diğer yandan doğru dürüst 1/1000 ölçekli uygulama imar plânı yapmayı ve uygulamayı beceremeyen meslek mensupları, 1/5000 Nazım İmar Plânı, 1/25000 ölçekli Bölge Plânı, 1/100000 ölçekli Çevre Plânı gibi daha üst ölçekli plânlar yaparak veya yapılmasını gündeme getirerek, problemleri hal etmek yerine, daha büyük problemler yaratmakta usta olmuşlardır. Bu arada ülkemiz insanları şiddetle yeni yapı talebinde bulunurken, aynı zamanda binlerce yılın birikimi “korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı” na sahip olduğunun farkına da varmıştır.
1/1000 ölçekli Uygulama İmar Plânları ile yapılması gereken kültür varlıklarını koruma işleminin, uygulama şansı olmayan veya şehir zaten teşekkül ettiği için uygulanamayacak olan imar plânları ile yapılamadığını görerek bir başka oyuncak icat edilmiş ve Koruma Amaçlı İmar Plânı adıyla tüm dünyada örneği olmayan bir başka [hiçbir şekilde uygulanma şansı olmayan] çalışmayı gündeme taşımıştır.
Görüldüğü gibi 1930 yılından bu yana yaklaşık 80 yıldır, şehirlerimizin imar plânlarının yapılması ve şehir gelişiminin bu plânlara göre yapılması zorunludur. Bu zorunluluğun ortaya çıktığı 1930 yılından 13 yıl sonra Prof. Oelsner, Allah Türkiye’yi korusun demekle acaba neyi anlatmaya çalışmaktadır. Geçen on üç yıl içinde neler olur, nasıl bir plânlama anlayışı gündeme gelir ki, işimiz daha o tarihlerde Allah’a kalır.
1945’te nüfusumuzun % 18.3’ü şehirlerde yaşarken, 1985’de bu oran % 60’a çıkar. Artık merkeziyetçi bir görüşle ve yalnız belediye sınırları içindeki yapılaşmaları gözeterek hazırlanan, pek çok aksaklığı bulunan 9 Temmuz 1956 tarih ve 6785 sayılı İmar Kanunu değiştirilerek yerine 3 Mart 1985 tarih ve 3194 sayılı İmar Kanunu yürürlüğe konur [Özkaya 2000, 5-6]. Daha ileri gitmeden yürürlükten kaldırılan 6785 sayılı Kanun’un 60. Maddesi’ne bir göz atmak faydalı olacaktır. “... 2290, 2555, 4585, 5220, ve 5431 sayılı kanunlarla 1299 yılında neşrolunan Ebniye Kanununun mer’iyetteki maddeleri ve bunu tadil eden 642 sayılı kanun, 1580 sayılı Belediye Kanununun 15 inci maddesinin 30 uncu fıkrası ve 114 üncü maddesinin son fıkrası, 1351 sayılı kanunun 7 inci maddesinin, 1504 sayılı kanunun 1 inci maddesinin ve diğer kanunların bu kanuna aykırı hükümleri mer’iyetten kaldırılmıştır.” [Özkaya 2000, 682].
Daha sonra bazı kanunlarda sık sık karşımıza çıkacak olan bu durum gerçekten üzücüdür. Kanun yapıcı yürürlükte olan karmaşık mevzuatı kendisi bile takip edemediği için, bazı kanun maddelerini saymaktan öte, ne olur olmaz diye diğer kanunların bu kanuna aykırı maddelerini yürürlükten kaldırdığını ifade etmektedir. Nedir bu diğer kanunların aykırı hükümleri, kim nasıl yorumlayacaktır, hangi hükmün aykırı, hangi hükmün aykırı olmadığını.
Günümüzden yaklaşık dört yüz yıl önce Descartes “Yasaların çok sayıda oluşu, çoğu zaman ahlâk bozukluklarına özür teşkil eder; oysa sayıca pek az, ama sıkı sıkıya uygulanan yasalara sahip bir devletin yapısı daha düzenlidir” demektedir [Descartes 1984, 21]. Bugün de imar ve iskânla ilgili çok sayıda yasamız, yönetmeliğimiz, yönergemiz, imar planımız, plân notlarımız, vs. var. Ama sonuç, görünüşleriyle gurur duyacağımız nerede ise hiç bir şehrimiz yok. Durup bakmamız gerekiyor, nerede hata yaptık ve nerede hata yapmaya devam ediyoruz?
Artık klasik anlamda, iskâna açılmamış alanlar için önerilen ve kabul edilen koşullarla yapılan imar planları ile problemlerimize çözüm üretemeyeceğimizi görmemiz gerekir. Hemen her bürokratik kurum ve onayı makamının arka yüzü hakkında yetersiz de olsa bir deneyimim var. Yani sahnenin arka yüzünü/kulisi de gördüm. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, eğer imar ile ilgili işlemler belediyelerin yetki alanı dışına çıkarılırsa, Belediye Meclislerine üye bulmak imkânsız hâle gelebilir. Belediye Meclislerine oluşan talebin büyük bir bölümü “İmar Komisyonu” üyeliği içindir. Bu komisyonlar giderek beldeye hizmet amacından kişiye hizmete dönüşmüştür. Aciliyetle bu bozulmaya dur demek gerekir. Artık yeni yollar bulmanın, yeni yöntemler denemenin vakti gelmiştir. Gördüğüm kadarıyla yaşamaya devam ettiğimiz problemleri eski usül ve esaslarla çözemeyeceğimizi artık anlamamız gerekir.
“Batılı olmanın birinci koşulu düşünce özgürlüğüdür. Batılıların özgürlükçü tutumu topluluklarına demokrasiyi, laikliği, bilimde, sanatta ve ticarette yarışmayı [rekabeti] kazandırarak onları yanlış inançlardan ve dinsel ilkelerden uzak, bu dünyaya bağlı, her zaman en iyi ve en güzel ürünleri elde etmek davranışına götürmüştür.., Batılı davranış, birinci sırada çok çalışmayı, rekabeti ve özellikle iş yapma ve ticaret kurmayı öngörür...” [Akurgal 1998, 15].
