Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

AVRUPA’NIN ANASI ANADOLU

 

Deniz tanrısı Poseidon’un oğlu, Tyr (Lübnan) Kralı Agenor’la Telephassa’nın kızı Europa’ya âşık olan tanrı Zeus boğa kılığına girerek onu Girit’e kaçırır. Europa’nın Zeus ile birlikteliğinden üç oğlu olur. Minos, Sarpedon ve Rhadamanthys. Minos, Girit adasının yönetimini üstlenerek Minos Uygarlığını kurar. Sarpedon Lykia kralı olur. Rhadamanthys ise öldükten sonra yer altı dünyasında yargıç olur.

 

Europa yıllar sonra Giritli bir tanrıçayla özdeştirilir ve adada ona tapınılır. Ancak Europa’nın geleceği daha parlaktır. Fenike sahillerinde doğan ve tanrı Zeus’un bir dönem eşi olan bu güzel kız adını bir kıtaya “Europe” verecektir. Mitolojinin bize aktardığı bu bilgiler ışığında günümüz Avrupa isminin, Asya kökenli bir kadından geldiği anlaşılmaktadır. Çünkü ayrıca Eurupe Sami dilinde “Akşam” anlamındadır; güneşin battığı yerdir “Batı”.

 

Uzun bir tarih boyunca Küçük Asya olarak tanınan günümüz Türkiye coğrafyası, tarihin ilk çağlarından itibaren insanlığın yerleşim alanı olmasının yanı sıra bir geçiş ülkesi, çeşitli ulusların çatışma alanı ve giderek içinde kaynaşıp eridiği bir pota olmuştur.

 

İnsanlık, Afrika’dan Asya ve Avrupa’ya doğru yayılması döneminde Anadolu’nun birçok bölgesinde yerleşme izleri bırakmıştır. Günümüzden yaklaşık 600 bin yıl öncesine tarihlenen Konya yakınlarında Dursunlu ve 800 bin yıl önce İstanbul Yarımburgaz, Balkanlar’dan geçen güzergâh üzerinde Anadolu’dan Avrupa’ya art arda açılan yollardır. Dicle ve Fırat havzaları, çanak çömleksiz Neolitik Çağ’da, Filistin’den bir yay çizerek Güneydoğu Anadolu üzerinden Mezopotamya’ya inen “Bereketli Hilal”in tepe noktasındadır. Bu yerleşme merkezlerinin önde gelenleri, MÖ. 10.000 yıldan itibaren önce çanak çömleksiz Neolitik dönem; Hallan Çemi, Körtiktepe, Göbeklitepe, Nevali Çoli, Caferhöyük, Aşıklıhöyük gibi yerleşme alanları ile MÖ. 7.000 li yıllardan başlayan çanak çömlekli Neolitik dönem; Çatalhöyük, Höyücek, Bademağacı, Kuruçay, Köşkhöyük gibi yerleşim alanları artık insanlığın bilgisi içindedir. Bu yerleşim merkezleri içinde özelikle Çatalhöyük 275x450 metre boyutlarındaki alana yayılan ölçüleri ile çağının en büyük yerleşim alanı, insanlığın ilk şehridir.

 

Geç Neolitik çağ ile Erken Kalkolitik çağ arasında kesin bir ayırım bulunmamaktadır. Yaklaşık 3.000 yıl sürene bu dönem Taş-Maden Çağı olarak da tarif edilir. Taş yontuların yanı sıra başta bakır olmak üzere metal kullanımın yaygınlaştığı bu döneme ait. Batı’da Hacılar, Kuruçay, Baklatepe; Güneydoğu’da Norşuntepe, Aslantepe, Değirmentepe gibi yerleşim alanlarının geliştiği bir dönemdir. Erken dönemlerde görülen yuvarlak yapıların yanı sıra daha gelişmiş bir örnek olan tek odalı, dörtgen planlı, bazılarını dar kenarlarında apsis bulunan gelişmiş yapı örneklerine de rastlanmaktadır. Son Kalkolitik dönem, merkezi ekonominin de doğduğu çağdır. Malatya Aslantepe’de ilk kez sarayın tapınaktan, yani devletin dinden ayrıldığı bir süreç yaşanır. İlk bürokrasi, yani ilk devlet, MÖ 3.300 dolayında ilk sarayla birlikte Aslantepe’de ortaya çıkar. Daha önceki dönemlerde yerleşik sistemin odağında tapınak vardır; Aslantepe’de tapınak ve saray, yani din ve devlet iki ayrı güç haline gelir.

