Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

BOĞAZİÇİ KANUNU ÜZERİNE

 

Bin yıllar öncesinden günümüze ulaşan bir Latince deyiş; “Cessante ratione legis cessat ipsalex/Kanunun mantığı bittiyse kanun bitti” uzun bir süredir üzerinde düşünmekte olduğum Boğaziçi konusundaki bazı soruların aydınlığa kavuşmasına neden oldu.

 

18 Kasım 1983 tarih ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu yasal ama ahlâki olmayan bir düzenleme olarak hukuk tarihimizde yer alan bir metindir. 6 Kasım 1983 günü ülke sathında genel seçimler yapılır ve Anavatan Partisi 400 üyeli Büyük Millet Meclisi’nde çoğunluğu elde ederek iktidar olur. Seçimler sırasında Anavatan Partisi Bingöl’de üç milletvekilliğini de kazanmasına rağmen bir adayı veto edildiği için milletvekili sayısı 211 olarak belirlenir. Böylece 400 kişilik meclis 399 kişi ile toplanır

 

Turgut Özal yönetimindeki Anavatan Partisi kesin seçim sonuçlarına rağmen bir süre hükümeti kurma ile görevlendirilmez. İktidarını sürdürmekte olan cunta seçim sonuçlarını beğenmemiştir ve hâlâ yapmak istediği düzenlemeler vardır. Bu arada hazırlanan ve yürürlüğe konulan kanunlardan biri de 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’dur. Turgut Özal yönetiminde kurulan 45. Hükümet ise bir dizi kanunun yürürlüğe konulmasına müteakip seçimlerden ancak otuz altı gün sonra yönetimi üstlenebilir.

 

Boğaziçi Kanunu’nun amacı; “İstanbul Boğaziçi Alanının kültürel ve tarihi değerlerini ve doğal güzelliklerini kamu yararı gözeterek korumak ve geliştirmek ve bu alandaki nüfus yoğunluğunu artıracak yapılanmayı sınırlamak için uygulanacak imar mevzuatını belirlemek ve düzenlemek” olarak belirtilmiştir.

 

Alelacele ve neden biz böyle düzenli bir alanda oturmuyoruz ve yaşamıyoruz anlayışıyla ve yeteri kadar araştırma yapılmadan hazırlanan bu kanun üzerinde yapılan çokça değişikliğe rağmen varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

 

Sözde Boğaziçi’ni korumak ve geliştirmek amacıyla yapılan bu kanun, Boğaziçi’nin otuz sekiz yıldır, keyfi hükümler ve görmezden gelmeler sonucu dejenere olmasına yol açmıştır ve açmaya devam etmektedir. Aradan geçen bunca yıla rağmen kanunda belirtilen imar mevzuatı hâlâ net olarak belirlenmemiş olup, büyük bir alanda kanunun Geçici 4. Maddesi gereğince yeşil alan statüsü uygulanmaktadır. Mülkiyeti özel kişilere ait olan alanlarda uygulanan bu geçici madde, giderek artan ihtiyaçlar nedeniyle kamu arazilerinde bir yolu bulunup uygulanmaz hale getirilmiştir.

 

Bazıları yüz yılı aşkın süredir aynı aile tarafından kullanılan konutlar yürürlüğe giren bu kanun nedeniyle kamuya açık kullanıma tahsis edilmiş olup, kamulaştırma gibi bir uygulamada yapılmadığı için yasal olmayan şekilde konut olarak kullanılmaya devam edilmektedirler. Çoğu yapı ise lokanta, kafeterya ve benzeri şekilde kamuya açık olarak projelendirilmiş olmalarına rağmen konut olarak kullanılmaktadırlar.

 

Başlangıçta belirttiğim “Kanunun mantığı bittiyse, kanun bitti demektir.” sözüne bu durumdan daha iyi uyan bir örnek bulmak gerçekten güçtür. Zaten başlangıçtan beri bu Kanun’un mantığı yoktur. Korumanın, güzelleştirmenin ve geliştirmenin yasaklama ile olamayacağını düşünmekten uzak bir zihniyetin mantık ile alakasının olmadığını açıktır.