Mimarlık doğası gereği bir güzel sanatlar faaliyetidir. Hiçbir güzel sanat faaliyetinin emir ve komuta zinciri içinde başarılı olması mümkün değildir. Elbette gerek iskanın, gerekse yapı yapmanın kural ve kanunları olacaktır. Ancak bu kural ve kanunların her şeyi denetlemesi, her şeyi tarif etmesi mümkün değildir. Eğer her şeyi ayrıntılı şekilde tarif edip, onun dışında gelişen farklı düşünceleri reddedersek, bir süre sonra hepsi birbirine benzer, aralarında çok az fark olan ürünler elde ederiz. Bugün şehirlerimizin ve mimarimizin yaşadığı en önemli sorun budur. Hemen her şehrimiz, birkaçı hariç bütün yapılarımız birbirine benzer durumdadır. Hemen her yerde üzülerek söylerim, ne yazık ki kuruluşu 1920’lerde başlayan modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dünyaya sunduğu öncü ve örnek bir yapısı yoktur. Bu gerçek insanımızın kabiyetsizliğinin sonucu mudur? Yoksa gerçekten yaratıcı düşünceyi [kanun ve yönetmelikleri delmek için ortaya koyduğumuz yaratıcılığı küçümsememek gerekir] biz mi köreltip, yok etmekteyiz?
Bu sorunu biz göçebeyiz, zaten bu dünya geçicidir, esas olan ahiret gibi sloganlarla görmezden gelmek, doğrusu tam şark işi bir kolaycılıktır. Merkezi idarenin, yöneticilerin, bürokrasinin korkusu insanımızın yaratıcı tarafının ortaya çıkması mıdır? Aman her şeyi biz tarif edelim, her şeye biz karar verelim, sonra biz ne oluruz, bizim saltanatımız biter endişesi, insanımızın yaratıcı, rekabete açık, en iyiyi ve en güzeli elde etme isteğine karşı büyük bir set oluşturmaktadır. Niçin biz kendi insanımıza güvenmeyiz?
Mimari, sadece işlevsel plânlar, doğru kesitler ve güzel cephelerle gerçekleşmez. Mimarî bunlardan daha başka, daha farklı bir şeydir. Ne olduğunu kesin bir biçimde anlatmak imkânsızdır, sınırları tam tanımlanmamıştır [Rasmussen 1994, 11].
“Sizce bir mimar ne kadar özgür olabilir? Fiziksel kanunlar, istatistikler, mühendislik sınırlamaları... Bazıları da benim ufak oyun alanımı daha da daraltmaya çalışıyor. Bunu kabullenemiyorum.” diyor, çağımızın önde gelen mimarlarından Frank O. Gehry [84].
Gerçek bir mimariyi içinden çıkılmaz kurallar ile yaratmak mümkün değildir. Genelde sanatçının, özelde mimarın bütün işi hiçbir şeyden, bir şey yaratmasıdır. Bu zaten çok sıkıntılı bir süreçtir, bunu bir de gereksiz yere zorlaştırmak, herkesi potansiyel rant hırsızı olarak görmek önümüzü tıkamaktadır. Eğer en kısa süre içinde şehirlerimizi ve yapılarımızı yenileyemezsek, kendi kültürümüzü de yaratamayız.
Yüzyılın başında Mimar Kemaleddin Bey veya Mimar Vedat Bey’in yaptığı yapıları hatırlarsak kendi dönemleri için çok başarılı olduklarını görürüz. Halbuki her iki mimar da çok basit projeler çizmektedirler. Basit bir plân, çok daha basit bir kesit ve yer yer detaylandırılmış, gerektiğinde üç boyuta dönüştürülmüş bir cephe. Çoğu yapıda gelişmiş bir seyrettiğimiz bir kitabı okumak bizde çoğunlukla hayal kırıklığı yaratır. Bizim hayal dünyamız, kendi kültür çevremiz içinde okuduğumuz kitabı, başka bir şekilde yorumlamıştır. Hâlbuki seyrettiğimiz film bir başkasının hayal dünyasıdır, çoğunlukla farklı kültürlerin oluşturduğu hayaller farklı algılara neden olmakta ve zaman zaman bizi tatmin etmemektedir. Bir yapı pln yerine etüd edilmiş bir cephe önemli olmaktadır. Sedad Hakkı Eldem’in çoğu kez söylediği gibi bir yapının içi çağ dışı kalsa da bu sadece yapıyı kullananları ilgilendirir. Bir yapının cephesi ise onun kamuya dönük yüzüdür. Cephenin hitap ettiği insan sayısı binlere ulaşırken, yapıyı kullanan insan sayısı onlarla ifade edilebilir. Sidney’deki Opera Binası veya Bilbao’daki Gugenheim Müzesi’nin yüzlerce fotoğrafını gördük; bizi etkileyen bu yapıların dış görünüşleridir. Merak ederim acaba bu yapıları gezdiğimiz veya kullandığımız zaman bizde, daha önce onları yalnızca seyrettiğimiz zamanki etkiyi yaratabilecekler mi? Yoksa hayal kırıklığına uğrayabilir miyiz? Sanırım çoğunlukla hayal kırıklığına uğrarız, çünkü daha önce okuduğumuz bir kitabın filmini seyretmek veya filmini, dinlediğimiz müzik, okuduğumuz kitap veya seyrettiğimiz film gibidir. Onu seyrederiz, sonra okumaya gayret ederiz ve sonrası dinleriz, bir müzik gibi... Zaten mimari için donmuş müzik denmesinin sebebi de budur [Taut 1938, 11]. Elbette bir yapıyı dinlemek için ileri düzeyde bir kültürel çaba gerekir. Ama görmekteyiz ki bu topraklarda bin yıllar önceden başlayan böyle bir çaba vardır. Geçmişten kalan pek çok yapı kendilerini seyretmemiz, okumamız ve dinlememiz için bizi bekliyor [Rasmussen 1994, 28]. Bizim kuşağımız binlerce yıldır süren bu gelişime nasıl bir katkı yapıyor veya yapmalıdır?

