Site Tasarım: Savaş Çekiç Uygulama: İkipixel

Bu sitede bulunan resimler ve dökümanlar M. Sinan Genim'e aittir ve izinsiz kullanılamazlar. Ancak gerekli izin alındıktan sonra ve kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.

Köşe Yazıları

HİÇ ÜZERİNE

 

Kuzguncuk’taki evimizin duvarında asılı olan hat örneklerinden biri sadeliğiyle, her zaman ilgimi çekerdi. Bir gün anneme “Ne yazıyor?” diye sorduğumda “Hiç” dedi. Çocuksu saflığın verdiği güvenle “Ne demek hiç? Orada bir şey yazıyor, neden bana söylemiyorsun?” diye hayıflandım. “Hayır, gerçekten ‘Hiç’ yazıyor” dedi. Aldı mı beni bir merak, zaten çocukluğumdan beri meraklıyımdır. “Hiç” yazıyorsa niçin yazmışlar? “Hiç” ne demek ki yazmaya değer bulmuşlar? “Hiç” o güne kadar sık sık kullandığım ancak anlamına vakıf olamadığım bir kelimeydi. Zaman zaman bir köşede oturduğumda, “Sinan ne düşünüyorsun?” diye sorduklarında “Hiç” derdim. Demek ki “Hiç” bir şeyi ifade ediyordu ve ben onu kullanmayı öğrenmiştim, ama tam anlamıyla neyi ifade ettiği konusunda henüz bir bilgim yoktu. Ancak bu kelime çok önemli olmalıydı ki, özel bir şekilde yazılmış, çerçeve içine konulmuş ve duvara asılmıştı.

 

Sözlük anlamı

Sözlüklerde “Hiç” kelimesi, “Asla, yok, anlamsız, boş, önemsiz, hiçbir şey” olarak açıklanıyor. Çocukluktan gençliğe doğru geçtiğimde de bu hat benim ilgimi çekmeye devam etti. Bu kadar basit bir kelime niçin evin baş köşesine asılmıştı? Aklım biraz erdiğinde “Hiç”in felsefi derinliği olduğunu, günlük olaylardan kendini soyutlamak isteyenlerin unutmaması gereken bir kelime olduğunu anlamaya başladım. “Hiç” olumsuz bir cümlenin anlamını pekiştirmek için kullanılmakta. Bir soruya açık ve net cevap verilmek istenmediği zaman söylenmekte.

 

Tasavvufda “Hiç”

Tasavvufi anlamda, “Hiç” kelimesi “Varlığın” karşıtı olan bir kelime. Bazı durumlarda “Hiçlik” olarak kullanılmakta olup insanın nefsinden kurtulmak için kendini yoklukta var etmesi anlamına geliyor. Çok değil elli-altmış yıl önce bizim coğrafyamızdaki insanların büyük bir çoğunluğunun yalnız kalma gibi bir lüksü vardı. 1950’li yılların başında çok az sayıdaki evde radyo bulunuyordu. Radyonun genellikle haber dinlemek için açıldığını hatırlarım, evdeki büyükler daha ziyade birbirleri ile sohbet eder, günlük olayları değerlendirir, geçmişten kalan anıları tazelerlerdi. Daha sonra televizyon evlere girmeye başladı, televizyonu olan evlere misafir gidildiğinde, kısa bir hâl hatır sorulduktan sonra hep birlikte, sessizce televizyon izlenmeye başlandı. O kadar cazipti ki herkesi esir alıyor, yaşamda hiçbir boşluk bırakmıyordu.

 

Bizim “Hiç” yokluğa karıştı

Bir süre sonra evlendim ve ayrı bir eve taşındım, bu arada ailenin büyükleri vefat etmiş, aileden kalma ev satılmıştı. Bizim aile ufalmış ve bir eve kiracı çıkmıştı, bir gün aklıma geldi anneme “Hiç ne oldu?” diye sordum. Yeni evde asacak yer bulamamış, uzak akrabalardan biri istemiş, annem de ona vermiş. Annemin verdiğini geri istemek hoş olmayacağı için bir ziyaretim esnasında kendisine eğer bir gün onu görmekten sıkılırsa bana geri vermesini rica ettim. Ama bir atasözü vardır; “Gitti gider / dahi gider” misali benim çocukluğumun “Hiç”i de aynı akıbete uğradı. Ne yazık ki bir daha onu göremedim. Uzun zaman önce bu anımı anlattığım bir dostum bana güzel bir “Hiç” hediye etti. Şimdi zaman zaman ona bakıp, bütün bu karmaşaya değer mi, “Hiç’ten geldik, Hiç’e gideceğiz” diye düşünürüm.

