Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

 BİR İNGİLİZ GAZETECİNİN TÜRKİYE ANILARI


SIDNEY WHITMAN

 

New York Herald’ın sahibi James Gordon Bennett, 1896 yılı, Haziran ayı başlarında Paris’e davet ettiği gazeteci Sidney Whitman’a o sıralar Avrupa ve Amerika basınını meşgul etmekte olan Ermeni Kıyımı ile ilgili gerçekleri yerinde tespit etmesi için Türkiye’ye gitmesini teklif eder.

 

1848 yılında bir İngiliz olarak dünyaya gelen Sidney Whitman babasının işi dolayısıyla Almanya’da büyümüş ve eğitimini orada tamamlamıştır. Uzun yıllar boyunca babasının işini devam ettiren Whitman, kamuoyunun dikkatini ilk kez 1888 yılında yayımlamış olduğu “Imperial Germany/Alman İmparatorluğu” adlı eseriyle çeker.

 

1894 sonbaharında Baron Diechmann’ın Londra’daki evinde akşam yemeği sırasında davetliler arasında bulunan Kont Herbert Bismarck kız kardeşi ile birlikte Hollanda’ya yapacağı ziyaret sırasında kendisine refakat etmesini ister. Whitman işleri sebebiyle Londra’dan ayrılamayacağını söylediğinde ise gülerek “Senin gibi birinden nasıl iş adamı olabilir? Siyasi gazeteciliğe başlaman lazım. Bu sana çok daha uygun olur; Bundan Gordon Bennett’e bahsedeceğim” diyecektir. Birkaç hafta sonra Gordon Bennett’ten bir mektup aldığında Kont Herbert’in boşa konuşmamış olduğunu anlar. 1894 yılı Noeli yaklaşırken Gordon Bennett tarafından Paris’e davet edilen Whitman böylelikle gazeteciliğe adım atmış olur (s. 290-291).

 

Avrupa ve Amerika kamuoyunun Ermeni hadiselerine odaklandığı 1896 baharında Sultan II. Abdülhamid hususi temsilcilerinden birini Salisbury Markisi’nin (İngiliz Dışişleri Bakanı) mevcut duruma ilişkin düşüncelerini öğrenmek için Londra’ya yollar. O dönem Osmanlı İmparatorluğu’nu temsilen büyükelçi olarak Londra’da bulunan Kostaki Paşa’nın haberi olmadan yapılan bu girişim, büyükelçilikte büyük bir kırgınlığa sebep olur. Girişime destek vermezler ve herhangi bir görüşme yapılamaz. Bu arada Sultan’ın temsilcisi, efendisinin Prens Bismarck’ın Ermeni meselesine dair fikirlerini merak ettiğini, ayrıca Girit konusunda ne gibi tavsiyelerde bulunabileceğini öğrenmek istediğini söyler ve bu konuda Whitman’ın yardımını rica eder.

 

Kısa süre sonra 26 Haziran 1896 tarihinde Friedrichsruh’da Prens Bismarck’ı ziyaret eden Whitman yaptıkları görüşmeleri şöyle özetlemektedir; “Prens, Levant boyunca ortalığı karıştıran Yunan komitelerinin hareketlerine atıfta bulunarak ne Yunan basınının kabadayılığının ne de -bütün bu huzursuzluğun temelinde yer aldığını düşündüğü- Avrupa destekçilerinin hezeyanının tasvip ettiğini söylemiş ve bu vesileyle bir soruya cevap verirken de o günden beri sıkça tekrarlanan alaycı bir yorumda bulunmadan edememişti: ‘Girit ile, bahçesindeki köstebek yuvasından daha az ilgileniyordu’. Sultan’a ve sıkıntılarına işaret ederken, her iki elini kulak hizasına getirip, avuçlarını da öne doğru açmak suretiyle bir tavşanı taklit ederek, olağanüstü cüret ve kararlılık gerektiren bir hadise karşısında Sultan’ın ürkekliğini göstermeye çalışmıştı.” (s. 17-18).