“Şiir bir umutsuzluktur.
Elbette bir umutsuzluktur.
Niçin mi?
Umusuz olmayan adamlar şiir yazamaz.
Umutsuz olmayan adamlar resim yapamaz, mimar olamaz.
Yaratıcı olamaz
Çünkü kâğıt bir umutsuzluktur.
Boş bir kâğıt...
Tuğlalar, briketler, çimentolar, hepsi umutsuzluktur.
Onların içinden bir umudu bulmaktır şiir.
Onu bulmak için yazıyorum ben de...”

Can Yücel [Mehmet Fuat 1999, 613].

Can Yücel’in de söylediği gibi gerçek mimar bir umutsuzdur; umutsuz da olmalıdır. Hiçbir zaman hakim olamadığı ve de olamayacağı bir geleceğe kalmak için uğraşan umutsuz biri... Mimarî yalnızca bir yapı yapma faaliyeti midir, yoksa bir mimar felsefi kaygılar içerisinde sonuna kadar hâkim olamadığı bir süreci mi başlatmaktadır? Mimarın başarma ve geleceğe kalma çabası gerçekte ulaşılmazı istemek, insan doğasına aykırı bir eylemi mi düşlemektir?

Mimarî var olduğundan beri hep gününden daha ileri yapılar yapmak, geleceğe ulaşmak için çaba gösterir. Buna karşın günlük ihtiyaçlar, beklentiler, doğanın sınırladığı olanaklar, mühendislik problemleri ve elbette toplu yaşamanın getirdiği kurallar. Bu kadar kısıtlanan bir yaratıcılık nasıl bir gelecek düşleyebilir? Elbette kendisini sınırlayan çerçeveyi zorlayacak, onun getirdiği kuralları esnetmeye çalışacaktır. Mimar çağlar boyu artan bilgi birikimi ile doğanın getirdiği sınırlamaları zorlamayı, onu aşmayı başarmıştır. Mühendislik problemleri de büyüyen bilgi birikimi, kullanılan malzeme özeliklerine bağlı olarak hal edilmeye çalışılmaktadır. Ama, toplu yaşamanın getirdiği kuralları kendince yorumlamaya kalkan ve engel üstüne engel yaratmaya kalkan, herkesin aynı şekilde düşünmesini ve yaşamasını iseyen bürokrasiyi nasıl aşacaktır? Frank O. Gehry’in bile “ benim ufak oyun alanımı küçültmeye çalışanlara dayanamıyorum” demesi ne anlama geliyor?

Bugün ülkemizde ne yazık ki başarı ile uygulanmış bir imar plânı yoktur. Çünkü teşekkül etmiş bölgelerde yapılan her türlü imar plânı daha başlangıçtan itibaren uygulama şansı olmayan, kanun istediği için yapılan birer bürokratik yasak savmadır. Büyük oranda teşekkül etmiş bir yerleşmede yapılan her türlü plânlamanın uygulama şansı yoktur. Çünkü daha baştan yapılan iş yanlıştır, nasıl oldu ise boş kalmış birkaç parsele hak kazandırmak için yapılan işlemler, zaten yeteri kadar dolu, alt yapısı ve sosyal donatı alanı bulunmayan yerleşmelerde eski yapılanlardan hak transferi yolu ile yeni yapı alanı yaratmaya dönüktür. Yeni yapılan bir imar plânı ile mevcut on katlı, her katında dört daire olan bir yapı, kağıt üzerinde dört kata indirilmekte ve arta kalan yapılanma hakkı bir başka parsele aktarılmaktadır. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir öneri, on katlı binanın, dört kata indirilmesi ile boşta kalan 24 daire sahibi ne yapacaktır? Bu dairelerin imar plânı ile buharlaşması ile oluşan maddi kaybı kim karşılayacaktır? Bu hak transferi sonucu yeni bir yapı kurallara uygun olarak yapılmaya hak kazanırken, yeni imar plânı sonrası dört kata indirilen yapı kaçak duruma düşmektedir. Her ne kadar kazanılmış haklarını muhafaza ediyorsa da, artık yıkılıp yeniden yapılma şansına veya esaslı onarım hakkına sahip değildir. Ancak basit tamirat yapılabilir, esaslı tamir yapmak isterseniz gayri kanuni yollara baş vurmanız gerekecektir.

