Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

POLONYALI SİMEON’UN SEYAHATNÂMESİ

 

17. YÜZYILDA İSTANBUL’DAN KUDÜS’E

 

Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi’ni okurken, Eremya Çelebi Kömürciyan’ın “İstanbul Tarihi”ni dilimize kazandıran Hrand Der Andreasyan’ı anmadan edemedim. 65 sayfalık kitaba 258 sayfalık notlar bölümü eklemişti.

 

1970’li yılların başında doktora çalışmam sırasında Eremya Çelebi Kömürciyan’ın “İstanbul Tarihi”ni okumuş ve bu kitabı dilimize kazandıran Hrand D. Andreasyan’a hayran kalmıştım. 65 sayfalık kitabın, notlar bölümü 258 sayfaydı. Bu kitap yalnızca çok iyi bir tercüme değil, büyük bir araştırmanın sonucuydu. Üzerinden kırk yılı aşkın zaman geçmesine rağmen iyi bir tercüme veya araştırma gördüğüm zaman aklıma Andreasyan gelir ve onu rahmetle anarım. Günümüzde hemen hemen hiç dip notu olmayan çokça bilimsel yazı veya kitaba rastlıyorum. Yeniden yayımlanan bir tercümesi münasebetiyle Andreasyan’ı bu yazımda anmak istedim. 24 Ekim 1892 tarihinde İzmit yakınlarındaki Bahçecik Köyü’nde doğan Hrand D. Andreasyan, eğitimini dönemin önemli bir Ermeni yerleşmesi olan Bahçecik’teki Yüksek Ermeni Okulu’nda tamamlar. İstanbul’daki Ermeni okullarında öğretmenlik ve müdürlük yaptıktan sonra 1935’te, oldukça ileri bir yaşta İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olur. Aynı bölümde uzman olarak çalışmaya başlayan Andreasyan, 1971’de 79 yaşındayken fakülteden emekli olur. Çalışmalarına devam eden yazar, 1978’de İstanbul’da vefat eder.

 

Hrand Der Andreasyan’ın ülkemizde çok az tanınan, buna karşın önemli bilgiler içeren Ermenice yazılmış kaynakları dilimize kazandırması ve özellikle derin tarih ve arşiv bilgisiyle bu kaynaklarda sözü geçen yerler ve olaylarla ilgili notları hayranlık duyulacak çalışmalardır. Eremya Çelebi Kömürciyan’ın “İstanbul Tarihi” adlı eseri gerçek anlamıyla akademik bir çalışmanın nasıl yapılması gerektiğini göstermesi bakımından çok önemlidir. Hrand D. Andreasyan’ın tercüme ve notlarıyla 1952’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin 506 No’lu yayını olarak çıkan bu kitap, XXXI + 343 sahifeden oluşmaktadır. Hemen hemen hiçbir kitapta rastlamadığımız şekilde Andreasyan’ın açıklamaları tercüme bölümün dört katıdır. 1661-1664 / 1673-1684 yılları arasındaki İstanbul ve Boğaziçi’ni anlatan Kömürciyan, dönemin tanığı olarak renkli bir dille geçmişten günümüze seslenmektedir. Andreasyan 1956 yılında İstanbul’un 1802 sonrasına dair önemli bir kaynak olan Guğas İnciciyan’ın “18. Asırda İstanbul” kitabının tercümesini yayımlar. 1964’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınları içinde Polonyalı Simeon’un 1608-1619 yılları arasındaki İstanbul, Ege ve Marmara bölgeleriyle Muş’a kadar uzanan yolculuğunun yanı sıra Venedik ve Roma ile Mısır ve Kudüs yolculukları sırasındaki tespitlerini içeren seyahatnamesi Andreasyan’ın tercümesiyle yayımlanır.

 