 

MÖ. 3.200 yıllarında başlayan Eski Tunç Çağı’na geçiş akıcı ve kesintisiz olur. Sosyal, kültürel ve siyasi açıdan güçlenmeye başlayan Anadolu’da yaşayanlar daha önceki dönemlerde olduğu gibi tarım, hayvancılık ve dokumacılıkta önemli bir aşama kaydeder. Bu çağın insanları geleneksel üretimlerini yanı sıra maden sanatının gelişimiyle, sanatsal faaliyetlerde de büyük bir gelişim gösterirler. MÖ. 3. bin içinde arasında Alacahöyük, Truva ve Beycesultan gibi kentler ortaya çıkar.

 

MÖ. 1600’lü yılların başında Anadolu’da ilk merkezi otoriteyi sağlayan Hititler, ikinci başkentleri Neşa/Kültepe’nin adıyla adlandırılır aslında; dillerine de Neşa dili denir. Orta Anadolu platosunda sahneye çıkarlar. Tevrat’ta “Hittim veya Het Oğulları” adıyla kendilerinden bahsedilen Hititler, Anadolu’da MÖ. 3. bin yılda mevcut olan ve 2. bin yılın başında yeni katkılarla gelişen ve adına Hatti denen kültür birikimine sahip çıkıp onu zenginleştirerek insanlığa armağan ederler. Kendilerine “Hatti’nin çocukları”, topraklarına “Hatti Ülkesi” diyecek kadar Anadolulaşmıştırlar. Bu nedenle de son zamanlarda, “en geç MÖ. 3. bin yıl sonlarında” Anadolu’ya birlikte göçle geldiklerine inanılan Hint-Avrupalı akraba halklardan Luviler ve Palalar’la birlikte onların da Anadolu’nun yerlisi oldukları görüşü ağırlık kazanmaya başlamıştır. Hititler gerek Mezopotamya gerekse Suriye üzerinden Mısır’dan gelen kültürel etkileri de özümseyerek gelecek kuşaklara iletirler. Mimaride kilit taşından tonoza doğru evrilen biçim, heykelde giderek doğallaşan biçem “devrim” niteliğinde onların buluşudur.

 

Zeus’un kaçırdığı Europa’nın yerleştiği söylenen Girit’te Anadolu kökenli insanların başlattığı neolitik kültür MÖ. 4. binden itibaren gelişmeye başlar. 3.000 yılda başlayan bakır ve tunç çağıyla birlikte, MÖ. 1.400’lere kadar devam edecek olan ve bazı yazarlarca Avrupa Uygarlığının beşiği olarak kabul edilen Minos Kültürü ortaya çıkar. Bir süre sonra Minos uygarlığının gücün yitirmesini fırsat bilen Akhalar MÖ. 1.450 yılı dolaylarında adayı ele geçirir ve devamında MÖ. 1.200 dolaylarında Akaları yıkan Dor akınları sonucu istila edilen adadaki uygarlık çöker. Minos uygarlığının gerek Akka gerekse Dor akınları karşısında dayanamamasının en önemli nedenlerinden biri de tarihi kesin olarak bilinmeyen, ancak genelde MÖ. 16. yüzyıl içinde gerçekleştiği düşünülen Thera/Santorini yanardağı patlamasıdır. Bu patlama sonucu oluşan tsunaminin bütün Girit kıyı yerleşimlerini tahrip ettiği ve Altın Çağı’ndaki bir Girit uygarlığını, denizlere egemen güçlü siyasetin ve ticaretin dışında bıraktığı anlaşılmaktadır.