Bu gerçeğin ortaya çıkmasındaki en önemli faktör, arsa üretiminin yapılamamasıdır. Niçin bunca yıldır ülkemizin kadastrosu tamamlanamamıştır, kimse akıl edip sormaz. Niçin devletin Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün yanı sıra Orman idaresi de kadastro çalışması yapmakta ve her iki kadastro çalışması birbiri ile farklılık arz etmektedir kimse ilgilenmez. Çok yerde Tapu Müdürlüğü’nün kadastrosu ile Orman kadastrosu birbirinden farklıdır. Tapuya göre maliki olduğunuz arsa, orman alanı çıkabilir. Bu yanlışlıkları düzeltmek için yapılan girişimlere ise bir grup aklı evvel orman alanları talan ediliyor diyerek karşı çıkar. Bir ülkenin aydın geçinen insanlarının problemlerin hal edilmesini isteyeceklerine, problemlerin devam etmesini istemeleri anlaşılacak iş değildir.

Sanırım burada gençliğime dönerek, rahmetli İdris Küçükömer’in bir teşhisini dile getirmem gerecek. “... Türkiye’nin ‘solcuları’ olan devrimci kanat tepeden inmeci, mutlakiyetçi, otoriter bir teşkilatlanmayı savunur, aslında onlar Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin, sivil bir toplumun inşasasının önündeki en büyük engeldirler. Bugün kü haliyle onlar, halkın karşısındadırlar; dolayısıyla ‘sol’ u değil, ‘sağ’ı temsil ederler. Buna mukabil İslâmcı halk kitleleri üretim güçlerine sahiptirler, gelişmeye ve evrilmeye açıktırlar. Yönetim anlayışları ise adem-i merkeziyetçi olup, çoğulcudur. ‘Sol’ un bu gericiliğine karşın ‘sağ’ın temsilcileri aslında ilericidir...” [Sayar [ed] 2008, 193].

Küçükömer’in de çok çarpıcı bir tespiti var. Türk aydınında devlet kavramının biyolojik kökeni konusunda “Kapıkulluğu artık genetik yapıya yerleşmiş; toplumsal alandan çıkıp biyolojik belirlenme düzeyine geçmiş” demekte. Kapıkulluğu bir anlamda emir ve komutaya uymayı ve onun isteği doğrultusunda şiddeti gerektirir. Halbuki 600 yıl önce İbn Haldun “Bedevilikte taassup ve şiddet, hadarilikte ise itidal ve incelik bulunur.” diyerek, bugün ülkemizin içinde bulunduğu gerçeği dile getirmektedir. Ne yazık ki günümüzde uygar geçinen insanlarımız şiddeti, bedevi olarak suçlananlar ise itidal ve uzlaşmayı savunmaktadırlar.

Tüm bu açıklamalarımızla ülkemizdeki mimarî sürecin ilgisi nedir diye bir soru sormak mümkündür. Ancak mimarî baştan beri ısrarla belirttiğimiz gibi uygar toplumların başarılı olabileceği bir faaliyettir. Şiddet ve taassuptan yana tavır koyan toplumlarda edebiyattan , müzikten, resimden olduğu gibi mimariden de söz etmek olanaksızdır. Olsa olsa kendimizi kandırabiliriz. Tüm dünyada dönemin olanaksızlıkları, ülkenin fakirliği nedeniyle yapılmış yüzlerce, binlerce örneği olan, çağının gerisinde kalmış yapıları Cumhuriyet Dönemi’nin örnek yapıları diye korumaya çalışmanın taassuptan başka bir sebebi olmasa gerekir.

Benzer bir taassup ise herhangi bir kurumun onayına sunulan ve daha sonra inşaasına başlanan bir yapıya ait tadilat projelerine gösterilen inanılması zor tepkidir. Zaman zaman bir yazarın daha önce yazdığı şiiri, bir hikâye ve romanını tekrar elden geçirdiğini ve üzerinde düzeltmeler yaptığını biliriz. Bir ressamın yaptığı resme daha sonra müdahale ettiğini, bazı görünümleri boya ile örterek üzerinde değişiklikler yaptığını da tespit edebiliyoruz. Birçok müzik eseri daha sonra onu besteleyen tarafından tekrar elden geçirilip, geliştirilmiştir.

Bir güzel sanatlar ürünü olan mimaride böyle bir değişikliğin anlamsız şekilde ret edilmesini taassup ve otoritenin sarsılması algısı dışında nasıl açıklamak mümkündür? Devleti temsil eden otorite olarak biz böyle uygun bulduk, biz ne istersek onu yapacaksın diyebilmektedir. Gelin mimariden söz edin bakalım, konuyu yarım yamalak bilenlerin tarifi ile yapı yapmak sanırım az gelişmişliğin bir göstergesidir. Eğer bir sanatçı üreteceği eser üzerinde devletin dayanılmaz ağırlığını hissederse, yarattığından eser diye söz etmek olanaksızdır. Ortaya çıkan olsa olsa sıradan bir iştir.
Kişilerin bu gibi taleplerine çok sert, zaman zaman yargı yoluna kadar uzanan tepki veren bürokrasi, örneğin Bayındırlık Bakanlığı eliyle yapılan projelendirme çalışmalarında, mimarı bağlayıcı bir hüküm olarak “bitmiş yapı projesi/bir anlam da rölöve” isteyerek, bir yapının yapım aşamasında proje dışı değişiklikler olabileceğini peşinen kabul etmekte ve mimara da bunu bir mecburiyet olarak yükleyebilmektedir. Kapıkulluğunun bu büyüklüğe erişmesi gerçekten bir toplum için, onun geleceği için korkutucudur. Devleti veya onu temsil ettiğini sanan insanlar için uygun olan bir işlem, bu devletin temeli oluşturan millet için kabul edilemez bir istektir.