1969 yılına geldiğimizde bir başka Ermeni yazar, Trabzonlu P. Minas Bijişkyan’ın 1817’de Anadolukavağı’ndan başlayan ve 1819’da Rumelikavağı’nda biten anılarını içeren “Karadeniz Kıyıları Tarihi ve Coğrafyası” Edebiyat Fakültesi tarafından yayımlanır. Yukarda sözünü ettiğimiz dört kitap da geçmişin İstanbul’una dair önemli bilgiler içermekte olup şehir hakkında araştırma yapan hemen herkesin başvuru kitabı olarak kullanması gereken yayınlardır. Akademik çalışma niteliğindeki bu yayınlar, meraklısı için mutlaka okunması gereken birer kaynaktır. 2013 yılı içinde ilk yayınlanışından elli yıl sonra Everest Yayınları tarafından tekrar çıkarılan Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi, XVII. yüzyılın başlarındaki İstanbul, Venedik, Roma, Anadolu coğrafyasının çeşitli kentlerinden Mısır ve Kudüs’e uzanan bir gezi yapmamızı sağlamaktadır. Evliya Çelebi’nin seyahatlerinden yaklaşık 40-50 yıl önce gerçekleşen bu yolculuk, yazarın deneyimlediklerini günümüze aktarmaktadır. Simeon’un ilk tespitleri İstanbul’a aittir, bu tarihlerde şehirde Ermenilere ait beş kilise bulunmaktadır. İstanbul’un yerli Ermeni halkı seksen hanedir, ancak dışarıdan gelerek İstanbul, Galata ve Üsküdar’da gurbet hayatı geçirenlerin sayısı 40 bin haneyi geçer. Boğdan’dan İstanbul’a ve bütün Rumeli’den büyük Venedik şehrine kadar her yerde Ermeni bulunmayan tek bir şehir, tek bir köy ve çiftlik yoktur (s. 5). Zaman zaman bazı gezginler İstanbul’un sokaklarının çamurundan bahsederler, buna karşı Simeon “Bütün yollar, altı günlük uzunlukta da olsa, Edirne’ye kadar olan yol gibi kamilen kaldırımla döşelidir. İnsanlar ve hayvanlar ayakları ıslanmadan yürürler” diyerek, yolların bakım ve düzenini över (s. 21 ve 32).

 

KARANTİNA GÜNLERİ

 

1610 yılında Harputlu Mıgırdiç isimli vardapetin yanına katılarak Marmara bölgesinde bir geziye çıkar, Mudanya, Bursa, Edincik, Balıkesir, İzmir, Tire, Güzelhisar (Aydın), Midilli, Çanakkale, Tekirdağ, Karamürsel, İznik, Adapazarı ve İzmit şehirlerini gezerek tekrar İstanbul’a döner. 1611 yılı Haziran ayının on birinci gününde Simeon, bir grup Ermeni tüccar ve Vanlı Zakarya isimli bir vardapet ile birlikte Venedik’e doğru yola çıkar. Edirne, Filibe, Üsküp, Yenipazar, Bosnasaray yoluyla Venedik sınırındaki Kilis (Klis) şehrine varırlar. Osmanlı hakimiyeti altında olan Klis ile bir Venedik kalesi olan Split (Spalato) şehrini küçük bir nehir ayırmaktadır. Nezaret adında bir handa konaklayan gezgin burada İstanbul, Ankara, Edirne, Culfa (Nahçıvan) ve diğer yerlerden gelmiş çok sayıda Müslüman tüccar gördüğünü belirtir (s. 36). Beraber olduğu kişilerle birlikte kırk gün süresince bu handa tutulan Simeon, bu durumdan şikâyetçidir. Anlaşılan 17. yüzyılın bu erken tarihlerinde bile Osmanlı-Venedik geçişlerinde karantina uygulanmaktadır (s. 36-38). Yazar Venedik’te iki buçuk ay kaldıklarını belirtir; burada Ermenilere ait içinde hücreler, avlular, yemekhaneler ve misafir odaları bulunan kâgir bir kilise vardır. Kilisede, bir papaz ve bir keşişin yanı sıra dört adet aktarma piskopos bulunmaktadır (s. 39). Yazar, aktarma sözcüğüyle Katolik inancına geçen Ermenileri kastetmektedir. Simeon ve yanında bulunan Zakarya isimli vardapet, Venedik’te hemen her yeri gezip, zaman zaman da günlük dedikodulara kulak verirler. 1601 yılında Papalık ile Venedik arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucu Venedik’in Türklerden yardım istediği anlaşılmaktadır. Türk tehlikesinin büyüklüğü karşısında Almanya ve İspanya krallarının devreye girmesiyle bu anlaşmazlık çözülür (s. 50-51). Daha sonra Ankona üzerinden Roma’yı ziyarete giden Simeon, yolda Türkçe bilen birine rastlar. Türkçe bilir çünkü kırk yılı aşkın süredir bir kiliseye hizmet eden Kayserili bir Müslümandır. XVII. yüzyılın başlarında Venedik’ten Roma’ya kadar surla çevrili on beş konak bulunmaktadır. Her şehirde kiliselerin yanı sıra bir de misafirhane bulunmakta ve ziyaretçiler üç gün misafir edilmektedir (s. 55). Simeon’un Roma’yı ziyaret ettiği dönemde henüz San Pietro’nun kubbesi tamamlanmamıştır (s. 64). Yazar yedi ay kadar Roma’da kalır ve çevresini gezer. XVII. yüzyılın başlarındaki Roma, anıtları ve günlük yaşamı hakkında detaylı bilgiler verir (s. 60-98). Roma’dan tekrar Venedik’e döner ve deniz yoluyla İzmir’e gelir. Oradan Tire’ye, günümüzde Aydın’ın bir mahallesi olan Güzelhisar’a ve sonrasında Bursa’ya ulaşır. Bursa’dan yola çıkarak “Ağaç Denizi” dediği (s. 102) İzmit ve Adapazarı yoluyla Merzifon’a gelir. Amasya, Tokat, Sivas, Malatya, Harput, Palu, Çapakçur ve nihayetinde uzun süredir gitmek için çaba harcadığı Muş’a ulaşır (s. 112). Bütün bu gezinin amacı Muş Sultanı unvanıyla andığı Surp Karabet manastırında bulunan, Surp Karabet ve Piskopos Atanakine’nin mukaddes kabirlerini ziyarettir. Bu zahmetli yolculuk sonrasında muradına erer.

