Bir İstanbul Panoraması 1890
BİR İSTANBUL PANORAMASI 1890 | İstanbul 2015
Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer
Yahya Kemal Beyatlı
İstanbul, panorama çekimi açısından yeryüzündeki pek çok şehre nazaran daha avantajlı konumdadır. Ortasından deniz geçen bu şehirde, şehre hâkim Beyazıt Yangın Kulesi ve Galata Kulesi’nin yanı sıra pek çok yükselti bulunmaktadır. Denize dik tepeler, bu tepelerin oluşturduğu vadiler ve şehrin iki yakası arasındaki geniş su, pek çok ressama ve sonrasında fotoğrafçıya ilham vermiştir. Eskiz, desen, gravür, suluboya, yağlıboya, velhasıl akla gelebilecek her ortamda eli hünerli hemen herkes bu şehri resmetmeyi sanki bir görev bilir.
Genel olarak çizimler Galata’dan şehre doğrudur. Melchior Lorichs’in 1559’da Galata surları üzerinden çizdiği panorama daha sonraki benzeri çalışmaların başlangıcı kabul edilir. Ne zaman ki Beyazıt Yangın Kulesi inşa edilir ve fotoğraf çekimleri başlar, bu kere İstanbul’u bu kuleden fotoğraflamak moda olur. Yangın kulesinden yapılmış herhangi bir panorama çizimi yoktur. Her ne kadar yaklaşık 1590’da Habsburg elçisine eşlik eden bir sanatçının çizdiği panoramik bir Beyoğlu görüntüsü varsa da, benzer çizimler yok denecek kadar azdır. Bunun iki nedeni olmalıdır: Birincisi Suriçi’nde Beyoğlu bölgesini resimleyecek herhangi bir yükseltinin olmaması (minareler bu iş için kullanılabilir olsa da, hemen hepsi Hıristiyan olan çizerlerin bir cami minaresine kolayca çıkabilecekleri düşünülemez; tek istisna Gaspare Fossati’nin Ayasofya Camii minarelerinden çizdiği dört parçalık panoramadır); ikincisi ise Suriçi’nin görkeminin yanında Beyoğlu bölgesinin, Galata ve Tersane dışında çizim yapmak için yeteri kadar enteresan bulunmamasıdır.
Suriçi’nde, saraydan izin almak şartıyla Hıristiyanların da çıkabileceği ilk yükselti 1749’da yapılan ahşap Yangın Kulesi’dir. 1756 Cibali yangınında yanan bu kule, eskisi gibi ahşap olarak yenilenir, ne var ki 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını takiben yıkılır. Aynı yıl çıkan Hocapaşa yangını sonrası bir kere daha ahşap olarak yaptırılır. 1828’de ise Sultan II. Mahmud’un (H. 1808-1839) emriyle, Senekerim Kalfa kuleyi bu kere kâgir olarak inşa eder. İlk yapımında 85 metre yüksekliğinde, geniş saçaklı, külah biçiminde ahşap bir örtüyle sonlanmakta olan kule, 1849’da elden geçirilir, sekizgen planlı ve yuvarlak pencereli üç kat ilave edilir. Kule, 1889’da üzerine demirden bir bayrak gönderi ilave edilerek bugünkü görünümüne kavuşur.
Beyazıt Yangın Kulesi’nden bakarak yapılmış bir İstanbul manzarası çizimi bugüne kadar ortaya çıkmamış, kuleden daha çok panoramik fotoğraflar çekilmiştir. Bilinen ilk panorama, Joseph-Philibert Girault de Prangey’in 1843’te çektiği 9,5 x 24 cm ebadındaki bir daguerrotype’tir. Topkapı Sarayı’nın Ayasofya’ya yakın bir bölümünden başlayan bu çekim, Çemberlitaş Atik Ali Paşa Camii’ni kapsayacak şekilde Marmara yönüne doğru uzanmaktadır. Daha sonra James Robertson’un Mayıs 1854’te ortağı Beato ile birlikte on iki parça olarak çektiği beş parçadan oluşan 1857 tarihli panoramalar gelir.7 Abdullah Biraderler, Vasillaki Kargopoulo, Pascal Sébah, Guillaume Berggren, Sébah&Joaillier, Gülmez Biraderler gibi pek çok sanatçı, hemen hemen her fotoğrafçıyı cezbeden Beyazıt Yangın Kulesi’nden panoramalar çekmeye devam edecektir. Burada, 1890’da Sébah&Joaillier tarafından Beyazıt Kulesi’nden çekilen panorama sunulmaktadır. Soldan itibaren birinci kare 347 mm, ikinci kare 330 mm, üçüncü kareden dokuzuncu kareye kadar 340 mm, onuncu kare 358 mm olmak üzere, on karenin birleştirilmesiyle oluşan, tamamı 3415 x 302 mm ebadındaki 360 derecelik bir panoramadır.
Suriyeli Katolik Hanna (Joannis-Jean) Sébah ile Ermeni Katolik eşi Lisa’nın evliliğinden dört erkek çocuk dünyaya gelir; sonuncusu, 1823’te doğan, geleceğin önemli fotoğrafçılarından Pascal Sébah’tır. Sanatçı, 1857’de Tomtom Sokağı 10 numarada “El Shark Société Photographique” ismini verdiği ilk stüdyosunu açar; stüdyonun yöneticisi A. Laroche adlı bir Fransızdır. Daha sonra geçici olarak Grand Rue de Péra’da 232 numaralı binaya, 1860’ta ise aynı cadde üzerindeki 439 numaraya taşınır. 1873’te Kahire’de bir şube açarlar. 1883’te beyin kanaması geçiren Pascal Sébah, artık çalışamayacaktır. Üç yıl süren bir hastalık sürecinden sonra 25 Haziran 1886’da vefat eder. Stüdyonun sorumluluğunu kardeşi Cosmi Sébah üstlenir. Ancak işlerin kötüye gitmesi üzerine 1887’de Polycarpe Joaillier işletmeye ortak olur ve firmanın adı Sébah&Joaillier olarak değiştirilir.
