Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

ÖRNEK ALINMASI GEREKEN BİR YAPI : BEYKOZ KASRI

 

Muhtemelen II. yüzyıl ortalarında yazdığı “Boğaziçi’nde Bir Gezinti” isimli kitabında Dionysios Byzantios, Aietou Rhynkhos’u (Selviburnu) takiben güneye doğru Amykos (Beykoz) adıyla anılan bir koyun geldiğinden söz eder. Amykos koyunun gerisinde büyük bir düz ova Gronykhia yer almaktadır. 1500’lü yıllarda İstanbul’da araştırmalar yapan Petrus Gyllius, bu tarihlerde burada bulunan yerleşimin Türkler tarafından “Beykoz”, Rumlar tarafından “Amaea” olarak adlandırıldığını söyler.

 

Eskinin Beykoz’u

1600’lü yılların ortalarında İstanbul’un semtlerinden söz eden Evliya Çelebi, Beykoz’dan; “Büyük bir limanın kıyısında 800 haneli, bağ ve bahçeli, mamur ve süslü kasabadır. Camisi, mescidi, hamamı, sübyan mektebi ve çarşısı vardır.” diyerek bahseder. Osmanlı döneminde Beykoz’un İstanbul semtleri içinde özel bir yeri vardır. Her ne kadar Üsküdar’a bağlı kabul edilirse de Osmanlı padişahlarının müneccimbaşılarına tahsis ettiği bağımsız bir semttir. Vadi içinde gelişen Beykoz yerleşmesinin zaman içinde sahil boyunca kuzeye doğru gelişerek “Yalıköy” adıyla yeni bir yerleşme oluşturduğu bilinmektedir. Şirket-i Hayriye’nin vapur seferlerine başlaması sonrası her iki yerleşmenin ortasına bir vapur iskelesi yapılacak ve bundan böyle her iki yerleşme de Beykoz adıyla bir bütün olarak anılacaktır.

 

Hünkâr İskelesi

Hünkâr İskelesi ile Yalıköy arasındaki tepenin Melling’in gravüründen anlaşıldığı kadarıyla iskân edilmediği görülmektedir. Tepenin sağına doğru ve yamaçlarında, Yalıköy civarındaki ağaçlıklı bir bölüm dışında, bir dizi muhtemelen servi ağacı bulunmaktadır. 14 Mayıs 1833 günü imzalanan Kütahya Antlaşması sonrası Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve Mısır ile olan ilişkiler düzelmeye başlar. Sultan II. Mahmud’un 2 Temmuz 1839 günün vefatı üzerine tahta çıkan Sultan Abdülmecid döneminde, artık yaşlanan ve bölgenin jeopolitik durumunu daha iyi sezinleyen Mehmed Ali Paşa İstanbul ile olan ilişkilerini güçlendirir ve 1846 yılında (25 Temmuz-22 Ağustos) İstanbul’u ziyaret ederek padişaha bağlılığını arz eder. Bu vesile ile padişaha bir hediye vermek ve Hünkâr İskelesi yamaçlarında bulunan Moskof Taşı’na bir nazire yapmak amacıyla Beykoz Kasrı’nın yapımına başlanması kararını alır.

 

Beykoz Kasrı

Beykoz Kasrı’nın yapımına ne zaman başlandığı konusunda çok çeşitli tarihler ileri sürülmektedir. Muhtemelen 1846 tarihindeki ziyaret sonrası yapımına karar verilen bu yapının inşasında bazı gecikmeler olduğu bilinmektedir. Beykoz Kasrı’nın Boğaziçi’nde yeni bir mimari anlayışı yansıtan ilk kâgir yapı olduğu düşünülmektedir.

 

Dönemin vakanüvîsi Ahmed Lûtfî Efendi bu konuda herhangi bir açıklamada bulunmaz. Muhtemelen her ne kadar Mısır Valisi olsa da bir valinin padişaha hediye olarak bir kasır yaptırmasından bahsetmeyi uygun bulmadığını düşünmekteyiz. Beykoz Kasrı’nın açılış tarihi de belli değildir. Ahmed Lûtfî Efendi, 1866-1867 yılı kayıtları içinde bu kasırda yapılan bir törenle Fransa’nın Osmanlı nezdindeki büyükelçisi Marquis de Monier’e İkinci Derece Mecidiye Nişanı verildiğinden söz eder.