 

Hititlerin Anadolu’da bir imparatorluk kurduğu tarihlerde MÖ. 1.700-1.200 yılları arasında Yunanistan’ın Hellas’ın güneyinde Thebai ve Orkhomenos’ta ve Peleponez yarımadasının dağlık bölgesinde adını destansal kral Agamemnon’un şehri Mykenai’dan alan Myken Uygarlığı artık tarih sahnesindedir. Bu şehir devletinin Truva’da yaptığı yıkım binlerce yıldır bilinen bir efsanedir. Bu küçük şehir devleti, şehir örgütlenmesi, yazı sistemi ve sanat eserleriyle günümüz Yunanistan’ındaki Girit etkisinde gelişmiş ilk uygarlığın izlerini taşımaktadır.

 

Mezopotamya’da MÖ. 4.000 ila 3.500’lü yıllar arasında yazının ortaya çıktığı kabul edilir. Anadolu’da ilk yazı ise MÖ. 2.000 başlarında Assur Koloni Döneminde’nde ve daha sonra MÖ. 1.700 dolaylarında Hititler’le devam eder. Helen ve Roma dünyası ise bu tarihlerde ve devamındaki çom uzun bir süre boyunca yazısız köy kültürünü sürdürmektedir. Günümüz Yunanistan’ında yaşayan insanlar doğudaki insanlara nazaran en az 1.000 yıl sonra Prehistorya’dan Historya’ya geçerler.

 

Girit’te ortaya çıkan ve gelişen Minos kültürü, yakın zamana kadar Batı dünyasının “Protohistorya”sı olarak kabul edilmekteydi. Girit’teki kazılarda üç çeşit yazılı belge ortaya çıkmıştır. Bunların ilki eski Mısır’ın tesiri altında oluştuğu düşünülen hiyeroglifikt-piktografik (resim yazısı) tür bir yazıdır. Daha sonra Linear A denilen ve devamında Mykenlerin de kullandığı Linear B olarak nitelenen linear/çizgisel yazı türleri görülür. Knossos ve özellikle Pylos’ta, az sayıda Mykenai’da depo küpleri ve tabletler üzerinde görülen bu yazılardan Linear B yazısı, İngiliz bilim adamı Michael Ventris tarafından 1952 yılında çözümlenir. Çok eski Helence olan Linear B dili klasik Helence’den oldukça farklıdır.

 

Linear B yazısının ortaya çıkmasına neden olan ve piktoğrafik yazıdaki resimlerin basit formlar haline getirilerek, resimler yerine birkaç çizgi ile ifade edilen Linear A yazısı ise daha çözülememiştir. Girit adası dışında herhangi bir yerde rastlanmayan bu yazının günümüzde kaybolan eski Girit dili ile yazıldığı düşünülmektedir.

 

Akaların MÖ. 2. bin başlarında Balkan yarımadasından güneye doğru göç ettikleri, MÖ. 2.000 ile 1.600 yılları arasında Proto-Helen dönemini başlattıkları kabul edilmektedir. Kuzeyden gelen Akalar başlangıçta denizci olmadıkları için uzun bir dönem boyunca Hellas ve Peloponez yarımadasında hüküm sürmüş, olup ancak 1.600’lü yıllarda Minos uygarlığı etkisiyle ortaya çıkmaya başlamışlardır. 1.400’lü yıllara kadarda kurduğu Deniz İmparatorluğu ile Doğu Akdeniz’in en güçlü ülkeleri arasında yer alan Minos uygarlığının denizlerdeki hakimiyetine son verip, onların ticaret bölgeleri ve yüksek uygarlıkları üzerine kurdukları kendi Akha/Myken uygarlıklarını bu coğrafyada hakim unsur haline getirdikleri anlaşılmaktadır. MÖ. 1.200’lü yıllarda başlayan Dor istilası ise, zaman içinde günümüz Helen Uygarlığının kurulmasına yol açar.