 

Londra’ya döndüğü zaman Gordon Bennett kendisini Paris’e davet ederek, New York Herald’ın temsilcisi olarak birkaç aylığına İstanbul’a gitmesini teklif eder. Sidney Whitman’ın İstanbul’a gönderiliş sebebi, büyük devletlerin İstanbul’da bulunan konsülleri ve diplomatik temsilcileri, uzun bir süredir hükümetlerine dehşet verici raporlar gönderiyor olmalarıdır. Bu raporlar gazetelere sızıp, bir de bunlara İstanbul’daki yabancı muhabirlerin sinir bozucu hikâyeleri eklendiğinde, Müslüman Türkler’e yönelik bir hınç kampanyası oluşmaktadır.

 

Bu durum özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde kamuoyu nezdinde ilgi çekmektedir. New York Herald’ın sahibi, büyük gazete patronları arasında neredeyse tek başına, Ermeni meselesinin esasen siyasi bir hadise olduğunu ve Türk hükümeti ile mahalli temsilcilerinin kusur ve ihmalleri ne olursa olsun, huzursuzlukların kaynağında Hıristiyanlar’a karşı bir dini bağnazlığın yer aldığını düşünmek için tek bir sebep bulunmadığını basireti göstermiştir. Gordon Bennett’e göre Rusya tarafından beslenen ve İngiltere’deki Non-conformist unsurlar tarafından teşvik edilen muazzam bir Ermeni komplosuna dair deliller üst üste yığılırken, bu çatışmanın aslında iki tarafı olduğuna dair gerçekler hasır altı edilmektedir (s. 27-28).

 

Sidney Whitman’a günümüzde pek çok gazetecinin görmezden geldiği basın ahlakı ve güvenilirliği konusunda bir dizi öneride bulunur. “Büyük bir gazetenin muhabiri, o an için, bir ülkeyi diğer bir ülkede temsil eden bir tür büyükelçi etkisine sahiptir. Bir büyükelçi, akredite olduğu kişilere karşı kendisine persona grata (kabul gören şahıs) olarak kabul ettirmek için elinden gelen gayreti göstermelidir. Ancak bu sayede, mümkün olan her türlü bilgiyi elde etmekte ve olup biten hadiseleri geniş ve tarafsız bir bakış açısından aktarabilmek için en iyi fırsatlara sahip olabilir. Muhabir, mümkün olduğunca kaynaklarını göstermeli ve iletilen hususlar hakkında okuyucunun kendi kanaatini oluşturmasına müsaade etmelidir. Gazetenin görüşü ise, editoryal sütunlarda yer almalıdır. Muhabirin, kesinllikle taraf tutmaması ve kendi görüşlerini açıklamaması icap eder. Halbuki bu hadiselerin çoğunda, Türkiye’deki muhabirleri tarafından gazetelere gönderilen malzeme, Türklere ön yargılıymış gibi görünmekte olup, bu durum, ‘onların hâkim karşısına çıkarılan bir suçlunun dahi korunmuş olduğu bir adaletsizliğe maruz kaldıkları’ manasına gelmektedir.” (s. 28-29).

 

Kısa süre sonra Viyana üzerinden demiryoluyla İstanbul’a gelen Whitman, kendini o güne kadar alışık olmadığı bir dedikodu ortamı içinde bulur. Elindeki referans mektuplarıyla gerek Babıâli gerekse Saray’da olsun, elde edilebilecek enformasyon kıtlığı nedeniyle büyük hayal kırıklığına uğramaktadır. 26 Ağustos 1896 günü bir arkadaşı ile Kapalıçarşı’yı görmek üzere Tünel’e binerler Karaköy’e geldiklerinde olağanüstü bir sahneye tanık olurlar. Bir gurup Ermeni çeteci Osmanlı Bankası’na zorla girip, personeli etkisiz hale getirmiş, kapılara barikat kurduktan sonra binanın pencerelerinden sokaktan geçmekte olan insanların üzerine gelişigüzel ateş açıp, bombalar savurmakta olduklarını öğrenecektir. Bir muhabirin olup bitenleri görmeye yönelik tabii arzusuyla silah seslerinin geldiği istikamete doğru gittiğinde ise, bankanın önünde bulunan ve kendilerine ateş edilen pencerelere doğru kurşun sıkan Türk askerleri ile karşılaşırlar (s. 32-33).

