Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Kitaplar

KONSTANTİNİYYE’DEN İSTANBUL’A
XIX. YÜZYIL ORTALARINDAN XX. YÜZYILA
BOĞAZİÇİ’NİN RUMELİ YAKASI FOTOĞRAFLARI

İrem bağ budur dir her görenler
Ki çıkmak istemez ana girenler

.............

Öğme ey hâce bize Hind ü Hıtâ vü Hoten’i
Bundadur lutf ü şeref buna Stanbul dirler.

[Abdüllatif Latîfî [1491-1582]; Bkz. Ercan 2002: 10; Koç 1999a: II. 43-44]

"Fotoğraflar yalan söylemez, ama yalancılar fotoğraf çekebilir" der Lewis Hine [Burke 2003: 21]. Bu kitapta seyredeceğiniz kareleri çekenlerin gerçek hayatta yalancı olup olmadıklarını bilmiyoruz. Ancak, çektikleri fotoğraflar bir dönemin İstanbulu’nun gerçeklerini yansıtmakta. Efsane ve hikâyeler zaman zaman çarpıtılabilir, ama görsel belgeler bizim doğrudan gerçeklerle yüzyüze gelmemizi sağlar. Görünmez şehirler vardır, doğanın arasına sıkışmış veya hayal dünyamızda kurguladığımız. Bizimle yaşayan, bize ait olan şehirler. Bir de ölümsüz şehirler vardır. Herkese ait olan ve de hiç kimseye ait olmayan. O şehirler ki bizi sarar sarmalar, anılarımızı oluşturur. O şehirlerde anılarımızla yaşarız ve onlarla var oluruz. Ansızın bir hayal âlemi peyda olur, göçeriz hep birlikte o hayal âlemine. Latîfî’nin de söylediği gibi, bizim için bu şehir İstanbul’dur. Onu kuran, onunla yaşayan insanlar tarafından defalarca yerle bir edilse de, korkutamaz yıkıntıların görünümü hiç kimseyi, yeniden yapılır.

Aristotales şehir yaşantısını “soylu bir amaç için ortak yaşam” olarak tarif eder. Var oluşundan beri insanlığın en önemli buluşu şehir yaşantısıdır. Bugün var olan hemen her şey, şehir yaşantısının oluşturduğu ortak yaşamın sonucudur. İnsanoğlunun binlerce yıllık yaşamının vardığı başarı, şehir yaşantısıdır.

Nâgehan bir şara vardım, ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım, taş ü toprak arasından.


[Hacı Bayram-ı Velî [1352-1430]; Bkz. Azamat 1999: 498-501]

Şehirleri insan eliyle biçimlendiren yapılar oluşturur. Başlangıçta yalnızca korunak olarak yapılan bu yapılar giderek birer mimariye dönüşür. Mimarinin, yazılı kaynaklar dışında geleceğe kalan en önemli tarih yorumu olduğu bir gerçektir. Geçmişi değerlendirirken görürüz ki bazı durumlarda yazı bile korunamazken veya anlaşılmaz bir hâlde bize ulaşırken, mimari bir kültür belgesi olarak varlığını sürdürür. Bir yapı geçmişten geleceğe doğru devam eden bir görüntüdür. Söylemek istediğini yüzyıllar boyunca söylemiş olan ve daha yüzyıllar boyu söylemek isteyen.

Geçmişten günümüze yapılan tüm arkeolojik kazılar göstermektedir ki, şehirler birbiri üstüne çeşitli katmanlar halinde binlerce yıldır inşa edilmektedir. Şehre egemen olan her kültür yeni bir mimari ve yeni bir anlayışla şehri yeniden inşa eder. Eski kutsal alanların üzerine pagan tapınakları yapılır, onların yerini bir dönem kiliseler alır, daha sonra aynı alanlar camilerle donatılır. Şehir canlı bir organizmadır ve onu yöneten insanın kültürel bağlantıları ile bir arada hareket etmektedir. Bir şehir kendi kültürünü üretemez hâle geldiği zaman, yaşayan insanların büyük bir bölümü geçmiş kültürün bilinen veya bilindiği sanılan belgelerine sıkı sıkıya bağlanarak kendilerini geçmişe hapsederler. Buna karşılık bir grup insan da var olan kültürün yaratıcılığını yitirmiş olmasından kaynaklanan boşluğun doldurulması için özgün buldukları kültürlerin örneklerini ithal ederler. Bu iki anlayış yeni bir kültürün ortaya çıkmasına kadar toplumun çeşitli kesimleri arasında yoğun bir çatışma doğurur.