 

MÖ. 1.100 dolaylarında Miken uygarlığının tarihe karışması ile birlikte, bu coğrafyada 800 yıllara kadar devam eden “Karanlık Çağ” başlar. Bu döneme ait hiçbir yazılı belge olmadığı gibi, yetersiz arkeolojik veride bir bilgi oluşturmaktan uzaktır.

 

MÖ. 800’lü yıllardan itibaren özelikle Peloponez yarımadası ve ona yakın bölgelerde Atina, Sparta, Korint, Delfi, Thebai gibi şehir devletleri oluşmaya başlar. Kent devletlerinin uzun bir dönem boyunca birbirleriyle yaptıkları bitmez tükenmez savaşların en önemli sebebi bulundukları coğrafyanın yetersiz üretim alanlarıyla ilgilidir. Yeteri kadar gıda üretimi yapacak alan olmadığı için gelişemeyen, bu ufak devletler gelişmenin tek yolunun komşu üretim alanlarını hakimiyetleri altına almak düşüncesiyle devamlı savaş halindedirler. Peloponez yarımadası ve onun hemen üst bölümündeki dar bir alana sıkışan yerleşik toplumların ve yeni gelen Dorların tek şansı denize açılmak, denizlerde hakimiyet kurulmasıdır.

 

Fenikelilerin Altın Çağı, MÖ. 1150-850 arasında, Assur’a bağımlı olana dek, özellikle Tyros ve Sidon öncülüğünde, yaşanır; ticari etkinlikler sonrasında da sürer. 450 yıl Akdeniz’in ve bu ara 300 yıl boyunca da Ege’nin ticaret beyleridir onlar. MÖ. 2.800’lü yıllardan itibaren Akdeniz ve Adalar Denizi çevresinde deniz ticareti yapan, MÖ. 1.500’lü yıllardan, MÖ. 539 tarihine kadar güçlü bir deniz imparatorluğu yaratan Fenikeliler nerede ise tüm denizlere hâkim haldedir. MÖ. 1.750-1.450 arası Girit’in, 1.450-1.200 arası Girit’ten aldığı mirasla Akha/Mikenlerin deniz ticaretinde bir miktar söz sahipleri oldukları bilinmektedir. Korunaklı limanı, Anadolu’nun iç bölümleri ile olan bağlantısı nedeniyle, Milet’in bir süre Girit ve Miken toplulukları ile yoğun ticaret ilişkisi içinde olduğu kabul edilmektedir.

 

Yunan ana karasında “Karanlık Çağ” yaşanırken gerek adalar gerekse Anadolu sahilinde yer alan şehirler verimli alanlarda yaptıkları tarım sonucu zenginleşmekte, Fenike ticaret gemilerini uğrak limanları olarak bilinen dünya ile irtibat kurmaktadırlar. MÖ. 539’da Pers İmparatoru Kyros’un Fenike devletini yıkması sonrası Akdeniz’de hakimiyet yavaş yavaş Helenlere geçmeye başlar. MÖ. 7. ve 6. yüzyıllarda Milet’in Marmara ve Karadeniz’de 80 koloni kurduğu bilinmektedir. Bu yerleşmeler ile yapılan yoğun ticaret sonucu Milet’in her alanda zenginliği artar, kültürel ve sanatsal yaratıcılığı, Milet Okulu ile çağdaş bilimin, Miletli Thales ve Prieneli Bias ile Sokratik düşüncenin temellerinin atılması sağlanır. Batı Uygarlığı’nın yaratıldığı İonia’da Milet önderliğinde MÖ. 650-540 arası zamanda Ege “Altın Çağı"nı yaşar. Thales’in babasının Heksamyes ve Bias’ın babasının Teutames adlarının Karca, yani Luvice olması onların da Helen olmadıklarının kanıtıdır. Milet ve çevre halkı Anadolu insanı, Luvi, kökenli oldukları içindir ki Homeros MÖ. 8. yüzyılda ve Herodotos MÖ. 5. yüzyılda Milet ve çevresinde Helence olmayan bir dil, Karca, konuşulduğunu yazar. Yazı dili olarak Helence kullanılması bölgede yaşayan halkın Helence konuşmasını gerektirmez. MÖ 1.200’lü yıllarda meydana gelen Ege Göçleri ile Batı Anadolu’nun Helenler’ce istilası sadece MÖ 5. yüzyılda Atina’da uydurulan propaganda amaçlı mitoslar, yani masallardır. Tıpkı günümüzdeki Suriyeli göçü gibi, bu göçler 1.200 dolaylarında Dor saldırılarıyla herşeylerini yitiren perişan Akha halkının bir umut arayışı, bir sığınma kaygusudur. Milet önemlidir, çünkü ünlü bir Homeros bilgini, Joachim Latacz, “Avrupa’nın ana kenti Atina değil, Milet’tir” der.