Görüldüğü gibi ifrat ile tefrit arasında gidip gelmekteyiz. Yüzyıllardır toplumumuz bu sıkıntıları az veya çok yaşamaktadır. Doğu toplumları ne yazık ki kapıkulluğundan, ifratla tefrit arasında kalmaktan bir türlü kendini kurtarıp, demokrasiye, özgür düşünceye, rekabete açılamamaktadır. Zaman zaman kendine duyduğu güven, sert eleştiriler, ağır suçlamalar arasında kaybolmakta, hemen en kolay yol seçilip bir kampın adamı olmakla itham edilmektedir. 2009 Şubat ayı içinde Kadıköy Süreyya Sineması’nın bir sinema olduğunu, sinema olarak yapıldığını, burada opera oynanamayacağını, olsa olsa küçük operalar, operet gibi oyunların sahnelebileceğini, bu durumun ise İstanbul’a yakışmadığını söyledim. İstanbul’un çok daha prestijli, dünyanın gündemine oturacak yapılara lâyık olduğunu dile getirdim. O sırada bir seçim propagandasını sürdürüyordum ve bu sözlerim sözde aydın görülen kesimlerce hemen tekzip edildi, cahillikle suçlandım, Süreyya Sineması nerede ise göklere çıkarıldı sanırsınız Scala’dan ya da Metropolitan’dan bahsediliyor. Çünkü bir kampın adamı olarak görülüyordum.

Aradan altı ay geçti, 5 Eylül 2009 Pazar günkü bir köşe yazısında “Süreyya sahnesi küçük, sahne arkası yeterli değil, onun için ancak küçük operalar, daha çok da operetler oynanabiliyor.” [Türenç 2009]. Bizde bir terim vardır, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Sanırım doğru insan olmanın bir özelliği de doğru söze doğru reaksiyon göstermek olmalı.

Son zamanlarda büyüyen taassup gerçek mimarlar için öylesine dayanılmaz hale geldi ki tarifi zor. 12 Ağustos 2009 tarihli köşe yazısında bir yazarımız Ahlat’ı gezdiğini, mimari mirasına hayran olduğunu belirttikten sonra, yöneticileri hitaben Aman ne olur, Ahlat’ta beton kullanımı yasaklayın. Zaten Mardin Valisi de Mardin’de beton kullanımını yasaklamak istiyor demekte [Akyol 2009]. Oldum olası bu yasak sözcüğünden mesafeli olmuşumdur. Akla ve insan doğasına aykırı yasaklar ne yaparsanız yapın yasak olmuyor. Yasaklar o kadar çok insan tarafından çiğneniyor ki yasak olmaktan çıkıyor.

Beton gibi çağdaş bir malzemenin kullanımına karşı çıkan yalnızca bir gazeteci olsa, hani nasıl söylerler, içim gam yemez. Ama sayıları 31’i bulan Mimarlık Fakültesi’nde ders veren pek çok akademisyen, mimar, sanat tarihçisi, arkeolog da aynı düşüncede. Aman beton kullanılmasın. Neden: beton kullanılırsa ortaya çıkan yapılar veya onarımlar çok kötü oluyor. Beton bir malzemedir, çok eski dönemlerde basit bir şekilde kullanılan, modern çağın geliştirdiği ve seri üretim ile yaygınlaştırdığı bir malzeme, tıpkı taş, tuğla, ahşap gibi bir malzemedir. Eğer siz taşı, tuğlayı, ahşabı doğru ve düzgün bir şekilde kullanmayı becerebiliyorsanız, betonu da kullanmayı becerebilirsiniz. Yok eğer betonu çağdaş ve örnek bir şekilde kullanamıyorsanız, taşı, tuğlayı, ahşabı da kullanmayı bilmiyorsunuz demektir. Kötü olan ve yanlış kullanılan malzeme değildir. Onu kullanan ve ona hayat veren insanımızın bilgi ve becerisidir. Peki insana sormazlar mı bunca yıllık eğitim sonrası iş çağdaş bir malzemeyi kullanmaya gelince ortaya çıkan bu rezilliğin sorumlusu kim? Bunca fakültede eğitim görevini üstlenenler öğreticilere ne öğretiyorlar? Bunca yapı yapan insanımız nereden çıkıyor, kim onlara eğitim veriyor?