 

1960’lı yıllardan itibaren Boğaziçi yamaçları hızla işgale uğrar, çok azı özel mülkiyete, büyük bir çoğunluğu kamuya ait olan bu alanlar hızla yapılarla dolar. Gecekondu olarak tabir edilen, ancak dünyada bir başka örneği olmayan şekilde dört veya beş katlı, çift daireli kaçak yapılar hemen her yamacı işgal eder. Zaman zaman çıkarılan “Tapu Tahsis” belgeleriyle de bu kaçak inşaatları yapan insanlar tapularını alarak yasal mülk sahibi olurlar.

 

Gel de Tacitus’a hak verme; “Bizi koruyuculardan kim koruyacak?”.

 

Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nda yapılan bir görüşme sırasında kanun konusunda görevli bir amiral ile bir generalin; “... bu alandaki yapı yasağı uygulaması sonucu, buradaki mülklerin sahipleri zaman içinde binalarını kullanmadıkları için, kullanamadıkları mülklerinin emlak vergilerini ödemeyecek, veraset suretiyle elde edilecek mülklerin veraset vergilerini yatırmayacak, devlet olan borçları nedeniyle bir süre sonra bu alanlar otomatikman devletin mülkiyetine geçecektir...” sözleri aklı başında ve hukukun üstünlüğüne inanan kişilerin değil, bir şekilde yönetim gücünü eline geçirmiş kişilerin nefret ve hasedini yansıtan beyanlar olarak değerlendirmek gerektiğini düşünmüştüm.

 

Hâlbuki onlara önerildiği şekilde özellikle köy içlerinde bulunan alanlarda, oluşmuş çevrenin geleneksel dokusuna uygun iki veya üç katı geçmeyen yapı izinleri ve bu izinler karşılığı toplanacak meblağla yapılacak kamulaştırmalar, günümüzde Boğaziçi’nin büyük bir bölümünün kamu mülkiyetine geçmesi ve bu problemin kökten hallolmasına imkân verecekti. Ama o günkü mantık “Emir demiri keserdi”. Ancak kendilerine anlatılmaya çalışılan sosyal hayatta emirin demiri kesemeyeceği, tam tersi bu tür düzenlemelerin karmaşa yaratıp, daha kötü sonuçlara yol açacağıydı, anlamadılar veya anlamak istemediler. Emir almışlardı ve kendilerince emir emirdi, üzerinde düşünüp farklı öneriler gerçekleştirecek bilgi ve anlayış seviyesinde değildiler. Bu nedenle hazırladıkları kanuna Geçici 4. Maddeyi eklediler: Geçici Madde 4 – Boğaziçi kıyı, sahil şeridi ve öngörünüm bölgelerinde 22/7/1983 tasdik tarihli 1/5000 ölçekli nazım ve 1/1000 ölçekli imar uygulama planları ile konut kullanımına ayrılmış, ancak yapı yapılmamış olan yerlerde yeşil alan statüsü uygulanır. Sözde yürürlükte olan bir plan vardır ama, yapı yapmak da yasaktır. Kanunların geçici maddeleri belirli bir süre, genellikle de geçiş sürecindeki bazı düzenlemeleri içerir. Bu ne biçim geçici maddedir ki, otuz sekiz senedir mevcudiyeti korumaktadır.