 

Anadolu kıyılarında kurulan şehir devletlerinin çoğunun geçmişi neolitik döneme kadar uzanmaktadır. Her ne kadar kıyı bölgelerinde yaygın olarak Luvice kökenli ve birbirine yakın Lidyaca, Karyaca, Likyaca, Pisidyaca, Pamfilyaca gibi diller konuşulmaktaysa da bunlar deniz ticareti için kullanımı yaygınlaşmamış dillerdir. Muhtemel İç Anadolu kökenli bir dil ailesinden gelen bu diller deniz ve denizcilikle ilgili terimleri oluşturmakta da yetersiz kalmaktaydılar. Denizden ekmek yenecekse, bu dillerin doğurduğu karmaşa yerine deniz kıyılarında konuşulan bir lisanı kabul etmeleri daha akla yakındır. Halikarnassoslu olan Herodot zamanında Karia’da Karca yazılır ve Karca konuşulur. Kendi anadili dururken Helence yazma nedeni, Helencenin Ege ve Akdeniz’de bir ticaret dili olarak yaygın olması, tıpkı günümüz İngilizcesi gibi daha çok insan tarafından okunmasıdır.

 

Modern Çağda, binlerce dilin konuşulduğu, ortak dilin Saktritçe olduğu Hindistan’da, çok dilli Zimbabve, Nijerya, Kenya, Tanzanya gibi ülkelerde İngilizcenin, Senegal, Kongo, Çad gibi ülkelerde Fransızcanın, Angola ve Mozambik’te Portekizcenin resmi dil olarak kabulü bu ülke insanlarının İngiliz, Fransız veya Portekizli sayılamayacağı gibi Anadolu’nun sahil bölgelerinde binlerce yıldır yaşayan Anadolu kökenli insanların Helen olarak nitelenmesi de doğru değildir.

 

Attika-Delos Birliği, Aka-Dor kökenli Helen topluluklarının küçük şehir devletleri olarak denizlere hâkim olamayacakları bilincinin gelişmesi sonucu MÖ. 477 yılında Delos Adası merkez olmak üzere kurulur. Bu birliğin Anadolu bağlamında önemi, bu birliğe paralı üyelikle Atinalıların Pers egemenliğinden kurtardığı Anadolu kentlerini sözde himayesi altına alması, onları koruması olarak gösterilir. Toplanan paraların Perikles zamanında Atina, özellikle de Akropolis yapımı için kullanıldığı da bilinir. Atina’ya güvensizlik, MÖ. 5. yüzyıl Atina egemenliğinin Anadolu halklarını canından bezdirmiş olmasından bellidir. Likyalılar ve Pamfilyalılar onlarla kavgalıdır; Pers dostudur onlar. Perslere karşı MÖ. 499’da başkaldıran Milet’in bile Atinalılara iki kez isyan etme nedeni de bu sömürgeci, baskıcı zihniyeti içlerine sindiremeyişin kanıtıdır. 454 yılında birliğin merkezi Atina’ya taşınır, şehir devletlerinin aralarındaki anlaşmazlık sonucu MÖ. 404 yılında dağılır. Dikkat edilirse bu birlikte hiçbir Anadolu şehrinin yer almadığı görülecektir.