1888’de Polycarpe Joaillier geniş kapsamlı bir İstanbul manzaraları ve tarihi yapılar dizisi hazırlamaya başlar. Özellikle Kayser II. Wilhelm ve İmparatoriçe Augusta Victoria’nın 1889’da İstanbul’u ziyareti sırasında çektikleri fotoğraflar nedeniyle Sébah ve Joaillier’ye “Photographes de la Cour Royale de Prusse” (Prusya Sarayı Fotoğrafçıları) unvanı verilir. 1896’da Cosmi Sébah vefat eder. Pascal Sébah’ın oğlu Jean, Sébah&Joaillier’e sahip çıkar. Abdullah Biraderler’in stüdyosunu 1900’de satın alırlar. Polycarpe Joaillier Fransa’da bulunduğu sırada, 13 Şubat 1904’te, Paris’te vefat eder. Abdullah Biraderler’den alınan stüdyo bir yıl sonra elden çıkarılır. Babasının hisselerini devralan oğul Gustave Joaillier aynı tarihlerde Paris’e yerleşerek ortaklıktan ayrılır. Jean Sébah, aile dostları Agop İskender ile yeni bir ortaklık kurar ve firmanın adı Foto Sabah olarak değiştirilir. Jean Sébah 6 Haziran 1947’de yaşama veda eder. 1950’lerin başında Bedros İskender, yaklaşık bir asır boyunca faaliyet gösteren firmayı kapatarak Paris’e yerleşir. Pascal Sébah ile başlayan, Sébah&Joaillier ile devam eden serüven, Foto Sabah ile son bulacaktır.
Polycarpe Joaillier’nin çekiminin solunda, hemen hemen Fatih Camii’nden başlayan panorama, 360 dereceye yakın bir dönüşten sonra Şehzade Camii ile sonlanır. Panoramanın en solunda, geri planda görmekte olduğumuz çifte şerefeli iki minareli Fatih Camii, Aziz Havariyyun Kilisesi’nin bulunduğu alana 1467-1470 arasında Mimar Sinanüddin Yusuf bin Abdullah (Atîk Sinan) tarafından inşa edilir. Cami, sıbyan mektebi, kütüphane, muvakkithane, sekiz tâli, sekiz âli medrese ile imaret, kervansaray, tabhane, darü’ş-şifa, türbeler ve hamamdan oluşan külliye büyük bir alanı kaplamaktadır. Atîk Sinan’ın inşa ettiği iki minareli cami 1766’da meydana gelen deprem sonucu büyük oranda tahrip olduğu için Sultan III. Mustafa (H. 1757-1774) döneminde, 1767-1771 arasında Mimar Mehmed Tahir Ağa tarafından inşa edilen yapıdır. Fatih Camii’nin solunda, daha aşağı kotlarda, 1585-1586’da Sadrazam Hadım Mesih Mehmed Paşa’nın yaptırdığı Mesih Mehmed Paşa Camii yer alır. Fatih Camii’nin sağ gerisinde ise 1500’lerin hemen başlarında inşa edilen ve daha çok Zincirlikuyu Camii adıyla bilinen Gazi Hadım Ali Paşa (Vasat Ali Paşa) Camii’nin minare ve kubbeleri görülmektedir. Zincirlikuyu Camii’nin daha gerisinde, solunda yer alan, tek şerefeli minaresiyle belli belirsiz görülmekte olan kubbe ise Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’ni işaret etmektedir. Mimar Sinan’ın Kanuni Sultan Süleyman’ın (H. 1520-1566) kızı, Rüstem Paşa’nın karısı Mihrimah Sultan için 1562-1565 arasında inşa ettiği bu külliye, cami, medrese, sıbyan mektebi, çifte hamam, türbe ve gelir getirici dükkânlardan oluşmaktadır. Bu bölgenin sağına doğru, arazinin eğimine paralel olarak Haliç’e kadar inmekte olan surlar seçilmektedir. Surların görünümü, daha ön planda olan dört katlı Darü’ş-şafaka binasıyla kesilir. Suriçi’nin görülmekte olan bölümünde, anıtsal yapılar hariç geleneksel dokuyu görmezden gelen, açık renk boyasıyla kendini hemen belli eden dört katlı bu büyük yapının inşasına 14 Ağustos 1868’de başlanır ve 28 Haziran 1873’te açılışı yapılır.
Darü’ş-şafaka binasının hemen sağ gerisinde ise belli belirsiz Fethiye Camii seçilmektedir. Latin istilasının son bulmasını takiben muhtemelen burada bulunan eski bir kilisenin yerine yapılan ve Hz. Meryem’e (Theotokos) ithaf olunan bu kilise, Pammakaristos (“En Kutlu”) adıyla anılan bir manastırın kilisesidir. İmparator VIII. Mikhael Palaiologos’un (H. 1258-1282) yeğeni Protostrator Mikhael Glabas Tarkhaneiotes tarafından 1292-1294 arasında yaptırılır. Çeşitli dönemlerdeki eklemelerle oluşan yapı, fetihten sonra 1455’ten 1586’ya kadar patrikhane olarak kullanılır. Sultan III. Murad (H. 1574-1595) döneminde padişah tarafından satın alınarak, Azerbaycan’ın fethinin hatırasına izafeten Fethiye ismiyle camiye dönüştürülür. Bu bölümdeki bir diğer anıtsal yapı, tek şerefeli iki minaresi ve yükselen kubbesiyle dikkati çeken Sultan Selim Camii’dir. Kanuni Sultan Süleyman’ın, babası Yavuz Sultan Selim’in vefatından sonra yaptırdığı bu cami 1522’de tamamlanır. Bazı kaynaklar bu yapının mimarı olarak Sinan adını ileri sürerlerse de caminin Acem Ali tarafından yapılmış olması gerçeğe daha yakın görünmektedir. Geçen zaman içinde imareti yıkılmış olup sıbyan mektebi dış avlu kapısı yanındadır. Haziresinde Yavuz Sultan Selim, Sultan Abdülmecid ve bazı şehzadelerin türbeleri vardır. Sultan Selim Camii’nin sağ ilerisinde belli belirsiz görülmekte olan iki minareli cami ise Sultan III. Selim (H. 1789-1807) döneminde harap olması dolayısıyla temelleri dahil yeniden inşa edilen Eyüp Sultan Camii’dir.