Modern cumhuriyetin kuruluşu gerçekte çok az ulusun başarabileceği bir hamledir. Yüzyılı aşkın süre bir türlü beceremediğimiz atılımı modern cumhuriyetin kurucuları başarmış, pek çok konuda kimsenin [hele hele bugün hiç birimizin] cüret dahi edemeyeceği çağdaş devrimleri yapmışlardır. Ancak, tarihe baktığımız zaman her devrimin kendinden önceki kurum ve kuruluşlar ile ilgisini kestiğini, onları reddettiğini görürüz. Bu bir dönem için doğru bir davranıştır. Eğer geçmişin yanlışları yoksa niçin devrime gerek görülmüştür. Geniş halk kitlelerine devrimi kabul ettirmek, gelecek için aydınlık bir yol çizebilmek için bir dönem geçmişi reddetmek gerekebilir. Devrimlerin kabul görmesi, yeni düşüncelerin toplumda yeşermesi için zaman gerekir. Ama sonra geçmişi doğru bir şekilde değerlendirmek gerekir. Rejimlerin zaman zaman kesintiye uğraması, yönetimlerin el değiştirmesi, devletin yeni fikirler etrafında yeniden oluşması kaçınılmaz bir gelişmedir. Zaman zaman bu devrimleri yapmayı, yeni açılımları gerçekleştirmeyi başaramayan ulusların tarih sahnesinden çekildiği bilinmekteyiz. O taktirde uzun zaman sıkıntı çekilmesine karşın çok doğru bir iş yapıldığı açıktır. Düşünce yapısı eskimiş, hareket kabiliyeti kaybetmiş, içine kapanmış bir millet, yeniden dünya sahnesinde rol almak için kendine çeki düzen vermiştir.

Daha önce Fransız Devrimi’nde, daha sonra Mao’nun Kültür Devrimi’nde gördüğümüz bu geçmişi red ve ona ait her şeyi tahrip etme davranışı, giderek milletleri köksüz, geçmişi olmayan bir toplum haline getirmekte ve büyük sıkıntılara neden olmaktadır. Kısa bir zaman önce “Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün muvafakati alınmadıkça hiçbir cami. Mescit ve vakfa ait ve diğer binaların ve alakadar en yüksek makamın muvafatı munzam olmadıkça Vakıftan hariç idarelere ait eski eserlerin de hiçbir sebep ve bahane ile işgaline veya yıkımına meydan verilmemesini son defa olarak tamimen tebliğ ve talep ederim.” [Ülgen 1943, XI]. 10 Ağustos 1936 tarihinde Başvekil İsmet İnönü böyle bir emriname yayımlamak zorunda kalmıştır. Anlaşılan daha öncede benzer uyarılar yapılmıştır ki “son defa olarak” demek lüzumu hissedilmiştir. Bir dönem geçmişimizi hızla tahrip ettik, çünkü o dönemde geçmişin bize ait olmadığı konusunda yaygın bir kanı vardı. Hatta bu öylesine ileri gitmişti ki aydınlarımız bile geçmişi reddetmekte birbiriyle yarışıyordu.

Jason Goodwin, şimdilerde sahip çıkmaya çalıştığımız geçmişimiz için “Ufukların Efendisi Osmanlılar” isimli kitabının giriş bölümünde “Bu kitap, mevcud olmayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı’ sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşun yoktur. Sadece bir kaç profesör onların şiirini anlar. 1964’de Sofya’da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirini tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde, ‘Bizim klasiğimiz yoktur’ diye yanıt vermişti.” [Goodwin 1998, XI]. demekte. Herhangi bir konuda geçmişini reddeden bir ulusun, nasıl bir gelecek oluşturabileceği sanırım düşünülmesi gereken bir konudur. Bir dönem yalnızca geçmişin siyasi oluşumunu reddetmekle kalmamış, onun her türlü kültür ürününü, sanatını, edebiyatını ve elbette mimarisini ve de bunun tabii sonucu olarak mimarî beğeni ve becerisini de reddetmek durumunda kalmışız. Şimdi betonu kullanmayı becemiyorsak, suç malzemenin ve onu bilinçsizce kullanan insanımızın değil, insanımıza bir malzemeyi doğru kullanma becerisini kazandıramayan aydınlarımızın, bürokratlarımızın ve yöneticilerimizindir. Yasaklama bir çözüm değildir, çözüm toplumun eğitimi, ona bilgi ve beceri kazandırma için çalışmadadır.

Hayatımın hiçbir döneminde yasaklamanın ve cezalandırmanın sürekli ve doğru bir çözüm getirdiğini görmedim. İnsanlığın var oluşundan beri tüm ahlak kuralları, çok tanrılı dinler, semavi dinler ve hukuk insan öldürmeyi, çalmayı, vs, yasaklamıştır, ama günümüzde bile bunca yasaklama ve cezaya karşın bu suçlar işlenmektedir. Antik Çağ’dan beri bazı düşünürler suçun yasaklama ve cezalandırma ile çözülemeyeceğini, esas olanın eğitim olduğunu dile getirmektedirler. Ülkemizde hemen her şeyin yasaklama veya cezalandırma ile çözüleceği konusunda yaygın bir inanç vardır. Ne zaman ki okumanın, eğitimin, aydınlanmanın fazilet olduğu yaygınlaşırsa çözüme o zaman ulaşacağımızı unutmamamız; çağdaş bir toplum olmak için emek ve çaba harcamamız, çalışmamız gerekiyor. Herkesin hoşuna giden güncel sloganlar, ulaşmak istediğimiz çağdaş yaşam seviyesine erişmemizi güçleştiriyor.

