Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

ANKARA’NIN BAŞKENT OLUŞU

 

9 Haziran 2022 günü “Başkent Kültür Yolu Festivali” kapsamında Ankara Kurtuluş Savaşı Müzesi’nde “Ankara’nın Başkent Oluşu” hakkında bir konuşma yaptım. Az sayıda izleyicinin olduğu bu toplantıdaki konuşmamı sizlerle de paylaşmak isterim.

 

Falih Rıfkı Atay

Falih Rıfkı Atay’ın 1952 yılında yayınladığı “Çankaya” isimli kitabının bir bölümü, “Bir Şehir Yapmak” başlığını taşımaktadır. 26 Aralık 1894 günü İstanbul’da dünyaya gelen Falih Rıfkı Atay, Darülfunun Edebiyat Şubesi’nden mezun olduktan sonra kısa bir süre memuriyet görevinde bulunur. Bir süre sonra Tanin Gazetesi’nde röportaj ve muhabirlik yaparak gazetecilik mesleğine adım atar. Birinci Dünya Savaşı sırasında yedek subay olarak IV. Ordu karargâhında, Cemal Paşa’nın özel kalem müdürü olarak görev yapar. Savaş sonrası bir grup arkadaşı ile Akşam Gazetesi’ni kurar, milli kuvvetlere destek veren yazıları ile tanınır. 1924 yılında Bolu, daha sonraki yıllarda ise Ankara milletvekili olarak 1950 yılına kadar TBMM’de bulunur. Bu dönem içinde Hakimiyet-i Milliye, Ulus ve Milliyet gazetelerinde yazarlık yapar. 1950 sonrası kurduğu Dünya Gazetesi ile basında var olmaya devam eder ve 20 Mart 1971 günü vefat eder.

 

Falih Rıfkı Atay gazeteciliğinin yanı sıra çok sayıda kitabın da yazarıdır. Bunlar içinde “Zeytindağı” ve “Çankaya” her daim okunması gereken kitaplardır. Birinci Dünya Savaşı’nın anılarını içeren “Zeytindağı” bir imparatorluğun hazin çöküşünün hikâyesini anlatırken, “Çankaya” yeni cumhuriyetin kuruluş hikâyesini birinci ağızdan anlatmaktadır. Falih Rıfkı Bey’in renkli bir anlatısı vardır, Ankara’nın oluşumunu anlatırken birebir şahit olduğu olayları da aktarır;

 

“… Bir devlete başkent, bir orduya karargâh yapmak gibi seçilmez. Devleti idare edenler, nesillerce bu şehirde oturacaklardır… Şehir ikliminin insan sağlığı ve siniri üstündeki iyi veya kötü tesirleri bütün memlekette duyulur. Bir başkentte, on iki ay çalışılabilmelidir. Maaş ve geçim hatırı için ancak ‘ilişilebilen’ bir şehir başkentlik vazifesini yapamaz.” (s. 523-524).

 

Başkent yolunda Ankara

Ankara’nın daha başkent olarak ilanından önce ilk büyükelçilik binasını Sovyetler Birliği inşa eder. Eğlence hayatının çok kısıtlı olduğu bu şehirde sık sık elçilikte verilen davetler büyük ilgi çekmektedir. Özellikle bu davetlerde sunulan bol votka ve havyar ikramının cazibesine kapılan bazı milletvekillerinin dengesini kaybedip, elçiliğin merdivenlerinde düşmeleri utanca neden olmaktadır. Konu Atatürk’e iletilir ve “Milletvekillerine Rus Elçiliği davetlerinde daha az içmelerinin söylenmesi istenir…” Bu sırada konuşmaya şahit olan Nuri Conker itiraz ederek; “Bu düşmeler sarhoşluktan değildir!” diye müdahale eder. “Ya nedendir?” diye sorulunca; “Bu bir rıht (basamak yüksekliği) meselesidir. Biz dar basamaklı ve yüksek rıhtlı merdivenlere alışmışız. Biraz dalınca sefaretin geniş ve alçak rıhtlı basamaklarında dengemizi kaybediyoruz!” cevabını verir (s. 520).