 

Ertesi gün, vapurla Büyükdere’ye giderek, baş tercümanı M. Maximow aracılığıyla, banka soyguncusu Ermeniler’in kaçışını müzakere etmiş bulunan Rusya büyükelçisi M. De Nelidow’u ziyaret eden Whitman, M. Maximow’un saraya kadar giderek o güne kadar üst düzey mekanlarda asla işitilmemiş bir ifade biçimiyle saray mensuplarını dehşete düşürdüğünü öğrenir. O tarihlerde, İngiliz donanmasının İstanbul’a hareket etmek üzere emir aldığı yolundaki duyumunu, büyükelçiye aktardığı zaman ise Rus elçinin bundan hiç hoşlanmadığını “Oh, daha neler! Evimizin anahtarını asla teslim etmeyeceğiz” diye bağırdığını anlatır ve ilave eder: Türkiye ve geleceği ile alakalı olarak bu beyanın ehemmiyeti, o günden bugüne düşüncelerimi hiç terk etmedi (s. 35).

 

Banka olayı sırasında ortaya çıkan halk ayaklanmasında hiçbir yabancıya, Rum veya Musevi’ye tacizde bulunulmadığı gibi, Protestan ve Katolik Ermeniler’e de mütecaviz davranışlarda bulunulmadığını nakleden Whitman, yalnızca Ortodoks (Gregoryen) Ermeniler’e saldırıda bulunulduğundan söz eder ve Galata’nın alt tabakalarını oluşturan Kürt, Laz ve Türk boylarına mensup cahil kalabalığın nasıl olup da böylesi bir ayrım yapabildiğini hayretle karşılar. Bütün bu kargaşa içinde Alman kolonisi soğukkanlı bir davranış içindedir. Yazar bu davranışlarını yabancı unsurlar arasında sadece kendilerinin bu ayaklanmanın siyasi tabiatına aşina olmalarına ve sözüm ona dini kökenli bir ayaklanma iddialarına inanmayı ret etmelerine bağlar. Buna mukabil İngiltere’de Canun Mc Coll ve Westminster Dükü tarafından idare edilen ve bazı ateşli Non-confirmistler tarafından desteklenen tahrik ve kışkırtmalar, Türkleri, Hıristiyan kanına susamış yobazlar olarak göstermeyi başarır.

 

Osmanlı Bankası baskını ve müteakiben Ermeniler’e dönük saldırı haberleri Avrupa’da yayıldıktan sonra çok sayıda yabancı muhabir İstanbul’a gelir. Bunlar arasında dönemin tanınmış harp muhabiri Melton Prior’da vardır. Ortaya çıkan vahşet sahnelerinin resimlerini yapmak üzere geldiği şehirde duyduğu akıl almaz vahşet sahnelerinin resimlerini bekleyen okurlarına bir şeyler iletmesi gerekmektedir. Hâlbuki ölmüş Ermeniler gömülmüş, kadın ve çocuklara ise hiç dokunulmamış, hiçbir Ermeni Kilisesi’ne de saldırılmamış olduğu ortaya çıkınca, beklentilere nasıl cevap vereceği konusunda tereddüte düşer. Namuslu ve Türkler’i taktir eden bir insan olarak, şahit olmadığı hadiseleri icat etmeyi reddeder. Ancak pek çok haberci bu derece dürüst değildir. Neticede, bir İtalyan resimli gazetesinde, kilise içinde kadın ve çocukların katledilişi gösteren korkunç resimler gördüm demektedir (s. 43-44).