 

Bazı kayıtlara göre, Mehmed Ali Paşa’nın oğlu Said Paşa’nın valiliği döneminde, 1855 yılında inşaatına başlandığı söylense de Ernest Edouard de Caranza’nın, 1854 yılında çektiği ve kasrın kaba yapısının tamamlandığını gösteren fotoğrafı göz önüne alındığında inşaatın daha erken bir tarihte başlamış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Sultan Abdülmecid’in vefat ettiği 25 Haziran 1861 günü henüz tamamlanmadığı da bilinmektedir. Mimarının Niğoğos Balyan, müteahhidinin Sarkis Balyan olduğu ileri sürülen yapı tahta yeni çıkan Sultan Abdülaziz’e sunulur. Kasırda yapılan en görkemli davet 13 Ekim 1869 günü iade-i ziyaret amacıyla İstanbul’a gelen Fransa İmparatoriçesi Eugénie için yapılan kutlamadır. Sultan Abdülaziz sonrası pek ziyaret edilmeyen kasrın bir dönem şehzadeler tarafından günübirlik kullanıldığı bilinmektedir.

 

Örnek bir uygulama

Beykoz Kasrı’nın inşaatı günümüze örnek olması gereken bir uygulamadır. Yapının bulunduğu alanın Yalıköy’e yakın bölgesindeki bir gurup ağaç dışındaki tepe çıplaktır. Tepenin üst kotuna, hem manzaraya hâkim hem de Boğaziçi’nin hemen her noktasından görülen bir konuma inşası planlanan yapının inşasından önce, tepe çeşitli kotlarda yapılan bir dizi teras ile kısmi olarak düzleştirilmeye çalışılmıştır. 1854 tarihinde Caranza’nın çektiği fotoğrafta da görüleceği gibi tepenin tüm topoğrafyası değiştirilmiş olup birbiri üstüne binen taş istinat duvarları kötü bir görüntü oluşturmaktadır. Takriben on yıl sonra 1860’lı yılların ortasında Abdullah Kardeşler tarafından çekilen bir diğer karede oluşturulan teraslara ağaç ve çeşitli bitkiler ekilmeye başlandığı görülmektedir. Daha sonraki tarihlerde Pascal Sebah tarafından çekilen iki karede ise çevrenin ağaçlarla kaplandığı görülür. 1890 ile 1900 yılları arasında çekildiğini düşündüğümüz bir anonim fotoğrafta da kasrın ilk iki katı büyüyen ağaçlar nedeniyle görülmez hâle gelir.

 

İstanbul’un işgali döneminde bir süre Yetimler Yurdu olarak kullanılan bina, Cumhuriyet Dönemi’nde çocuk hastanesi ve prevantoryumu olarak kullanılmış, bakımsız kalması ve hastane olarak kullanışsızlığı nedeniyle 1997 yılında Milli Saraylar Daire Başkanlığına tahsis edilmiştir. Uzun süren bir hazırlık dönemi sonrası 2005 yılında restorasyonuna başlanan yapı 2011 yılında ziyarete açılmıştır.

 

Ağaçların gerisinde bir kasır

Yetmiş dönümlük büyük bir bahçe içinde yer alan ve uzun bir sahil şeridi bulunan Beykoz Kasrı, denetimsiz büyüyen ağaçlar nedeniyle bir dönem nerede ise görünmez hâle gelmişti. Beykoz’da yaşayanların bile farkına varmakta güçlük çektiği bu anıtsal yapı yapılan çalışmalar ve peyzaj düzenlemeleriyle görünmez halden kurtarılıp yeniden dikkatleri kendine çeker hâle getirildi.

 

Bunca bağırıp çağırmamıza karşın geçmişten bize emanet edilen çoğu yapımızdan utanır gibiyiz. Onları ağaçlarla kapatıp görünmez hâle getirmeyi bir marifet sanıyoruz. Bu olumsuz görüntüye son verilmesini söylediğim için ben çoğunlukla ağaç düşmanı olarak suçlanıyorum. Kim demiş benim ağaçları sevmediğimi? Görkemli, ıhlamur, at kestanesi ve çitlembik ağaçlarının bulunduğu büyük bir bahçe içinde büyüdüm. Bahçedeki her ağacın ben de bir anısı vardır, onları korur ve kollarım. Ama dağda, kırda, parkta, bahçede ağaç sevmeme ve dikmeme rağmen, anıtsal yapıları örten, onları görülmez hâle getiren ağaçların bir an önce radikal bir şekilde budanmasını, mümkün olduğu takdirde başka bir alana taşınmalarını arzu ederim. Geçmişten bize emanet kalan yapılarımız utanılacak değil, övünülecek birikimlerdir.