 

Bütün bunlara ek olarak, dünya tarihinde Yunanistan’ın yedi (on) bilgesi olarak tanıtılan insanların doğduğu yerlere ve yaptıkları işlere bakmakta da fayda olduğunu düşünmekteyim.

 

Günümüz Yunanistan’ının yedi bilgesinin ilki Tales’tir. Miletli Tales, felsefe, astronomi ve matematik konusunda ünlü bir isimdir. MÖ. 624-545 yılları arasında yaşar ve Yunanistan’a seyahat ettiği konusunda bir bilgi yoktur. İkinci isim ise Lindoslu Cleobulos (MÖ. 530-?) olarak belirtilir. Mısır’da felsefe eğitimi aldığı ve hayatını Rodos’ta sürdürdüğü söylenmektedir. Atinalı Solon (MÖ. 640-560) bir devlet adamı, şairdir. Spartalı Chilon (MÖ. VII. yy.) bir yönetici, Prieneli Bias (MÖ. 600-530) hukukçu, Korintli Periandor (MÖ. 635-585) zorba bir yönetici, Midillili Pittakos (MÖ. 640-568) general asker kökenlidir. Daha sonra bu listeye ilave edilen üç isim ise Karadeniz kökenli Amacharsis (MÖ. VII. yy.) zeki bir adam, Giritli Epimenides (MÖ. 600-?) felsefeci, Khenli Myson’nun (MÖ. 600-?) ise çiftçilik dışında ne işle meşgul olduğu bilinmez. Üstelik bu yedi bilge yaşamlarından yaklaşık üç yüz yıl sonra Pireli Demetrios (MÖ. 350-283) tarafından derlenen sözleriyle yedi veya on bilge olarak belirlenirler. (Thales ve Bias “Önsokratik düşüncenin öncüleri” olarak MÖ. 5. yüzyıl Atina düşünürleri arasında büyük itibar görürler, Pittakos, MÖ. 7. yüzyıl sonlarında Midilli’yi kötü gidişten kurtarmak için halkın isteği üzerine başa gelen ve söz verdiği gibi, durumu düzelttikten sonra -halkın bırakmamasına karşın- kendi isteği ile ayrılan ilk demokratik önder olarak bilinir. Solon’un Atina’da MÖ. 594’te aristokratlara karşı başarısız olan demokrasi denemesi Pittakos’tan yüz yıl sonradır ve kuşkusuz onun etkisini taşımaktadır. Solon eğer Atina’da MÖ 508’de “demokrasisinin öncüsü” sayılıyorsa, Ekrem Akurgal hocamın da dile getirdiği gibi, “Demokrasi’nin gerçek anayurdu Anadolu”dur.

 

Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı gibi, felsefenin ilk kurucuları olarak tanıtılan bu kişilerden yanlızca Thales, Cleobulos ve Epimenides’in felsefeyle meşgul oldukları, Pittacus’un hukukçu olduğu, Solon, Chilon ve Pittacus’un asker ve yönetici oldukları, diğerlerinin ise isim olarak bilinmelerine karşılık felsefeye ne gibi katkıları olduğu anlaşılamaz. Peki nasıl olurda, Helen ana karasından felsefe ile ilgisi bilinen hiçbir ismin yer almadığı bir liste Helen felsefesinin kurucuları olarak tanıtılmaktadır. Cleobulos felsefe eğitimi için niçin Mısır’a giderde, Helen ülkesine, çok daha sonra bir eğitim merkezi olacak olan Atina’ya gitmez.