Sol ön planda Seraskerlik binası görülür. Bu bina ile arka planda, yukarıda belirttiğimiz yapılar arasında kalan alan İstanbul’un 19. yüzyılın ikinci yarısındaki dokusunu gösterir. Eski Saray (bugünkü Besim Ömer Paşa Caddesi’nde) çevresinde yer alan birkaç konak dışında, çoğunluğu iki veya üç katlı mütevazı konutların oluşturduğu bu yerleşim kesintisiz bir bütünlük içindedir. Saraçhanebaşı ile Unkapanı arasındaki, yapımına 1939’da başlanan ve açılışı 26 Şubat 1943’te yapılan 44 metre genişliğindeki cadde, bu bütünlüğü büyük ölçüde zedeleyecek, Süleymaniye ile Fatih bölgesi arasında şehrin geleneksel dokusuyla uyumlu olmayan bir engel oluşturacaktır. Bu bölümde iç içe geçen mahalleleri belirten en önemli ipucu, mahalle mescitlerinin yer yer görülmekte olan minareleridir.
Panoramanın bu bölümünün en solunda Bozdoğan / Valens Kemeri’nin bir bölümü seçilmektedir. Valens Kemeri’nin inşaatına, İmparator Valentinianus (H. 364-378) döneminde başlanır. Zeminden ortalama yüksekliği 28-29 metre, en yüksek noktası 63,5 metre olan 971 metre uzunluğundaki bu kemer Fatih ile Beyazıt semtleri (yapıldığı dönemde Havariyyun Kilisesi ile Capitol) arasındaki vadinin üzerinden geçmektedir. Fetih dönemine kadar hizmet veren bu suyolu, 1453’ten sonra yeniden ele alınarak Eski Saray ile Topkapı Sarayı’nın su gereksinimini karşılamak üzere yenilenir. Suyolu olarak son tamirinin Sultan
III. Ahmed (H. 1703-1730) döneminde Halkalı Suyolları’nın onarımı sırasında yapıldığı bilinmektedir. Bozdoğan Kemeri’nin sağında, yoğun evler arasında görülen tek şerefeli minare, bugünkü Vefa semtinde yer alan, 1460’ta yapılan Molla Hüsrev Mescidi’ni işaret etmektedir. Onun alt hizasındaki kurşun kaplı sivri minare külahıyla belli olan mescit günümüzde Kirazlı Mescit adıyla bilinen ve 18. yüzyılın ikinci yarısında yapılan Süleyman Subaşı / Karcı Süleyman Mescidi’dir. Daha yukarıda Fatih Camii’nin alt hizasında görülen minare ise Sinekli Mescit / Nabi Çelebi Mescidi isimleriyle de bilinmekte olan Mimar Ağa Mescidi’dir. Fatih Camii ruznamçecisi (muhasebecisi) Zeyni Mehmed Efendi’nin medrese olarak inşa ettirdiği bu yapının dershanesi, daha sonra Sultan Ahmed Camii mimarı Mehmed Ağa tarafından 1755-1756’da mescide dönüştürüldüğü için Mimar Ağa adıyla anılmaktadır.
Fatih Camii’nin sağ yanında görülmekte olan servilik alanın bitiminde seçilen iki kubbe, muhtemelen Çukur Hamam’ı işaret eder. Evliya Çelebi’ye göre İstanbul’un en büyük hamamı olan bu yapı 1829 tarihinde erzak ambarına dönüştürülür. Hamamın 1894 büyük depremi sırasında yıkıldığı sanılmaktadır. Çukur Hamam’ın alt sağında, iki büyük kubbesi ve onların hemen önünde görülen bir dizi küçük kubbeyle belirgin yapı, Kaptan-ı derya Barbaros Hayreddin Paşa’nın Mimar Sinan’a yaptırdığı Zeyrek Çinili Hamamı’dır. Çifte hamam olan bu yapının Edirnekapı Mihrimah Sultan Hamamı’nın bir benzeri olduğu kabul edilmektedir. Günümüzde yöre sakinlerine hizmet vermekte olan hamamın çeşitli onarımlar geçirdiği bilinmektedir. Çinili Hamam’ın sağ gerisinden kendini gösteren küçük minare ise 16. yüzyılın son çeyreğinde Şeyhülislam Çivizade Mehmed Efendi’nin kızı Ümmü Gülsüm Hatun’un yaptırdığı Zeyrek Çivizade Mescidi’dir.
Sağa doğru, Zeyrek yamaçlarındaki en belirgin yapı, yoğun konutlar arasında açık renkli yapısı ve üç kubbesiyle göze çarpan Zeyrek Kilise Camii’dir. Bu yapı gerçekte Orta Bizans döneminde yapılan Pantokrator Manastırı Kilisesi olup, 1136’da ibadete açıldığı ileri sürülür. 1136’dan önce bu yapının kuzeyinde “Şefkatli Meryem-Theotokos Eleusa” adına yapılmış bir kilise vardı. “Evrenin hâkimi-Pantokrator İsa”ya sunulan büyük kilisenin yapımını takiben her iki yapının arasına Başmelek Mikail adına inşa edilen bir mezar şapeli ile kilise, birbirine bitişik üç yapıdan oluşan bir görünüm alır. Fetihten sonra, Fatih Külliyesi inşa edilinceye kadar bir süre medrese olarak kullanılan yapının ilk hocasının Zeyrek Mehmed Efendi olduğu bilinmektedir. Medresenin taşınmasını takiben camiye çevrilen yapının solunda, tek şerefeli kurşun kaplı külahlı minaresi de açık seçik görülmektedir.
Zeyrek Camii minaresinin sol gerisindeki, açık renk, tek şerefeli, kurşun külahlı minare Kepekçiler veya Haraççı Muhiddin Mescidi’ne ait olmalıdır. Yoğun iskân arasında yer alan bu yapıları kesinlikle seçmek mümkün değildir. Zeyrek Camii’nin minaresi ile yükselen ana kubbesi arasından belli belirsiz Hacı Hasanzade Mescidi’nin küçük minaresi seçilmektedir. Zeyrek Camii’nin sağ üstüne doğru görülmekte olan iki minarenin önde olanı, Eski İmaret Camii’ne aittir, hemen sağına doğru kubbesinin bir bölümü belli belirsiz görünür. Daha geride olanı ise, Pantepoptes Manastırı kilisesi olarak inşa edilen, Fatih Sultan Mehmed döneminde bir süre imaret olarak kullanılıp daha sonra camiye çevrilen, bir dönemin Yarhisar Mahallesi’ndeki Sinan Ağa Mescidi’ne aittir.