Son zamanlarda artan bir hızla Belediyeler kendi yetki alanları içinde olan pek çok konuyu, sayıları ülke bütününde 30’u aşan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na taşımakta ve kurul onayı istemektedir. Bu taleplerin artış sayısına bakarak, neredeyse ülkemizin tamamında, imar ve iskan faaliyetlerini denetleyen ve ona yön veren yeni bir kurumun oluştuğunu söyleyebiliriz. Yıllarca süren araştırma ve çalışma sonucu oluşan plânlar, iki mimar, iki şehirci, bir arkeolog, bir sanat tarihçisi ve bir hukukçudan oluşan bu kurul tarafından incelenmekte, sonrası onaylanmakta veya reddedilmektedir. Hemen her incelemenin hüsnüniyetle yapıldığı kabul etsek de, zaman zaman olumsuz bazı taleplerin plâna katıldığı durumlar da kamu oyuna intikal etmektedir. Koruma Kurulu’na talebinin bu oranda büyümesinin bir nedeni de imar ve iskan konusunda karar veren makam ve kişilerin kendilerini korumaya alma kaygısıdır. Çünkü 21 Temmuz 1983 tarih ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 17.6.1987 tarih ve 3386 sayılı kanun ile değiştirilen 61. Maddesi gereğince “Kamu kurum ve kuruluşları ve belediyeler ile gerçek ve tüzel kişiler, Koruma Yüksek kurulu ile Koruma Bölge Kurulu kararlarına uymak zorundadır.” Sanırım şark kurnazlığı denen bu olmalı, hemen her idare ve onay makamı sonucu ne olursa olsun sorumluluk altına girmemek için her konuyu Koruma Bölge Kurulu onayına sunmak istemekte, bu konuda herhangi bir soru ile karşılaştığında ise kanunun getirdiği bu hükme sığınarak, ne yapayım ben Koruma Kurulu kararına uymak zorundayım müdafaasını yapmaktadır. Koruma Bölge Kurulu kararlarına ancak İdare Mahkemesi nezdinde itiraz edilebildiği için de yapılan işlemin iptali yıllar almaktadır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi sayıları 30’u aşan bu kurulları ülkemize hediye eden 12 Eylül yönetimidir. Daha önceleri sit alanları ve korunması gerekli taşınmaz kültür varlıkları ile ilgili konular 2 Temmuz 1951 tarih ve 5805 sayılı kanunla kurulan Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından incelenmekte ve karara bağlanmaktaydı. 21 bilim insanından oluşan bu kurul özerk bir kuruluşdu. Bazı kurum ve kuruluş temsilcileri dışında kendi üyelerini kendi seçerdi, hatta 1960 öncesi bir nevi uyuşmazlık mahkemesi olarak da görev yapmakta olup, kararlarına karşı yargı yolu kapalıydı. Bu arada nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlatabilmek için rahmetli hocam Prof. Behçet Ünsal’ın bir anısı aktarmak isterim. 1950’li yılların ortasına doğru Merkezi Hükümet İstanbul’un imarı için radikal kararlar almaya başlar. İstanbul’da yapılmakta olan bazı uygulamalar, Yüksek Kurulun şiddetli itirazına neden olur. Hükümet ile Yüksek Kurul arasındaki antlaşmazlık büyür, devrin cumhurbaşkanı Celal Bayar, hükümet ile kurulu uzlaştırmak için bir akşam Küçüksu Kasrı’nda bir davet verir ve hükümet ile kurul konuları yüz yüze tartışırlar.

Kendisini ilgilendiren konuları hükümet ile bire bir tartışabilen bir kuruldan belediye icraatlarını yasallaştıran bir kuruma nasıl geldik, anlayabilmiş değilim.
 

Sanırım, bunca tespit ve eleştiriden sonra, bütün bunlar niçin başımıza geldi ve bundan böyle neler yapabiliriz diye sormak gerekiyor?

Öncelikle halen yürürlükte olan imar plânları ile hiçbir şey yapılamayacağını, bütün bu plânların Prof. Olsner’in daha 1943’de söylediği gibi imha edilmesi gerektiğini artık anlamamız gerekir. İmar ve iskân yetkisi bundan böyle belediyelerden alınmalı ve pek çok ülkede olduğu gibi “Kent Mimarı” denilen bağımsız ve sorumlusu belli bir kişinin başında bulunduğu bir kuruluşa verilmelidir. Benzer bir teşebbüs Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’nın imarı için yapılmış, 24 Mayıs 1928 tarih ve 1351 sayılı Ankara Şehri İmar Müdiriyeti Teşkilat ve Vezaifine dair Kanun yürürlüğe girmiştir. 2 Haziran 1929 tarih ve 1504 sayılı kanun ve 31 mayıs 1930 tarih ve 1663 sayılı kanunlarla da desteklenen Ankara İmar Müdürlüğü’nün bağımsızlığın getirdiği olanaklarla yaratmaya çalıştığı Ankara şehri, bazı kişilerin menfaat ve beklentilerine cevap vermediği için 31 Mayıs 1937 tarih ve 3196 sayılı kanunla Ankara belediyesine bağlanır ve ondan sonra herkes politik baskı ile istediğini yapma özgürlüğüne kavuşur [Özkaya 2000, 799-803]. Sonuçta Ankara Atatürk’ün iyi niyet ve büyük emeklerle yaptırdığı Jansen planı bir kenara bırakılarak, bugünkü Ankara oluşur.