 

Yedi veya On bilgenin dışında kalan felsefeciler Pisagor’un (MÖ. 570-495) Sisamlı, Anaksimandros’un (MÖ. VI. yy.) Miletli, Anaksagornas’ın (MÖ. VI. yy) Klazomenai’li (İzmir yakınları), Levkippos’un (MÖ. V. yy.) Miletli, Empodokles’in (MÖ. IV. yy) Agrigento’lu, Hippacus’un (MÖ. VI. yy.) İtalya kökenli olduğunu, buna karşı Helen ana karasında felsefenin ancak V. yy içinde gelişmeye başladığını da hatırlatmak isterim. Görülen odur ki insanlığın bugünkü aşamaya ulaşmasını sağlayan ana kent Atina değil, Geç Tunç Çağ’ından beri yerleşim yeri olan ve büyük oranda Luwi’ce konuşulan Milet başta olmak üzere Batı Anadolu’da yer alan şehirleri ve onların oluşturduğu birlikteliktir.

 

Bir diğer dikkat çekici husus, Antik dönemin yedi harikasıdır. Mısır Piramitleri, Babil’in Asma Bahçeleri, Rodos Heykeli, İskenderiye Feneri, Zeus Heykeli, Rodos Heykeli, Kral Maussollos’un Mezarı, Artemis Tapınağı. Yedi harikadan yalnızca biri Zeus Heykeli Helen ana karasındadır. Bu anıtların üçü Anadolu ve onun uzantısı olan Rodos’ta, ikisi Mısır’da, biri ise Babil’dedir. XVIII. yüzyılın başından itibaren dünyaya kabul ettirilmeye çalışılan bir dönemin Helen uygarlığı nasıl olurda kendi ana yurdunda bir heykel dışında yedi harika içine girecek bir mimari eser yaratamaz.

 

Yakın geçmişe ait sömürge ülkelerinde, o ülkeye hâkim olan sömürge idareleri elbette çok sayıda anıtsal yapı yapmışlardır. Ancak bu yapıların hiçbiri kendi ülkelerinde yaptıkları yapılardan daha önemli değildir, çoğunlukla da kendi ülkelerindeki yapıların kopyalarından oluşur. O halde Helen uygarlığı kendi ülkesinde yapmadığı yapıları nasıl olurda koloni olarak tanıttığı ve oluşturduğu birliğe dahil olmayan ülkelerde yaparlar veya yapılmasına müsaade eder?

 

XVIII. yüzyılın başından itibaren yavaş yavaş kabul ettirilmeye çalışılan gerçek dışı iddialar, ortaya çıkan ve çıkacak olan yeni bilgiler ışığında bir kere daha gözden geçirilmelidir. Avrupa bir yandan kökenlerini Hattuşaş ve Truva’da ararken, Marsilya kuruluşunu MÖ. 6. yüzyılda bölgeye gelen Foçalılara borçlu olduğunu söylerken, Roma varlığını Troia’ya ve kültürünü büyük oranda Anadolu kökenli Etrükslere bağlarken; nasıl olur da kendi uygarlığının oluşumunu tanrılar dünyasında Anadolu’ya, mimari ve heykelde İonyalılara borçlu olan ve bu etkilerle yaratılan Klasik Çağ’la birlikte Ege Denizi çevresinde sözü geçmeye başlayan Helen toplumuna borçlu olduğunu düşünebilir.

 

Bugün dünyamızın büyük bir bölümünde var olan uygarlığın kökeni Anadolu’dur. İnsanlık Afrika üzerinden bu toprakları kat ederek Dünya’ya yayılır. Neolitik devrim ve şehir kurma Anadolu üzerinden, Balkanlar ve Avrupa’ya ulaşır.

 

Montesquieu’nun “Kanunların Ruhu Üzerine” isimli kitabında Likya Birliği yasanını demokrasi anlamında antik dünyanın en mükemmeli olarak örnek gösterdiğini göz önüne alarak, bu konuları öncelikle bizim araştırmamız ve herkesin kültürel kökenleri konusunda gerçeği öğrenmesine yardımcı olmamız gerekir. Ancak ne yazık ki sık sık söylediğim gibi “Nelere malik olduğunun farkında olmayanlar için, malik olduklarının bir değeri yoktur.” Malik olduğumuz değerlerinin farkına varırsak, uluslararası toplumdaki yerimiz çok daha önemli ve saygın olacaktır.