 

Bu kanunla, Boğaziçi alanı, kendi içinde Boğaziçi Sahil Şeridi, Ön Görünüm Bölgesi, Geri Görünüm Bölgesi ve Etkilenme Bölgesi olarak dört bölüme ayrıldı. 1/5000 ölçekli bir harita üzerinde, Boğaziçi’nin gerek topoğrafik gerekse yerleşim özelliklerini bilmeyen bazı kişiler tarafından hazırlanan bu bölüm çizgileri sonucu daha da kötü bir durum ortaya çıkmış oldu. Kuzguncuk, Beylerbeyi, Küçüksu, Çubuklu, Büyükdere gibi geniş vadi alanlarında Ön Görünüm çizgisi zaman zaman tepelerin üst bölümlerine kadar çıkarken, bazı vadilerde kıyıdan çok uzakta olmayan alanlar Geri Görünüm bölgesinde kaldı.

 

Bir süre sonra Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nün yetki sınırı yalnızca Sahil Şeridi ve Ön Görünüm Bölgesini kapsayacak şekilde değiştirildi. Geri Görünüm ve Etkilenme Bölgesi üzerindeki imar denetimi İlçe Belediyeleri’ne devredildi. Kısa süre sonra hayali bir çizgi ile ikiye ayrılan bir sokağın bir yanındaki mülk sahipleri önce iki, daha sonra üç, hatta bazı belediyelerin oy kaygısı ile yaptıkları düzenlemeler sonucu dört veya beş katlı yapı yaparken, sokağın diğer yanındaki insanların evlerini tamir ettirmeleri bile yasaklandı.

 

Bu kanunun görmezden gelinen en sakıncalı ve hukuka aykırı yönü, bazı kişileri yüz yıllardır malik oldukları mülklerine veya arsalarına yapı yapamazken, tapulu mülk ve arsalarının bir dönem kamu mülklerini işgal edenlere kanun gücüyle eğlence ve gezi alanı olarak tahsis edilmesidir. Aradan geçen uzun zaman içinde Boğaziçi’nin arka bölümlerinde kalan alanlar yeniden düzenlenip, çağdaş olanaklarla donatılırken, yüz yılların birikimine sahip Boğaziçi köylerinin birer mezbelelik haline dönüşmesine ve kaçak yapılarla dolmasına neden oldu. Günümüzde Boğaziçi Ön Görünüm Bölgesi’nde yaşayan insanlar kendilerini kamunun tehdidi altında görmekte ve çoğu kişi yaşantısını deprem korkusu altında sürdürmektedir.

 

Bu arada sık sık “deprem olacak oturduğunuz yapıları depreme dayanıklı hale getirin” sözlerine muhatap olan, ancak hiçbir şekilde yapılarının yenilenmesine izin verilmeyen bu insanların yaşamak zorunda kaldığı psikolojik şiddeti de görmezden gelmemek gerekir.

 

2019 yılı içinde Boğaziçi Bölgesi’nde düzenli yapısı bulunanlar bir kere daha devletin hışmına uğradılar. Yüz yıllar boyunca hep birlikte yarattıkları kültürel ortam ve kısmen de olsa düzenli yerleşim birilerinin dikkatini çekti ve kamu mülklerini işgal eden çoğunluğun beklentilerine cevap verecek düzenlemeleri yapmak için bir gelir kapısı olarak görülüp, değerli konut vergisine tabii tutuldular.

 

Bir grup aklı evvel, hasbelkader yöneticilik vasfını silah gücü ile elde edenlerin araştırıp incelemeden popülist söylemlerle oluşturduğu bir kanun, Boğaziçi’nde yaşayan insanların kaderi haline geldi. Kanunun yürürlüğe girdiği gün doğan çocuklar bugün otuz sekiz yaşına bastılar. Yıllardır bu problem ile büyüdüler, ailelerin malik olduğu mülkler üzerinde nerede ise hiçbir tasarruf hakları olmadı, yapmak istedikleri düzenlemeler için kanun dışı yollara sapmaya mecbur kaldılar. Bu gözü karalığı gösteremeyen çoğu kişi malik oldukları mülkleri yok pahasına elden çıkartmak zorunda kaldılar. Bir süre sonra kendilerinin onaramadığı veya yeniden yapamadıkları mülklerinin eskisinde daha büyük ve değerli olacak şekilde yeniden yapılabildiğini gördüklerinde mensubu oldukları devlete güven duyguları erozyona uğradı.