 

İngiliz Büyükelçisi’nin bir anısı

Cumhuriyetin kurucuları çok zor şartlar altında büyümüş, çoğunluğu mütevazı ahşap evlerde yaşamıştır. Sanırım dikkatli bir insan olan Nuri Conker’in bu teşhisi bir dönem yaşam alışkanlığımızın ne kadar dar bir alanda sıkışmış olduğunu göstermesi açısından oldukça enteresandır.

 

Başka bir renkli olay ise, dönemin başvekili İsmet İnönü’nün yeni yaptırdığı ev şerefine verdiği davette geçer. Uzunca bir süre devam eden davetten ayrılan İngiliz elçisi yağan kar nedeniyle hareket edemez hâle gelen arabasını görünce, on-on beş dakikalık mesafede olan büyükelçiliğe yürüyerek gitmeye karar verir. Büyükelçilik müsteşarı ile yola çıkan büyükelçi George Clerk bir süre sonra kurtların ulumalarını duyar ve gülme krizine tutulur. Elçilik müsteşarı, büyükelçiye “Ne oluyor?” gibisinden bakınca, büyükelçi müsteşara gülerek,

-Kurtların bizi parçalaması bir şey değil… Fakat kurtların parçaladığı insanlardan ilk defa olarak kar üstünde frank ve silindir şapka artıkları kalacak…” der (s. 521).

 

Bu eğlenceli hayatın bir de gerçek yüzü vardır. Cumhuriyet Halk Partisi iki yüz bin lirasını yabancı bir bankaya yatırarak hissedar olma teklifinde bulunulduğunda;

 

“-Türkler bankacılık yapamazlar. Paranızı bize bırakırsanız faiz veririz!” cevabı alınır.

 

“Vatan kurtarmak, fakat bir banka kuramamak. Bir fabrika işletememek… Zaferin verdiği üstünlük duygusuyla bu iddiaların doğurduğu aşağılık duygusu çarpışıyordu… Bilmediğimiz şeyleri yapmaya koyulduk. Ankara köy mü idi? Şehir olacaktı. Demiryolu Erzurum’a kadar ulaşmalı mı idi? Ulaşacaktı…” (s. 568).

 

Yapılması düşünülemeyen işler başarı ile tamamlanırken, yeni problemler ortaya çıkmaya başlar. Bir kabine toplantı sırasında dönemin başvekili İsmet İnönü;

 

“Bir iş ki kimse yapamaz, devlet yapar, bunu anlıyorum. Bir iş ki, hususi teşebbüs yapar, bunu da anlıyorum. Fakat devletin nüfuzunu kullanarak şahıslar veya bankalar yapar, bunu anlamıyorum. Ben devletçilik denen şeyi anlarım, fakat dolapcılığı anlamam.” sözlerini söylemek mecburiyetinde kalır (s. 575).

 

Geçmişi hem de çok yakın bir geçmişi öğrenmek için nakillere değil, olayların içinde yaşamış kişilerin anlatılarına ihtiyaç duyulur. Ne yazık ki ülkemizde benzer anlatıların sayısı çok azdır. Çoğu kişi en yakınlarındakileri incitirim kaygısıyla hatıralarını yazmak istemez. Hatıralar, zaman zaman kırgınlıklara neden olsa da büyük oranda gerçekleri yansıttığı için önemlidir. Sanırım, cumhuriyetin kuruluş hikâyesini gerçekten olayın içinde yaşamış insanlardan öğrenmeye şiddetle ihtiyacımız var.

 

Bazı şeyleri okudukça sanki değişen pek bir şey yokmuş gibi geliyor. Zaman geçiyor ama huy değişmiyor. Bir dönem devlete musallat olan zevatın bu kez geriye kalanları aynı yöntemi sürdürmeye devam ediyor.

 

Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 2010.