Çatışma bir dinamiktir, eğer bir çatışmayı savaş durumuna getirmeksizin, uzlaşma kültürü içinde harekete geçirebilirsek, yeni bir kültürün ortaya çıkmasını sağlamış oluruz. Aksi taktirde sürüp giden çatışma insanları yorar, hayatı yaşanmaz hâle getirir ve şehrin yok olmasına neden olur.

Günümüz İstanbul’u, binlerce yıldır sahip olduğu ayrıcalıkları yitirmiş bir kenttir. Yalnız başkent olma ayrıcalığını kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda büyük bir hinderlantın yönetim ve ticaret merkezi olma özelliğini de kaybetmiştir. Bu sebeple yaşantısını devam ettirmek için yeni bir yol, yeni bir kültür üretmeye mecburdur. Yeni bir kültür üretmenin tek yolu, geçmişin kültürel dokusundan hareket ederek, çağdaş yaşantıya yeni çözümler üretmektir. Gerçeklere dayanmayan, kültürel alt yapıdan yoksun, bilgi birikimini reddeden, günlük spekülatif söylemler üzerine kurulmuş birlikteliklerin, bu şehir için yeni bir gelecek oluşturması mümkün değildir. Geçmişi reddeden, ona mensup olmadığını dile getiren insanların geçmişin mimari belge ve bilgilerine sahip çıkması beklenemez. Geçmiş günah ve sevaplarıyla bir bütündür. Hoşumuza giden taraflarını yüceltip, hoşlanmadığımız taraflarını reddetmek imkânına sahip değiliz. Geçmişin içine hapis olduğumuz her türlü gelişime kapalı bir kabuller dizisi olarak düşünülmesi, bizi ve şehrimizi dünyaya entegre olmaktan alıkoymaktadır.

İstanbul’un global ticaretten uzaklaşıp içine kapanması, yüzyıllardır süregelen imparatorluk merkezi olma vasfını yitirerek, milli temeller üzerinde oluşan modern Türkiye’nin sıradan bir taşra kenti gibi görülüşü, yüzyıllar boyunca oluşan renkliliğini kaybedip, tek düze bir toplum haline gelmesi ve rekabet duygusundan hızla uzaklaşması bu şehri kısa süre içinde herkesin aynı şeyi düşünmesinin beklendiği, aksi taktirde toplum dışı bırakıldığı büyük bir köye dönüştürdü. Tarihin hiçbir döneminde, rekabete ve farklı düşüncelere kapalı bir şehir yaşantısı olmadı, olamadı.

Boğaziçi macerasının Rumeli Yakası bölümüne Karaköy’den başladık, Bayezıd Kulesi’nden limanın görünüşü ilk kare; binlerce tekne ve inanılması güç bir hareketlilik... 1887’de İstanbul dünyanın en büyük limanlarının ikincisidir. Günde 23.742 ton yük indirilip, bindirilmektedir [Müller-Wiener 1998: 132]. Tuna havzasından, Azak Denizi’ne, Ege adalarından Mısır’a kadar uzanan büyük bir coğrafyanın ticaret ve aktarma merkezidir. Bu yoğun ticaretin oluşturduğu artı değerin şehre katkısı çok büyüktür. Yeni düşünceler, yeni insanlar, yeni değerler hep bu hareketlilik sonucu şehre girmekte ve kabul görmektedir. Şehir zenginleşmekte, tıpkı günümüzdeki dünya merkezleri gibi insanların ilgisini çekmekte ve bu faaliyetten pay almak isteyen insanların, dini, dili, milliyeti ne olursa olsun kendine bir yer bulmak ümidiyle şehre akmasına sebep olmaktadır.