 

“Hiçlik” felsefesi

“Hiçlik” bir felsefi düşünce olarak varlığını erken dönemlerden beri sürdürmektedir. İlk olarak, Parmenides’in (MÖ 515-460) hiçlik kavramı ile ilgilendiği söylenmektedir. Hiçliğin var olamayacağını, “Bir şeyi konuşabilmek için, konuşabilecek bir varlığın olması gerekir. Geçmişte var olan şeyleri konuşabildiğimize göre bu şeylerin hâlâ var olduğunu söyleyebiliriz.” diyerek açıklamaya çalışır. Parmenides’in oluşturduğu felsefi düşünceler konusunda araştırma yapan Aristo’nun (MÖ 384-322), “Her ne kadar bu düşünceler diyalektik tartışmanın etkisinde görülse de deliliğin yan kapıda olduğuna inandıran gerçeklerdir.” dediği söylenir. Parmenides’in çağdaşı Milet’li Leukippus da (MÖ 480-420) “Hiçlik” üzerine düşünceler geliştirmiş. O dönemde “Boşluk” kavramı, “Varlığın” zıddı olarak düşünülmekte. Daha sonraki dönemlerin Müslüman din adamları gibi Hristiyan din adamları da “Hiçlik” üzerinde düşünceler üretmişler. Modern çağda Descartes, Isaac Newton, Hegel, Bertrand Russell, Jean-Paul Sartre gibi düşünürler de “Hiç” kavramı üzerinde çalışmalar yapmış, düşünceler geliştirmiş felsefecilerdir.

 

Doğu’da “Hiçlik”

“Hiçlik” Budizm’de varılması düşünülen bir seviyeyi gösterir. Bu inanışa göre; “İnsan, yeterli aydınlık seviyesine ulaşabilirse tam odaklanacak hiçbir şeyin olmadığı mutlak hiçliğe ulaşmış olur.” Doğuda gelişen benzer felsefi akımlara göre; “Hiçlik, insanın egosundan arınması ve kişinin kendisini Evren’in çok küçük bir parçası olarak kabul etmesidir.” Günümüzde bu mümkün müdür? Hemen her kitapçıda raflar dolusu varlığımızı ispat etmemiz, var olduğumuzu açık net bir şekilde belirtmemiz gerektiğini söyleyen kitaplar bizi motive ederken, hemen her akşam televizyon kanallarında yüzlerce kişi var olduğunu ispat etmek için yırtınıp dururken... Sosyal medyada her daim var olarak, varlığının farkına varmaya çalışan binlerce insanın bombardımanına karşın “Hiçliğin” var olması mümkün mü?

 

Sanırım tıpkı bizim duvardaki “Hiç” levhası gibi artık kimse böylesi bir söz duymak istemiyor. Uzun süredir “Hiç” sözcüğünü giderek daha da az duyuyorum. Kimsenin “Hiç”e tahammülü yok! Herkes “Ben” diyor. “Ben”in bu kadar sık kullanıldığı bir yaşamda, hemen “Hiç” boşluk kalmıyor ki, “Hiçlik” kendine yer bulabilsin!

 

Son söz

Kuzguncuk’taki evimizin duvarında asılı olan bir hat beni nereden nereye getirdi? Sakın ola böylesi kelimelerin derinliklerini çözmeye uğraşmayın, sonra insan Aristo’nun yan kapıda olduğunu söylediği bir boşluğa düşebilir. En iyisi “Hiç” bir dönem bizim evde olduğu gibi duvarda asılı kalsın, zaman zaman gözünüze ilişirse ve çevrenizdeki haber bombardımanından vakit bulursanız üzerinde düşünürsünüz...

 

“Nereden geldik, nereye gidiyoruz?”