 

12 Ekim 1896 günü İstanbul’dan ayrılan Sidney Whitman’ın Türkiye’ye ikinci gelişi 8 Mart 1897 günü Selanik’e doğru yola çıkmasıyla başlar. Türk-Yunan Savaşı nedeniyle bir süre Selanik’te kalan Whitman daha sonra İstanbul’a geçerek burada bazı temaslarda bulunur (s. 51-68).

 

1897 yılı Eylül ayı başlarında Gordon Bennett kendisini davet ederek, Sultan ile görüştüğünü, son iki yılın karışıklıklarıyla ilgili hususları yerinde tetkik edecek bir basın seferi düzenlemesini ve bu seferde New York Heraldı’nda temsil edilmesini teklif ettiğini aktarır.

 

Sultan bu fikre olumlu bakmış ve sefere refakat etmek üzere seçilecek kişinin şahsım olması gerektiğini öne sürmüş. Mr. Bennett, bana güvenme konusunda bir sıkıntısı olduğundan değil, Sultan ile olan şahsi ilişkilerimin bulunması ve bu hususun daha şimdiden Amerika’da bilinmesi sebebiyle bu teklife itiraz ettiğini söyler. Sonunda muhabir olarak, gazetenin New York şubesinden birinin, Dr. George H. Hepworth’un seçilmesi karara bağlanmış, ama Sultan, nihai kararını verirken benim de sefere katılmamı şart koşmuş.

 

Bu yolculuğa iştirak etmekle Herald’a büyük bir hizmette bulunacaksın. Zira sen olmazsan sefer de başlamayacak” (s. 69-70).

 

Sidney Whitman’ın, olayları tarafsız bir gözle izlemenin, gerçekleri yansıtmanın bir mükafatı olarak Trabzon’dan başladığı bu tetkik gezisi, kışın getirdiği büyük güçlükler altında Erzurum, Bayburt, Bitlis, Diyarbakır, Birecik, Antep üzerinden İskenderun’da son bulur. 1897 yılı kış aylarında yapılan bu yolculuk sırasında her iki muhabirin ve onlara refakat eden Osmanlı bürokratlarının yaşadığı olayları kendi ağızlarından okumanız gerekir. Ancak Sidney Whitman’ın Trabzon’da bir Amerikalı misyoner ile yaptığı konuşmayı size yaşadığımız günler ve gelecek için ders olması için aktarmak isterim.

 

Hotel d’İtalie’nin loş salonlarında otururken bir Amerikalı misyoner içeri girdi. Karşılıklı birkaç kelime ettikten sonra, orta yaşı geride bırakmış, kıymetli ve harikulade bir kişiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Kendisi İncili Şerif öğretmeniydi ve ilgi alanlarının genişliği, siyaseti dışarda bırakma zaruretini doğuruyordu.

 

Konuşmamız sırasında “Evet efendim, zor ve meşakkatli bir hayat bu, yine de azimle çalışmaya devam ediyoruz” dedi. “Ne gazete ne demiryolu ne de telgraf var. Sevdiklerinizle temasa geçmeniz mümkün değil. Sanki bir başka dünyada yaşıyormuşuz gibi. Burası elli kadem derinliğinde bir ahlaksızlık çukuru, ne yaparsak yapalım sadece sathını temizliyoruz. Zamanında, otuz yıl önce buraya ilk geldiğimde her şey çok farklıydı. Çalışmalarımız teşvik görüyor ve her türlü serbestlikten istifade edebiliyorduk; inananlardan oluşan cemaatimizi bir hayli genişletmiştik. Ama şimdi” diye umutsuzca ilave etti, “ne yapsak tepkileri üzerimize çekiyoruz”.

 

Şüphe yok ki” diye karşılık verdim “geçmişte yaptıklarınız, ihtilal hareketlerinin ortaya çıkmasına neden oldu”.

Evet, bir ihtilal hareketi olduğunu kabul ediyorum, ama asla bizlerden himaye görmemiştir. Her zaman için resmi makamlara itaat edilmesini telkin etmişizdir.