 

Üstelik son günlerde özelikle Üsküdar Geri Görünüm Bölgesi’nde yapılan düzenlemeler, Üsküdar Belediyesi’nin öncülüğünde yapılan kentsel dönüşüm çalışmaları insanların devlete güven duygusunu giderek daha da zedelemekte. Sokağın bir yanında nerede ise dört kata varan yeni bina yapmak imkânı varken, sokağın diğer yanındaki insanlar kaderlerine terk edilmiş durumdalar. Halbuki akılcı bir yönetim bunca yıldır görmezden gelinen bu durumu çözebilir. Bunun için yapılacak tek şey popülist söylemleri görmezden gelmek ve doğru kararlarla oluşturulmuş bir planı yürürlüğe koymak olacaktır.

 

Bir dönem bazı insanların “ben yaptım oldu” düşüncesi ile yaptıkları bir kanun oy kaygısına düşen, konunun gerçeklerinden uzak, medyanın baskısından çekinen politikacılar tarafından tabu haline getirilerek, bırakın hal edilmek, üzerinde düşünülmesi bile istenmeyen bir probleme dönüştü.

 

Çok büyük bir bölümü kaçak ve kural dışı yapılar ile imar planlarında yapılan spekülasyonlar sonucu oluşan bir şehirde, düzenli yaşamak isteyen insanlar dikkat çekti ve çeşitli yöntemlerle cezalandırıldı. Bir dönem örnek gösterilen yerleşim alanları çöküntü alanlarına döndü veya dönmek üzere. Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihte, kırsal bir görüntü arz eden Ümraniye, Kağıthane, Arnavutköy vb. ilçeler çağdaş donatı alanlarına sahip olurken eskinin en güzel yerleşim yerleri günün beklentilerine cevap verecek yapılardan uzak kaldılar.

 

Bu konuda acilen yapılması gereken birçok düzenleme var. Bir ülkede az sayıda da olsa bir grup insanın yaşamlarını kanunların tehdidi altında sürdürmelerini beklemek çağdaş ve demokratik bir ülke olma iddiasındaki toplumların kabul edebileceği bir durum değildir. Boğaziçi konusu en kısa süre içinde aklın yol gösterdiği tedbirler ve düzenlemelerle adil bir şekilde çözüme kavuşturulmalıdır.

 

KUTU

Boğaziçi Kanunu’nun nasıl oluştuğunu merak edenlerin 18 Kasım 1983 tarihli Milli Güvenlik Konseyi toplantısı kayıtlarını okumasını öneririm. Seçimlerden on iki gün sonra konsey hala faaliyetine devam etmekte ve kanun yapımı için çalışmaktadır. Kenan Evren, Nurettin Ersin, Tahsin Şahikaya ve Sedat Celasun’dan oluşan konseyin genel sekterliğini Sedat Güneral yapmakta, Boğaziçi Kanunu gibi çok özel bilgi ve deneyim isteyen bir kanunun komisyon başkanlığını ise Tuğgeneral Cumhur Evcil yürütmektedir. Sorulan sorular ve yapılan açıklamaları okuyunca bu yazının başında niçin ben yaptım oldu dediğim daha iyi anlaşılacaktır.

Milli Güvenlik Konseyi Tutanak Dergisi, C. 11, 186 ncı Birleşim /18 Kasım 1983.