Dikkatlice bakıldığında, Haliç’e doğru alçalan yamaç üzerinde, yoğun konut yapıları arasında birçok küçük minare seçilmekte ise de, bu yapıları kesin olarak tespit etmek mümkün değildir. Bu bölümdeki en önemli yapı, yükselen kütlesi ve hemen sol yanında yer alan tek şerefeli minaresiyle Gül Camii’dir. Bizans dönemi nekropolünün hemen aşağısında, günümüz Ayakapı semtinin üst kotlarında yer alan bu yapının eski ismi konusunda kesin bilgi bulunmamaktadır. Bir efsaneye göre Azize Teodosia’nın yortu günü olan 29 Mayıs’ta kilisenin güllerle donatılmış, akabinde şehre giren Türkler bu kiliseye “Gül Camii” adını vermişlerdir. Fetih sonrasında, kilisenin altındaki mahzenlerin bir dönem Haliç’te bulunan gemilerin malzeme ambarı olarak kullanıldığı, daha sonra Sultan II. Selim (H. 1566-1574) döneminde Hasan Paşa’nın yapıyı camiye dönüştürdüğü bilinmektedir.
Ön planda, kurşun kaplı çatısı ve hemen her odasından yükselen bacalarıyla görülmekte olan yapı, Sultan II. Mahmud (H. 1808-1839) döneminde 15 Haziran 1826 günü meydana gelen ve “kul kıyamı” adı verilen ayaklanma sonucu Osmanlı tarihinde “Vaka-i Hayriye”36 diye bilinen Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması olayını takiben, Eski Saray’ın bulunduğu alanın Serasker Kapısı olarak yeniden düzenlenmesi sonrası yapılan ve günümüzde İstanbul Üniversitesi merkez binası olarak kullanılan Harbiye Nezareti’dir. İstanbul’un üçüncü tepesini oluşturan bu alan Roma döneminden başlayarak şehrin en önemli yapılarını barındırmıştır. Şehrin Roma başkenti olarak yeniden inşası öncesi Byzantion’un büyük mezarlığı bu bölgedeydi. Daha sonra şehrin en büyük meydanı olarak günümüze kadar varlığını sürdürecek alana hâkim bu noktada Constantinus (H. 324-327) ve I. Leon’un (H. 457-474) sarayları ile Constantinus ve I. Theodosius (Theodosius Flavius, H. 379-395) adına dikilmiş iki sütun vardı. Günümüzde üniversitenin giriş kapısı olarak kullanılan yerde I. Theodosius’un yaptırdığı büyük bir bazilika, onun güney yönünde ise Theodosius Forumu (Forum Tauri) bulunuyordu. Şehrin fethinden hemen sonra, 1454’te, bölgede bir saray yapımına başlandı. Dönemin tanığı Tursun Bey, Mimar Musliheddin’in inşa ettiği bu sarayda iyi korunan bir harem dairesi ile padişah ve içoğlanları için kasırlar, köşkler ve idari yapılar, bağlar ve bostanların yanı sıra vahşi hayvanlarla dolu av sahaları olduğunu söylemektedir. Sultan II. Bayezid (H. 1481-1512) padişah olduğu zaman eski bir geleneğe uygun olarak külliyesini bu sarayın hemen yamacına yaptırır. Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren haremin Topkapı Sarayı’na taşınmasını takiben eski padişahların haremleri ile valide sultanların ikametine tahsis edilen bu yapıların, 1550 ve 1715 yıllarında tümüyle yandığı ve zamanla bakımsız kaldığı bilinmektedir. 1749’da bu büyük alanın bir bölümü, içine ahşap bir yangın kulesi inşasıyla ilk defa farklı bir kullanıma tahsis edilir. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından kısa bir süre sonra Seraskerliğin kullanımına verilen alanda, Senekerim Kalfa günümüzde de varlığını korumakta olan kâgir yangın kulesini inşa etmiştir. Aynı tarihlerde Eski Saray’da yaşamakta olan kadınların bir bölümü Topkapı Sarayı’na, bir bölümü ise Eyüp’teki Çifte Saraylar’a nakledilir. Eski binaların bazılarının onarılarak kullanıldığı bu yapı düzeni Sultan Abdülaziz (H. 1861-1876) döneminde mevcut yapıların yıkılmasıyla sonlanır. Bugünkü yapıların mimarı Fransız Marie Auguste Antoine Bourgeois’dır. Panoramada, Seraskerlik ana binasının sol tarafında yer alan, bir bölümü ile bahçeden girilen küçük avlusu görülen yapılar ahır, tamirhane, arabalık gibi kullanımlara tahsis edilen yapılardır. Geride, avludan geçilerek girilen hamamın kurşun kaplı kubbesi seçilmektedir. Meydanın soluna doğru, çatısı kiremit kaplı, orta aksı bahçeye doğru çıkıntı yapan ve sağlı sollu merdivenlerle girilen iki katlı bina ise hastane olarak kullanılmaktaydı. Süleymaniye Camii yönünde yer alan ve bodrum katının yarım yuvarlak pencerelerini gördüğümüz bina ise Süleymaniye Kışlası’dır. Bu yapının orta bölümündeki iki yanı ağaçlı rampa ise yapılar topluluğuna Süleymaniye yönünden girişi sağlayan Süleymaniye Kapısı’na erişim sağlamaktadır. Sağa doğru kalın duvarlarla çevrili küçük bir avlu içinde yer alan ve girişinin bahçe kotunun altında kaldığı gözlenen bina ise cephane deposudur. En sağda alaturka kiremit örtülü çatısını görmekte olduğumuz
ve meydan kotundan iki köprüyle girilen yapı ise bir dönemin meşhur Kışla-yı Hümayun binasıdır. Bekirağa Bölüğü olarak da bilinen bu yapı bugün İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak kullanılmaktadır. Kışla-yı Hümayun’un sağ alt bahçesinde ise yan yana dizilmiş nöbetçi kulübeleri görülmektedir. Bu fotoğrafın çekildiği tarihte Harbiye Nezareti olarak kullanılan bu yapılar, cumhuriyetin ilanından sonra, Mart 1924’ten itibaren Darü’l-fünun’un, bu kurumun yeniden düzenlenmesi sonrası 1 Ağustos 1933’ten itibaren de İstanbul Üniversitesi’nin kullanımına tahsis edilecektir.