Proje onay ve denetimleri de belediyelerin yetki alanından çıkarılmalı ve bağımsız noter benzeri bürolara veya kent mimarlığı ofislerine tevdi edilmelidir. Zaten son zamanlarda inanılmaz sayıda denetim bürosu ve denetim elemanı furyası vardır. Çok az sayıda yapı yapanı, çok sayıda insan denetlemekte veya sözde denetlemeye çalışmaktadır. İstanbul, Ankara, İzmir ve bunlara eklenen birkaç büyük şehrimizin merkez alanları dışında kalan bölgelerde isteyen istediğini yapmakta serbesttir. İşin gereği zaten de öyle olması gerekir, nüfusu nerede ise milyona yaklaşan bazı alanlarda mülkiyet sorunu ve imar yasağı vardır. Ama hayat devam etmekte, insanlar yapı yapmaya devam etmektedirler. Daha önceleri başını sokacak, tek katlı, minimum büyüklükte yapı yapmaya çalışanlar, yasağın gerçekte uygulama şansı olmadığını gördükçe, üç-beş katlı, çift daireli, asansörlü gecekondular yapmaya başlamıştır. Bugün büyükşehirlerimizin çevresi bu tür yapılarla oluşmuş mahallelerle çevrilidir. Ülkemiz nüfusunun büyük bir bölümü denetimli, çağdaş gereksimlere cevap verecek, doğru yapılmış yapılarla değil, her türlü yasaklama göğüslenerek alelacele yapılmış yapılarda yaşamlarını sürdürmektedirler. Bu yerleşmeler hiçbir otoriteden izin alınmadan veya kerhen verilmiş onaylarla teşekkül ettiğinden, her türlü alt yapı, yol, sosyal donatı alanı gibi çağdaş bir şehir için olmazsa olmaz alanlardan da yoksundurlar.

İmar ve iskân ile ilgili sorunlarımız görünürün ötesinde çok büyük sorunlar içermektedir. Kaçak olan pek çok yapı, yapım tekniğindeki sorunlar yüzünden kısa sürede eskimiş, deprem gibi afetlere açık, içinde yaşayanlar için korkulu birer rüya halindedir. Bugünkü kanun ve kurallarla bu olumsuzluğa çözüm bulmak imkânsızdır. Yeni yollar, yeni yöntemler deneme vakti gelmiş ve geçmektedir. Her işimiz gibi yumurta kapıya geldiği zaman çözüm bulmak için alelacele yaptığımız işler, geçmişte olduğu gibi çözüm üretmekten çok yeni sorunlar yaratmaktadır. İş işten geçmeden aklı ön plânda tutan, insanımızı hırsız ve uğursuz görmekten kaçınan çözümler üretmeye mecburuz.

KAYNAKÇA

Akurgal 1998
Ekrem Akurgal, Türkiye’nin Kültür Sorunları, İstanbul, 1998.

Akyol 2009
Taha Akyol, “Doğu’da Değişen Hayat“, Miliyet, 12 Ağustos 2009.

Afet1933
Afet [İnan], Vatandaş İçin Medeni Bilgiler I, İstanbul, 1933.

Cansever 1994
Turgut Cansever, Ev ve Şehir, İstanbul, 1994.

Çelik 1996
Zeynep Çelik, Değişen İstanbul, Çev. Selim Deringil, İstanbul, 1996

Descartes 1984
Descartes, Metot Üzerine Konuşma, Çev. K.Sahir Sel, İstanbul, 1984.

Genim 1990
M. Sinan Genim, “Koruma Olgusunda Onama ve ve Denetleme Mekanizmaları: Koruma Kurulları -Kurul- Yerel Yönetim İlişkileri”, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurultayı [14-16 Mart 1990], Ankara 1990, s. 49-54.

Genim 2001
M. Sinan Genim, “Koruma Kültürü Üzerine”, TAÇ Vakfı’nın 25 Yılı, İstanbul, 2001, s. 195-201.

Genim 2004
M. Sinan Genim, “Beyoğlu’nun Yerleşim Tarihi”, Geçmişten Günümüze Beyoğlu, I, İstanbul, 2004, s. 15-70.

Genim 2007
M. Sinan Genim, “Eski Eser Binaların Yapımında Bürokratik Zorluklar”, İstanbul Ticaret Odası Toplantısı, İstanbul, 2007, s. 54-63.

Goodwin 1998
Jason Goodwin, Ufukların Efendisi Osmanlılar, Çev. Armağan Anar, İstanbul, 1998.

Mehmet Fuat 1999
Mehmet Fuat, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi II, İstanbul, 1999.

Mostafavi-Leatherbarrow 2005
Mohsen Mostafavi-David Leatherbarrow, Zaman İçinde Mimari, Çev. Yusuf Civelek, İstanbul, 2005.

Müller-Wiener 2001
Wolfgang Müller-Wiener, İstanbul’un Tarihsel Topoğrafyası, İstanbul, 2001.

Özkaya 2000
Eraslan Özkaya, Açıklamalı ve İçtihatlı İmar kanunu Şerhi ve Mevzuatı, Ankara, 2000.

Rasmussen
Steen Eiler Rasmussen, Yaşanan Mimari, Çev. Ömer Erduran, İstanbul, 1994.

Sayar [Ed] 2008
Ahmed Güner Sayar [Ed.], İdris Küçükömer, Ankara, 2008.

Stewiğ 1965a
Reinhard Stewiğ, Bizans-Konstantinopolis-İstanbul, Çev. Ruhi Turfan, M.Ş. Turfan, İstanbul, 1965.

Stewiğ 1965b
Reinhard Stewiğ, İstanbul’un Bünyesi, Çev. Ruhi Turfan- M.Ş.Yazman, İstanbul, 1965.

Taut 1938
Bruna Taut, Mimarî Bilgisi, İstanbul, 1938.

Türenç 2009
Tufan Türenç, “Operadaki Hayaletler”, Hürriyet, 5 Eylül 2009.

Ülgen 1943
Ali Saim Ülgen, Anıtların Korunması ve Onarılması, Ankara, 1943.