 

KUTU

İstanbul pek çok kişinin sandığının aksine yeşil ve ağaçlarla kaplı değildir. Zaten böylesi bir ağaç zenginliği de bulunduğumuz coğrafya gereği mümkün değildir. Bu coğrafyada ağaçtan çok makiler, küçük ağaççıklar yaygındır. Günümüz Boğaziçi’nin ağaçlıklı alanları, Hüseyin Avni Paşa Korusu, Fethi Paşa Korusu, Kandilli Korusu, Mihrabat, Abraham Paşa Korusu, Yıldız Parkı, Arkayin Korusu, Emirgan Parkı XIX. yüzyılın ikinci yarısında bu alanların sahiplenilmesi sonucu oluşmuştur. Boğaziçi’nin Rumeli Yakası’nın Büyükdere ve çevresindeki ağaçlıklı alanların hemen hepsi yabancı ülkelerin elçiliklerine ait bahçelerdir ve bilinçli bir şekilde ağaçlandırılmışlardır.

 

Kuzeye doğru, boğaz girişindeki ağaçlıklı alanlar ise 1936 Montrö antlaşması sonrası bu bölgelerin askeri bölge olarak ilan edilmelerini takiben, askeri birlikler tarafından biraz da kamuflaj amacıyla ağaçlandırılmış alanlardır.

 

KUTU

İstanbul’un Kuzey Ormanları adıyla anılan ağaçlıklı alanlarının hemen hepsi gerçek orman alanı olmayıp, özel kişiler tarafından düzenlenen ağaç plantasyonlarıdır. Bu alanların çok büyük bir bölümü özel mülkiyette olup çoğunluğu mangal kömürü yapmaya veya yakılmaya müsait sert ağaçlardan (meşe, gürgen vs.) oluşmaktadır. Bu alanlar yüzyıllar boyunca İstanbul ve yakın çevresinin hem ısınmak hem de yemek pişirmek için gereken yakıt ihtiyaçlarını karşılamışlar. Günümüzde sayıları azalsa da hamamlarda ve fırınlarda yüzyıllar boyu bu bölgeden getirilen ağaçlar kullanılmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısına ait çok sayıda fotoğrafta, gerek İstanbul gerekse Boğaz köylerinin iskele meydanlarında büyük alanları kaplayan kesilmiş ağaç stokları görülmektedir.

 

KUTU

Özellikle XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İstanbul’da yapılan en güzel ev örneklerine Boğaziçi kıyılarında rastlanır. Ne yazık ki uzun bir süredir kaderine terk edilmiş olarak duran, 1699 yapım tarihli Amcazade Hüseyin Paşa Divanhanesi, XVIII. yüzyıldan günümüze erişen Bebek Kavafyan Evi, Anadoluhisarı Hekimbaşı Yalısı, Küçüksu Kıbrıslılar Yalısı, Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı gibi örnekler Boğaziçi’ni süsleyen geçmişe dair yapılardır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Paris Operası mimarı Charles Garnier tarafından yapılan Bebek Halim Paşa Yalısı bir dönem görkemi ile herkesi büyülemekteydi.

 

XX. yüzyılda ise merhum Sedad Hakkı Eldem tarafından yapılan Yeniköy Tahsin Günel, Şemsettin Sirer, Vaniköy Kıraç yalıları ile dönemin önde gelen az sayıdaki mimarı tarafından yapılmış ve geleceğe yaşadığımız dönemin mimari örneği olarak intikal edecek az sayıdaki yapı dışında örnek yapı bulunmamaktadır.

 

KUTU

Geçmişi korumak ancak geleceğe örnek oluyorsa mümkündür. Geçmişi yalnızca korumak, bir koleksiyon parçası olarak muhafaza etmenin hiç kimseye yararı yoktur. Hiç kimse sonsuza kadar özelikle bir yapı gibi devamlı bakıma ihtiyacı olan bir varlığı korumak için harcamada bulunamaz. Geçmiş bize ders vermektedir, pek tabii ki anlayana ve gördüklerinden anlam çıkaranlara, yapılar birer seyirlik obje değildirler, eğer içlerinde nefes alıp veren yoksa ne yaparsanız yapın ölürler. Her bakım özgün yapıdan, yerine konulması mümkün olmayan bir şeyler almakta, eğer yapılar yenileniyorsa, yenilenen yapılara günümüz yaşantısını taşımak gerekir. Böylelikle bir şeyler yok olurken, yeni bir şeyler yapıya eklenmektedir. Unutmamak gerekir ki hayat devam ediyor.