Sol başa dönüp Bâb-ı Seraskerî alanının çevresine göz gezdirirsek, hastane binasının sol üstünde görülmekte olan tek şerefeli, şerefe kapısı açık seçik belli, kurşun külahlı minare Molla Güranî Camii’ni işaret etmektedir. 11. ve 12. yüzyıllara doğru yapıldığı bilinen bu yapının hangi kiliseye ait olduğu bilinmemektedir. Fetihten sonra 1480-1488 arasında şeyhülislamlık yapan Molla Güranî Ahmed Şemseddin Efendi’nin camiye çevirttiği bu yapı bugün de ibadethane olarak kullanılmaktadır. Sağa doğru devam ettiğimizde, seraskerlik hamamının soluna doğru yoğun ahşap yapılar ile onların arkasında görülen ve muhtemelen minaresi tamir için sökülmüş kubbeli yapı, bugün Atatürk Bulvarı üstünde yer alan Şebsafa Hatun Camii’dir. 1787 tarihli bu yapının haziresi de vardır.
Bu açıdan bakıldığında görülen en önemli yapı Süleymaniye Camii’dir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1548’de Safevi Şahı Tahmasp’a karşı açtığı Doğu Seferi sırasında yapımına karar verilen bu cami için ilk ödeme 1548 baharında yapılır. Mimar Sinan’ın yapımına başladığı yapı, büyük bir kubbe, mihrap ve giriş bölümünü oluşturan iki yarım kubbe ve yan sahınların üstünü örten beşerden on küçük kubbeyle örtülüdür. Avlunun uçlarında ikişer şerefeli, ana kütlenin sağında ve solunda üçer şerefeli dört minaresi olan bu yapının şerefe sayısı Kanuni Sultan Süleyman’ın onuncu Osmanlı padişahı olduğunu vurgulamaktadır. Caminin yanı sıra, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan türbeleri, darü’l-kurra, çeşme, sıbyan mektebi, evvel ve sâni medreseleri, tıp medresesi, darü’ş-şifa, imaret, tabhane, sâlis ve râbi medreseleri, hamam, darü’l-hadis gibi çok sayıda yapıyı içeren Süleymaniye Külliyesi, döneminde İstanbul’un en büyük ve yaygın yapısıdır. Süleymaniye Camii’nin mihrap yönünde görülmekte olan ağaçlıklı alan caminin haziresidir. Burada, Süleymaniye Kışlası’nın sağ köşesinin gerisinde, üç penceresi görülen kubbeli yapı Kanuni’nin türbesi, onun sağında geri plandaki yapı Hürrem Sultan Türbesi, onun önündeki, iki katının pencereleri seçilmekte olan yapı ise türbedar odası olarak da kullanılan darü’l-kurradır.
Sağa doğru devam ettiğimizde, çatısı ve bir dizi halinde hücre bacaları seçilmekte olan darü’l-hadisi ve Süleymaniye Külliyesi’ne ait Dökmeciler Hamamı adıyla da tanınan büyük kubbeli hamamı görmekteyiz. Hamamın sağına doğru yer alan tek şerefeli, kurşun külahlı minare, Uzunçarşı Caddesinin solundaki Samanveren (Samanveren-i Evvel / Çukurçeşme / Hoca Sinan) Mescidi’ni işaret eder. Fatih Sultan Mehmed döneminde saman emini olan Hoca Sinan’ın yaptırdığı bu kâgir yapı sonraki tarihlerde çeşitli onarımlar görerek günümüze ulaşmıştır. Samanveren Mescidi’nin daha aşağısında, kıyıya yakın bölgede, bir dönem Kantarcılar adıyla anılan semtteki tek şerefeli, basık kurşun külahlı minare ise 1546 tarihli Kepenekçi Sinan Mescidi’ne aittir. Kepenekçi Sinan Mescidi’nin hemen önünde yer alan ahşap binaları Müller-Wiener, Ethem Paşa Konağı olarak belirtir. Bu bölgede yer aldığını bildiğimiz Kantarcılar / Sarı Timur Mescidi ise yoğun iskân arasında seçilememektedir. Kıyıda, Unkapanı’na doğru sur dışında gelişen ve Sarı Timur Mahallesi olarak bilinen bölgenin sahilinde, kıyıya ve birbiri üstüne yanaşmış birçok yelkenli tekne görülür. Sağa doğru devam ettiğimizde gördüğümüz açık renk boyalı, tek şerefeli, kurşun külahlı minare eskiden bir dönem Kanlı Fırın Mescidi adıyla da tanınan Ahi Çelebi Camii’ne aittir. Fatih Sultan Mehmed döneminde inşa edilen bu yapının İstanbul için özel bir önemi vardır. Evliya Çelebi rüyasında Hazreti Peygamberi bu camide gördüğünü, elini öperken telaşla, “Şefaat Ya Resulallah” diyeceği yerde, “Seyahat Ya Resulallah” dediğini ve bu nedenle hayatı boyunca seyahat ettiğini anlatır. Ve ekler, “Helal ve temiz mal ile yapılmıştır, dua kabul olunur, eski bir camidir.”