 

Avrupa’nın köken olarak Anadolu’yu görmezden gelme düşüncesinin temelinde büyük oranda Katolik Kilisesi bulunmaktadır. 1204’te Roma Ortodoks Kilisesi’nin yağmalayan, kültürün Batı toplumunda yaygınlaşmasında önemli rolü olan İstanbul Merkezli Roma İmparatorluğu’nu yok farz eden Katolik Kilisesi, Ortodoks toplumunun güç kaybetmesi sonucu, bu kere gücünü Müslümanların eline geçen topraklardaki evrensel kültürü ret etmeye yöneltmiştir.

 

Alman bilim insanı Helmut Uhlig’in yazdığı “Die Mutter Europas / Avrupa’nın Anası Anadolu” kitabını mutlaka okumamız gerekiyor. “Avrupa adının Asyalı bir prensesin adından geldiğini unutmamak gerekir…Avrupa merkezli Hıristiyanlık kibrinin bir dayanağı yoktur… Avrupa tam doğal coğrafi sınırlarına kavuşacağı sırada ikiye bölündü. Buna, iktidar hırsıyla parçalanan kilisenin güç grupları sebep olmuştu. Oysa, insanlara sevgiden ve barıştan en çok onlar söz ediyorlardı. Ancak dördüncü yüzyıldan beri Avrupa’da ve onların egemen olduğu diğer yerlerde Hıristiyanlık adına yapılanlarla Hıristiyanlık dininin kendilerine ait iddialarının pek de bir ilgisi yoktu” (s. 10-11).

 

Bu yazıya büyük katkıları olan, sevgili dostlarım, Prof. Dr. Havva ve Fahri Işık yıllardır, var olan bu yanlış kurguyu yıkmaya, Avrupa’nın varlığını ve kültürünü büyük oranda Anadolu’ya borçlu olduğunu, ortaya çıkan buluntular ile anlatmaya çalışmaktadır. Ancak, bilim dünyası ortaya çıkan bilgileri değerlendirmeyi değil, kör bir inancın çizdiği, çıkmaz sokakta yola devam etmeyi marifet saymaktadır. Anlaşılan doğruya erişmek, bir dönem art niyetlerle oluşturulan geçmişe ait bilgilerimizi genişletmek için çok daha fazla çalışmamız ve araştırma yapmamız gerekiyor. Gerçeği öncelikle biz öğrenmeliyiz ki, başkalarına anlatabilelim. Avrupa Birliği içinde yer almak için uzun bir süredir bitmez tükenmez müzakerelere katılıyoruz, bize empoze edilmeye çalışılan değerlerin bazılarının evrensel değerler olduğu şüphesizdir. Ancak bu değerlere uymamız gerektiğini söyleyen ülkeler menfaatleri söz konusu olunca uymamızı istedikleri değerleri görmezden gelebilmekteler. Anadolu insanı binlerce yıldır kendi değerleri ile uyum içinde yaşarken, yapılan bazı müdahaleler nedeniyle karmaşa içine düşmüş ve birbirine düşman topluluklar haline getirilmiştir. Elbette Avrupa Birliği’nden alacağımız çok ders vardır, ama üstü kapalı çıkar kavgası içinde yer almanın getireceği bitmez tükenmez çekişmeler yerine, herkesin kazanç sağlayacağı yeni bir Akdeniz Ticaret Birliği oluşturmak için çaba sarf etmemiz acaba daha doğru bir çözüm mü olacaktır?

 

Helmut Uhlig, Avrupa’nın Anası Anadolu, Çev. Yasemin Bayer, İstanbul, 2020.

 

Fahri Işık, Uygarlık Anadolu’dan Doğdu, İzmir, 2019.