Karaköy’den Tophane’ye oradan Dolmabahçe Sarayı’na kadar yoğun bir yapılaşma, kısa süre içinde değişen silüet oluşumlarına tanık oluyoruz. Beşiktaş’tan başlayarak Boğaz’a doğru uzanan ve genellikle bir bölümü vadi içlerinde kalan köyler ise, şehirle organik bağları henüz teşekkül etmemiş birbirinden bağımsız yerleşmeler olarak görülmektedir. Her ne kadar Arnavutköy, Bebek, Tarabya ve Büyükdere gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı köylerde şehirle organik bağlar teşekkül ederse de, Rumelihisarı, Yeniköy, İstinye, Sarıyer ve Rumelikavağı büyük oranda geçmişle bağlarını yoğun bir şekilde devam ettirmektedir. Bazı karelerde yazılı kaynaklarda bilgi sahibi olduğumuz yapıları görüyoruz. Sinan’ın Karaköy Hamamı, avlusunu tramvay yoluna terketmeden önceki Nusretiye Camii, Bayıldım Köşkü, Dolmabahçe Meydanı’nın Sultan Abdülmecid dönemindeki düzenli görüntüsü, Muayede Salonu önündeki kayık limanı, Defterdarburnu’ndaki Neşetâbâd Sarayı, Rumelihisarı’nın Kaleiçi evleri, Summer Palace Oteli ve diğerleri.

Bu fotoğrafları seyrederken göreceğimiz daha pek çok şey var. Anıtsal camiler, sultan sarayları, vezir yalıları, salaş yapılar, çıplak tepeler, insan eliyle oluşturulan korular, balık bekleyen dalyanlar, Boğaz sularında salınan güzelim piyadeler... Fotoğraflar yalan söylemiyor. Ama biz yalan söyleyebiliyoruz. Geçmişte Boğaziçi çok düzgün yapılardan oluşuyordu, bütün tepeler yemyeşildi, günümüze nazaran çok daha mükemmel bir oluşumdu... Ders almasını bilirsek, gelecek için pek çok ipucu taşıyor bu belgeler; elbette ki bilgimiz müsaade eder ve değerlendirebilirsek.

Bu vesileyle bir üzüntümü de belirtmek isterim. Tüm bu gördüklerimizi gelecek yıllarda değerlendirenler, 80 yılı aşkın Cumhuriyet Dönemi’nin Boğaziçi’ni şenlendiren yapılarını da görmek isteyeceklerdir. Acaba o zaman ne söyleyebileceğiz, Sedad Hakkı Eldem’in ve onu takip eden bir grup mimarın tüm olumsuzluklara rağmen bize miras bıraktıkları yapılar dışında hangi örnekleri sunacağız gelecek kuşaklara? Binlerce yıldan beri oluşan güzelim Boğaziçi’nde, bizim çağdaş kültürümüzün armağanı olarak hangi yapıları sayacağız?

Bu kitabın yazımına talip oldum; İstanbul’da ve de özellikle Kuzguncuk gibi bir Boğaz köyünde doğup büyüyen bir kişi olarak, bu şehre ödenmesi zor bir borcum olduğunu düşünerek. Sevgili dostlarım Suna ve İnan Kıraç bu isteğimi büyük bir anlayışla karşılayıp, her konuda beni özgür kıldılar ve destek verdiler, kendilerine minnettarım. 2001 yılı başında başladığım çalışmanın son halini alması beş yıl sürdü. Zaman zaman benim vaktim yoktu, zaman zaman bir fotoğrafın değerlendirilmesi aylar aldı. Bu süre içinde hemen hemen her Cumartesi ve Pazar günlerim masa başında çalışmayla geçti. Bir bölümünü kendilerine ayırmam gereken güzel günleri ve yılları geçinmesi zor bir insan olarak tek başıma kitaplar arasında geçirdim. Bu konudaki hoşgörüleri için sevgili kızlarım Azrâ ve Esrâ’ya ve de sonsuz sabrı için eşim Renan Genim’e gönül dolusu teşekkür borçluyum.

Bu kitabın bir daha ele geçmesi neredeyse imkânsız fotoğraflarını toplayan, onların bir arşiv olarak geleceğe intikali için çalışan, arada sırada çalışmamı alt üst eden kareler yollayarak beni kızdıran dostum Ahmet Abut’a; fotoğrafların değerlendirilmesi aşamasında bir çalışma arkadaşı olarak sonsuz yardımlarını aldığım Bahattin Öztuncay’a; katkıları için Ömer Türel’e, bu kitabın baskısı için elinden gelen her türlü desteği veren, kaprislerimize büyük hoşgörüyle yaklaşan Lokman fiahin ve çalışma arkadaşlarına; kitabın tasarımı için Savaş Çekiç’e; yazdıklarımın tamamını okuyarak beni eleştiren sevgili kızım Azrâ Genim’e; her aşamada beni yakın takibe alan ve metni tekrar tekrar okuyan Belma Barış Kurtel’e; düzeltileri için Selmin Kangal ve İsa Kayaalp’e sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

Resim Galerisi