Ahi Çelebi Camii’nin sağına doğru, daha yakın planda görülen üç kubbeli büyük ve yüksek yapı Tahtakale Hamamı’dır; büyük kubbe erkekler bölümünü, iki küçük kubbe kadınlar bölümünü, sola doğru üçüncü kubbe halvet bölümünü örtmektedir. Bir çifte hamam olan bu yapının İstanbul’un en eski tarihli hamamı olduğu ileri sürülür. Fatih Sultan Mehmed’in H. 875 / 1470-1471 tarihli vakfiyesinde adı geçtiğinden, 1470 öncesi yapılmış olduğu kabul edilmektedir. 16,7 metrelik kubbe açıklığı erken dönem Osmanlı yapıları içindeki en büyük açıklıktır. Tahtakale Hamamı’nın sağına doğru, tek şerefeli, kurşun külahlı yüksek minaresi görülen yapı, çinileriyle ünlü Rüstem Paşa Camii’dir. 1551-1561 arasında iki kere sadrazam olan Rüstem Paşa aynı zamanda Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’ın kocasıdır. 1562’de Mimar Sinan’ın yapımını üstlendiği cami 1565’te ibadete açılır. Yoğun bir ticaret merkezinin ortasında yer alan yapının alt katları camiye gelir temin etmek amacıyla mahzen ve dükkân olarak düzenlenmiş, böylelikle yapı yüksek bir platform üzerine inşa edilerek etkili bir görünüm elde edilmiş ve siluet içinde fark edilir hale getirilmiştir. Rüstem Paşa Camii’nin hemen sol gerisinde günümüzde üst katları turizm amaçlı kullanılan Zindan Han’ın yan cephesi seçilmektedir. Zindan Han’ın gerisinde ise Baba Cafer Zindanı adıyla anılmakta olan Haliç surlarının bir burcu yer almaktadır. Bu bölgenin büyük bir kısmı, Haliç surlarının dışında yer almaktadır. Antikçağdan beri kullanılmakta olan Neorion Limanı’nın batısında yer alan koyu kısmen çevreleyen bu yerleşim, Osmanlı öncesi adı tartışmalı olan bir kapıyla (Zindan Kapı) Suriçi’ne açılmaktadır. Latin istilası (1204-1261) öncesi bir dönem Venedik kolonisinin de yerleştiği, Sarı Timur’dan bugünkü Galata Köprüsü’ne kadar uzanan bu bölge çok erken tarihlerden beri yoğun bir ticaret alanıdır. Burası, İustinianus döneminden beri Galata yerleşimiyle irtibatı sağlayan teknelerin hareket iskelesi olarak da önemlidir. Günümüzde teknelerin bağlama yeri olarak kullanılan bu sahilde geçmişte Çardak İskelesi, Yemiş İskelesi, Limon İskelesi, Hasır İskelesi isimleriyle anılan birçok iskele bulunmaktaydı. 1957 istimlakleri sırasında açılan Unkapanı yolu (Ragıp Gümüşpala Caddesi) nedeniyle sur içi ticaret alanıyla bağlantısı kesilen bölgedeki yapıların hemen hemen hepsi 1984 sonrası yıkılmış, İstanbul’un deniz kıyısında yer alan ve Yemiş Çarşısı adıyla bilinen son ticaret alanı yok edilmiştir.
Rüstem Paşa Camii’nin sağına doğru görülen çoğunluğu kubbe, bazıları tonozla örtülü avlulu yapılar Kiraz Han, Çukur Han, Papazoğlu Hanı ve Balkapanı Hanı’dır. Balkapanı Hanı, 16. yüzyılda, Fetih öncesi dönemden kalan temel ve bodrumların üzerine inşa edilmiş, tek avlulu, orijinal planını büyük ölçüde koruyan 52 x 87 metre boyutlarında, içinde bir de mescit bulunan iki katlı büyük bir yapıdır. Sözünü ettiğimiz dört han da günümüzde varlıklarını korumaktadır, ancak kötü kullanım nedeniyle kimliklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir.
Balkapanı Hanı’nın sağına doğru görülen yapı yoğunluğu günümüze erişmemiştir. Bugün var olan büyük meydan zaman zaman sergi alanı olarak kullanılmaktadır. Bu bölgede, kıyıda, diğer yapılara nazaran daha yüksekçe olan, bize dönük yan cephesi açık renk boyalı yapı grubunun hemen sağında belli belirsiz seçilen kurşun külahlı küçük minare, 1940’larda yıkılan Balıkpazarı Tekkesi, Balıkpazarı İskelesi veya İzzet Mehmed Paşa Mescidi isimleriyle bilinen 1814-1815 tarihli küçük bir mescide aittir. Burası aynı zamanda Balıkpazarı İskelesi’nin bulunduğu noktadır.
Galata Köprüsü’nün Eminönü’ne bağlandığı noktada yer alan Yeni Cami’nin ilginç bir hikâyesi vardır. İstanbul’da yeni cami ismi ilk olarak Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı külliye içindeki camiye verilir. Daha sonra yeni yapılan bazı camiler de bir dönem “yeni cami” ismiyle anılsalar da, bu yapı üç yüz yılı aşkın süredir ilk ismini korumaya devam eder (bazı kaynaklarda adı Valide Sultan Camii olarak geçmektedir). Yapımına Sultan III. Murad’ın eşi, Sultan III. Mehmed’in (H. 1595-1603) annesi Safiye Sultan tarafından başlatılan caminin ilk mimarı Davud Ağa’dır. 1597’de temel atma hazırlıkları esnasında Davud Ağa vefat eder, yerine Dalgıç Ahmed Ağa görevlendirilir ve inşaat 1603’e kadar devam eder. 1603’te Sultan III. Mehmed’in vefatı, annesi Safiye Sultan’ın Eski Saray’a nakli üzerine inşaat yarım kalır. Daha sonra Sultan IV. Mehmed’in (H. 1648-1687) annesi Hadice Turhan Sultan yapının tamamlanması için bu kere Mimar Mustafa Ağa’yı görevlendirir ve 66 yıl sonra, 1663’te, külliye tamamlanır. Hünkâr Kasrı, sebil, çeşme, türbe, sıbyan mektebi, darü’l-kurra ile bir çarşıdan (Mısır Çarşısı) oluşan külliye İstanbul’un en uzun sürede tamamlanan yapısıdır. Üçer şerefeli iki minaresi ile liman bölgesini şenlendiren bu görkemli yapının dış avlu duvarlarının 19. yüzyılın ikinci yarısında yol genişletme çalışmaları sırasında yıkıldığı bilinmektedir. Yeni Cami’nin önünde, Mısır Çarşısı ile cami arasında, ağaçlarla kaplı üçgen bir alanın sağında yüksek duvarları ve kubbesi görülen Hadice Turhan Sultan Türbesi yer almaktadır.