 

KUTU

2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’nun 3. Maddesinin a fıkrası “Boğaziçi Alanında yer alan kültürel ve tarihi değerler ve doğal güzellikler muhafaza edilir ve doğal yapı korunur” hükmünü içermektedir. Bu hükme dayanarak Boğaziçi yamaçlarında set yapmak, set bahçe oluşturmak yasaklanmıştır. Halbuki Boğaziçi’nin ağaçlanması geçmişte yapılan bu set bahçeler ile mümkün olmuştur. Bin yıllara uzanan erozyon Boğaziçi yamaçların da büyük tahribata yol açmış ve toprak tabakasını inceltmiştir. Bugün varlığı ile mutlu olduğumuz saray bahçeleri ve korular yamaçlarda oluşturulan setler üzerine dikilen ağaçlar sonucu oluşmuştur. 1850’li yıllara ait Beykoz Kasrı fotoğrafında görüldüğü gibi çıplak yamaçlar üzerine yapılan setler, zaman içinde ağaçlarla kaplanmış ve görülmez olduğu gibi büyük bir koru oluşmasını da sağlamıştır.

 

Boğaziçi’nin bilmeyen, konudan habersiz, neyi yasakladığının farkında olmayan insanların aldığı kararların ne derece sağlıklı olduğunu düşünmemiz gerekir.

 

KUTU

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR

 

Burada söz konusu edilen mülkten kast edilen elbette devlettir. Ancak bir devletin varlığı kişisel mülke duyduğu saygı sonucu devam eder. Kişisel mülke saygısı olmayan bir devlet olamaz. Bir dönem kişisel mülke karşı çıkan düşünce yapısının oluşturduğu rejimlerin nasıl tasfiye olduğunu hep birlikte gördük. Uzun bir süredir devletin, daha doğrusu devlet yönetiminde görev alanların Boğaziçi’nde kişisel mülke hiçbir saygıları yoktur. Burada mülk sahibi olan insanlara eziyet etmekte, mülklerini kullanmalarına çeşitli yollarla engel olmaya çalışmakta, buralarda yaşayanları ahlak dışı yollarla çözüm aramaya sevk etmektedir.

 

Üstelik bir yandan da deprem olacak yapılarınızı yenileyin söylemleri devam etmektedir. İstanbul’da yaşayanlar yapılarınızı yenileyin, ama Boğaziçi bölgesinde yaşayanlar siz hariç, bekliyoruz ki büyük bir deprem olsun, sizin yapılarınız yıkılsın, bizde o alanları şehrin büyük bir bölümünün işgal edenlere rekreasyon alanı olarak tahsis edelim. Bu arada büyük can kayıpları olabilir ama ne yapalım ki İstanbul’u güzelleştirmek için bazı fedakarlıklar yapmak gerekiyor.

 

KUTU

Emlak Vergileri tahsilinde üzerinde yapı bulunan arsaların yıllık vergi ödemesi binde iki üzerinden yapılırken, arsaların vergi ödemesi binde altı üzerinden yapılmaktadır. Bundan sebep iskânın gelişmesi, spekülatif amaçlarla boş tutulan arsalarda bir an önce inşaat yapılmasını teşviktir. Ancak bu kere iş tersine işlemekte emlak malikleri hem arsalarına yapı yapmakta men edilmekte, hem de yüksek oranda vergi ödemeye (üzerinde yapı bulunan arsaların üç misli) mahkûm edilmektedirler. Bu nasıl bir mantık ve uygulamadır hem yapı yapmayı yasaklayacaksın hem de yüksek oranda vergi alacaksın. Sizce bu kanunun bir mantığı var mı?