 

10 YILLIK YOLCULUK

 

Daha sonra Gölcük ve Ergani şehirlerini ziyaret eder ve Amid’e ulaşır. Günümüz Diyarbakır’ında bir Ermeni piskoposluğu, mektebi, Surp Giragos ve Surp Sarkis adlarına adanmış iki kilise bulunmaktadır. Kısa süre sonra benzer yolculuklara çıkacak Evliya Çelebi’nin de benzeri tespitleri vardır. Tokat’ın paçası, Halep’in mıklası ve Harput’un çakıl ekmeği gibi Amid’in de kebabı meşhurdur diye belirtmeyi ihmal etmez (s. 119). Amid’den yola çıkarak Sivas ve Tokat üzerinden İstanbul’a döner. Artık tek bir amacı kalmıştır; Kudüs’e giderek hacı olmak. Bu arada parası bittiği için bir sene İstanbul’da kalarak istinsah (el yazısıyla kitap çoğaltma) işinde çalışır. “İstanbul’da yazıcılara çok kıymet verirler, çünkü orada çok ruhani bulunduğu halde yazı yazabilen yoktur, zira okumak ve yazı yazmak ayrı ayrı sanatlardır” (s. 122). Bir yılın sonunda yeteri kadar para biriktirmiş olmalı ki, Rodos üzerinden İskenderiye’ye, oradan da bir süre yaşayacağı Kahire’ye ulaşır. Daha sonra Kudüs’e doğru yola çıkar ve nihayet emeline ulaşır. Kudüs’te kaldığı süre içinde ilginç tespitleri vardır. “Araplarda, ne Türkiye’de ve ne de İran’da bulunan koyu bir taassup vardır. Buna göre, Hıristiyanların beygire, deveye ve katıra binmesi yasaktır ve onlar ancak eşeğe binebilirler. Deve, Hazreti Muhammed’in bineği olduğu için kendilerinin çok hürmet ettikleri bir hayvandır ve tüyünden yapılan külah, şal ve diğer şeyleri Hıristiyanların giymesine mani olurlar. Bundan başka, Hıristiyanların eşeğe binmiş oldukları halde mahkeme, cami ve mescit önünden geçmeleri yasaktır” (s. 158). Simeon aynı zamanda keşke Kudüs’te kalmamız mümkün olsaydı diyerek, şöyle devam eder; “...oraya giden Hıristiyanlardan maada, her sene Lehistan’dan Kudüs’e giden Yahudiler de bir daha geri gelmezler ve dünyanın her tarafında bulunan kendi ırkdaşlarından yardım görürler” (s. 171) Kudüs’ten yola çıkan gezginimiz Şam, Humus, Hama, Halep, Maraş, Zeytun, Kayseri, Ankara, Konya, Akşehir, Afyon, Beypazarı, İzmit şehirlerini ziyaret ederek İstanbul’a döner. Gezdiği bu şehirlerde de ilginç tespitleri vardır. “Ankara’da pek çok Polonyalı bulunduğu için gurbet acısını unuttum ve teselli bularak bir ay orada kaldım” (s. 192). 1600’lü yılların başında Ankara’da bulunan bir grup Polonyalı, araştırmaya değer bir konu. Muhtemelen tiftik ticareti için Ankara’ya yerleşen Polonyalıların dışında başka milletlerin de bulunması gerekir. Bu arada Simeon “Ankara piskoposluğuna bağlı Ermeniler, taşradan gelenler hariç, Konya ve diğer yerlerdeki ırkdaşları gibi kendi dillerini bilmez, Türkçe konuşurlar demektedir (s. 193). XVII. yüzyılın başlarında Lvov’dan İstanbul’a, oradan Venedik ve Roma’ya, dönüşünde Anadolu üzerinden Muş’a, İstanbul’dan İskenderiye, Kahire ve Kudüs’e uzanan ve yaklaşık on yıl süren bu seyahat anıları okunmaya ve üzerinde düşünmeye değer. Polonyalı Simeon’u ve Hrand Der Andreasyan’ı hayırla anıyorum.