Bu alanın solunda, yüksekçe bir yapının üzerindeki birçok kubbe ve devamındaki ince uzun bina 1663-1664 tarihinde yapımı tamamlanan, geçmişte Yeni Çarşı, Valide Çarşısı isimleriyle anılmakta iken 18. yüzyılın ortalarından itibaren daha çok Mısır yoluyla getirilen malların satışı nedeniyle Mısır Çarşısı adını alan yapıyı görmekteyiz. Günümüzde Eminönü Meydanı’na bakan ana girişinin yanı sıra beş de tali kapısı olan bu yapının hem içinde hem de batı yönündeki dış duvarına bitişik yüzü aşkın dükkân bulunmaktadır. Bu arada, bugün üç kubbenin gerisinde kurşun kaplı bir kırma çatıyla örtülü olan ana giriş kapısının 1890’da birçok kubbe ve tonozla örtülü olduğu anlaşılmaktadır. Panoramada görülmemekle birlikte Yeni Cami ile Sirkeci arasındaki yoğun iskân içinde Arpacılar / Bursa Tekkesi Mescidi ile günümüze ulaşamayan bir sinagog bulunduğu bilinmektedir.
Yeni Cami Külliyesi’nin hemen sağında, tek şerefeli ve kurşun kaplı külahlı minaresiyle yüksek gövdeli Hidayet Camii görülmektedir. Bu caminin bulunduğu alan eskiden deniz kıyısında olup burada bazı kayıkhaneler ve bekâr odaları bulunmaktaydı. Giriş kapısı üzerindeki kitabesine göre Sultan II. Mahmud bu yapıları yıktırarak 1813’te ahşap bir mescit yaptırır. Zamanla harap olan mescidin yerine Sultan II. Abdülhamid (H. 1876-1909) 1887 tarihinde Mimar Alexandre Vallaury’ye bugün görmekte olduğumuz camiyi yaptırır. Hidayet Camii’nin sağ önüne doğru yer alan, iki büyük kubbeli yapı, bugünkü İş Bankası binasının arkasına düşen bölgede yer alan Haseki Hürrem Hamamı’dır. Bu çifte hamam Mimar Sinan yapısı olup bölgede oturan Yahudilere atıfla “Haseki Sultan Hamamı Yahudiler içinde” olarak kayıtlıdır. Bu güzelim hamam 1930’larda yıktırılarak yerine Vakıflar İdaresi tarafından bir han yaptırılır.
Haseki Hürrem Hamamı’nın sağına doğru kıyıya dik olarak görülen yapılar 1850’lerden sonra yapılan ve varlıklarını kısmen günümüzde de devam ettiren ticaret yapılarıdır. Bu yapıların hemen gerisinde görülen büyük kubbe Sultan I. Abdülhamid (H. 1774-1789) külliyesini işaret eder. Medrese, imaret, sıbyan mektebi, kütüphane, türbe, sebil, çeşme ve bir dizi dükkândan oluşan bu külliyenin yapımına 19 Ekim 1775’te başlanır. İçinde mescit olarak kullanılan bir bölüm de bulunan medrese binasını 1926’dan beri İstanbul Ticaret Borsası kullanmaktadır. İmaret ve sıbyan mektebi ise 1911-1926 arasında Mimar Kemalettin Bey’in inşa ettiği Dördüncü Vakıf Han’ın yapımı için yıkılır. Külliyenin çeşme ve sebili bugün Gülhane Parkı girişinin karşısında yer alan Zeynep Hatun Camii’nin köşesine nakledilir. Sağa doğru devam ettiğimizde görülmekte olan külahı yıkık, tek şerefeli minare 1955’te yol genişletme çalışmaları sırasında yıkılan, 1767’de inşa edilmiş Emir Mescidi’ne aittir.
Emir Mescidi’nin sağına doğru, bir dönem Timurkapı olarak isimlendirilen bölgede yer alan ve bu panoramayı tarihlendirmemizde yardımcı olan Sirkeci Garı, tonoz benzeri üst örtüsüyle dikkati çeker. Alman Mimar August Jasmund, Sirkeci Garı’nı 11 Şubat 1888-3 Kasım 1890 tarihleri arasında inşa eder. Anıtsal bir görünümü olan yapının ana girişi yüksekçe olup, her iki yanında alçak birer bölüm vardır. Yükselen kütlenin her iki köşesinde minare benzeri, üzerlerinde saat olan birer de kule bulunmaktadır. Garın bulunduğu alanda, Fatih Sultan Mehmed döneminden kalma, Sinan Efendi tarafından yaptırılan ve Elvan Mescidi adıyla bilinen bir mescit daha bulunmaktaydı, ancak gar inşaatı nedeniyle yıkılmıştır.
4 Haziran 1870’te Yedikule-Küçükçekmece arasında, on beş kilometre uzunluğunda bir demiryolunun yapımına başlanır. Ancak şehir merkezi ile tren irtibatı hâlâ kurulamamıştır. En büyük problem Çatladıkapı’dan itibaren büyük bir bölümü saray bahçelerinden geçmesi gereken hatta ortaya çıkar. 1870 sonlarına doğru Serasker Rıza Paşa’nın buna karşı çıkışına, Sadrazam Âli Paşa, “Efendim bu bâbdaki arzu mülkün sahibi bulunan zat-ı âlinindir” diyerek son verir. Bundan böyle Rumeli demiryolunun başlangıç istasyonu Sirkeci olacaktır. Tren yolunun yapımı için büyük gayret sarf eden dönemin padişahı Sultan Abdülaziz’in “Memleketime tren yolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım” dediği de bilinmektedir.
Sirkeci’nin demiryolunun başlangıç noktası olarak belirlenmesi ve bölgede yeni yapılan düzenlemeler, gerek saray bahçesinin bir bölümünün ve sahil surlarının, gerekse Timurkapı (Demirkapı) çevresinde gelişen yerleşimlerin büyük çapta ortadan kalkmasına neden olur. Bölgenin kıyı kesiminde çoğunluğu askeri amaçlı, depo ve kışla olarak kullanılan birçok yapı bulunmaktadır. Aralarında en önemlisi hiç şüphesiz Sultan İbrahim (H. 1640-1648) döneminde bazı yapıların yıkılması sonrası yerlerine yapılan ve 1643 tarihinde inşası tamamlanan Sepetçiler Köşkü’dür.