Ama sizi doğru anladıysam ihtilalciler arasında talebelerinizden biri de var.

Evet, ama kendisinin ihtilalcilerle bir alakası olmadığına hep inanmışımdır.”

Hala aynı fikirde misiniz?”

Üzülerek söylüyorum ki, hayır.”

Söyleyin bana” diyerek devam ettim. “Biliyorsunuz Rusya da bir Hıristiyan ülkesi. Orada işler nasıl gidiyor?

Burayla kıyaslanamayacak kadar kötü” diye heyecanlı bir ses tonuyla devam etti. “Ruslar çok daha hoşgörüsüz ve Türklerden çok daha geri kafalı. Yani, buraya bir gelseler, biz misyonerleri ensemizden tuttukları gibi ülkeden atarlar.

 

Akabinde kendisinden ayrıldım ve temiz hava almak için otelden dışarı çıktığımda bir Yahudi ile karşılaştım.

 

Evet efendim” diye başladı. “Bu Ermeniler lanetli bir ırk. Bir zamanlar Türkiye’de sahip oldukları konumu, nesiller boyu ülkedeki servetin neredeyse tamamını ele geçirmeye muvaffak olduklarını ve devletin en iyi mevkilerine yerleştiklerini bir düşünün! Bu ihtilal oyunlarını Rusya’da oynamaya kalkışsalardı, bir tekini bile sağ koymazlardı. Diyorum iste bunlar lanetli…” (s. 80-81).

 

Trabzon’dan ayrılırken kat ettiğimiz rüzgârlı yol, sözüm ona Ermeni platosu adı verilen Toros düzlüklerine kadar yavaş yavaş yükselmekteydi. Burada büyük bir şaşkınlığa uğradık, yolun her iki yakasındaki tepelere yerleşmiş durumda, düzenli aralıklarla önlerinden geçtiğimiz Hıristiyan manastırları bulunmaktaydı. İşte tam bu noktada Müslümanlığın hoş görüsüne bir kez daha -ama bu defasında bizzat kendi gözlerimizle- şahit olduk, zira hakkında dünya kadar laf edilen Türk bağnazlığının elle tutulur herhangi bir mevcudiyeti söz konusu olsaydı, bu manastırlar ülkenin Türkler’e ait olduğu asırlar boyunca tacize uğramadan, kirletilmeden, meskûn bir şekilde kalamazlardı (s. 93-94).

 

Üzerinden yüz yılı aşkın zaman geçmesine rağmen, bu toprakların gerçeklerine ulaşmayı başaramıyor, Ermeni meselesini dünyaya anlatmakta zorluk çekiyoruz. Hâlbuki elimizde Sidney Whitman gibi olayların içinde birebir yaşamış, gördüklerini ve yaşadıklarının New York Herald gibi bir dönem dünyanın en önde gelen gazetesinde günü gününe yayımlamış bir yazarın açıklamaları bulunmaktadır. Bu kitap benim hasbelkader farkına vardığım bir yayın, kim bilir buna benzer ne kadar yayın var? Dönemin günlük gazetelerinde yayımlanan haberler, yapılan resmî açıklamalar başta Türkçe olmak üzere hemen her dile çevrilip, bir dosya halinde yayınlanamaz mı? Bizi Ermeni kıyımı yapmakla suçlayanlara bunun uluslararası bir komplo olduğunu, eğer dikkate almazlarsa günün birinde kendi başlarında gelebileceğini anlatamaz mıyız? Bunun için çalışma ve çevremizde bulunan bilginin farkına varma dışında ne eksiğimiz var. Whitman’ın sözleriyle, Sultan’ın resmi tercümanı Mehmed İzzet Bey’in acınası ifadesi “Sevgili dostum, bizler suskun bir halkız; kendimizi savunmayı bilmeyiz” hâlâ geçerli mi

 

Sidney Whitman, Bir İngiliz Gazetecinin Türkiye Anıları, Çev. Kadri Mustafa Orağlı, İstanbul, Ekim 2017, İletişim Yayınları