Tren hattı ile yoğun ağaçlarla kaplı saray bahçesi (günümüz Gülhane Parkı) arasında görülen tek şerefeli minare Tıbbiye Camii’ni işaret etmektedir. Tıbbiye, Mecidiye, Sahra-yı Cedid ve Sarayiçi Camii isimleriyle de bilinen bu yapıyı Sultan Abdülmecid yaptırmıştır. Burada bulunan ve birçoğu hâlâ var olan yapılar Sultan II. Mahmud döneminde askeri hastane olarak kullanılan binalardır. Bu dönemde, 14 Mart 1827 tarihinde Asâkir-i Mansure-i Muhammediye’nin doktor ihtiyacını karşılamak amacıyla Darü’t-Tıbb-ı Âmire kurulur. Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda eğitim vermeye başlayan okul, 1836’da konağın satılması üzerine bir süreliğine buradaki yapılara taşınır. Bir dönem Gülhane Kışlası, Gülhane Askeri Rüştiyesi olarak da kullanılan bu yapılara 1898’de daha sonra Gülhane Askeri Tıp Akademisi adını alacak olan Gülhane Tatbikat Mektebi ve Seririyat Hastanesi de yerleşecektir. Cemil Topuzlu bir anısında 1881’de bu okula kaydını yaptırdığından ve o sırada okul müdürünün Marko Paşa olduğundan söz etmektedir.
Tıbbiye Binaları ile Topkapı Sarayı arasındaki yer yer yoğun ağaçlarla kaplı alan, bugünkü Gülhane Parkı’dır. Fotoğrafın çekildiği tarihte saraya ait bağ ve bostan olan bu has bahçe daha sonra Cemil Topuzlu Paşa’nın şehreminliği sırasında (1912-1914), Sultan V. Mehmed Reşad’ın (H. 1909-1918) izniyle Hazine-i Hassa’dan alınarak parka dönüştürülür. Bu alan çoğunlukla Gülhane olarak anılırsa da, sarayın kullanıldığı dönemde Marmara denizine bakan bölümü Gülhane Bahçesi adıyla bilinir. Bugünkü park ise genelde bitki ve ağaçlarla kaplı, muhtemelen talim veya gezi amaçlı kullanılan bir has bahçe olup özel bir isimle anılıp anılmadığı bilinmemektedir. Daha üst kotta büyük bir bölümü büyüyen ağaçlarla örtülmüş olarak Topkapı Sarayı (Yeni Saray / Saray-ı Cedid-i Âmire) yer almaktadır. En solda geniş saçakları üzerinde basık kubbesi görülen yapı Sultan IV. Murad’ın Bağdat seferi dönüşü 1639’da inşasına başlanan Bağdat Köşkü’dür. Köşkün sağında, kubbe kasnağında yer alan pencereleriyle Hırka-i Saadet Dairesi, harem bölümünü oluşturan çok sayıda yapı, yükselen kütlesiyle Adalet Kulesi seçilmektedir. Ağaçlar nedeniyle sarayın ikinci avlusuna girişi sağlayan Babü’s-selam kapısı görülmez. Sarayın birinci avlusunun günümüze nazaran daha az ağaçlı olduğu anlaşılmaktadır. Adalet Kulesi’nin sağ altında, iki katlı, ön ve yan cephesi açık seçik belli olan yapı, Fatih Sultan Mehmed döneminde Eylül-Ekim 1472 tarihinde inşası tamamlanan ve döneminde Sırça Saray adıyla da tanınan Çinili Köşk’tür. Çinili Köşk’ün hemen gerisinde ise mimar Alexandre Vallaury’nin inşa ettiği ve 13 Haziran 1891 tarihinde açılışı yapılan İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin ilk binası yer almaktadır.
Sağa doğru, Sur-ı Sultâni içinde, çatısında çok sayıda baca bulunan bina, birinci avludaki Aya İrini Kilisesi’nin alt bölümüne yerleştirilmiş olan Darphane’dir. Dikkatli bakınca, günümüze erişmeyen Darphane Köşkü’nün kurşun kaplı kırma çatısı da seçilmektedir. Bu yapı topluluğunun üstünde yükselen Aya İrini Kilisesi, ilk olarak I. Constantinus (H. 324-337) tarafından yaptırılır, bölgede yer alan daha önceki dönemlere ait tapınakların kalıntılarından yararlanılarak yapılan bu yapı “Kutsal Barış, Tanrısal Bağış, İlahi Bağış, İlahi Saadet” sözcükleriyle de anılmaktadır. Nika İsyanı (532) sırasında yakılan bu yapının yerine İmparator I. İustinianus (H. 527-565) döneminde bugünkü bina yapılır. Fetihten sonra Sultan III. Ahmed (H. 1703-1730) dönemine kadar iç cebehane, daha sonraları ise silah ambarı olarak kullanılan yapının, yeni kullanımı nedeniyle açılan giriş kapısı üzerinde, Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi (?-1768) tarafından yazılmış kitabe bulunmaktadır. Türk müzeciliği Fethi Ahmed Paşa’nın girişimleri sonucu 1846 tarihinde bu binada başlar. Buradan bakıldığında, Sur-ı Sultâni Aya İrini’nin sağına doğru görülmekte olan ve varlıklarını günümüzde de koruyan üç burç ile sonlanmaktadır.
Sirkeci Tren İstasyonu hizasından başlayan ve yer yer dendanları ile bazı burçları görülmekte olan Sur-ı Sultâni hafif bir eğimle sağa doğru devam eder. Bu bölgede, Tıbbiye binaları hizasındaki ilk burcun hemen solunda yer alan, açık renk, topuz külahlı, ince, uzun minare günümüze erişmeyen Ahmed Paşa (Cezayirli Ahmed Paşa) Mescidi’ni işaret eder. Ahmed Paşa Mescidi’nin sağına doğru, daha önde, sağında servi ağaçlarının görüldüğü kubbeli yapı Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesinde de adı geçen ve bir çifte hamam olarak yapılan Hoca Paşa Hamamı’dır. Bu yapının bize doğru önünde yer alan ve hücrelerinin kubbeleri ile bacaları görülen yapı ise günümüze erişmeyen Deveci Hanı’dır.
Hocapaşa ile Alemdar mahalleleri arasında yer alan ve bu dönemde çoğunlukla konutlarla kaplı olan bölge, günümüzde unutulmuşsa da Salkım Söğüt adıyla bilinmektedir Sur-ı Sultâni’nin sağa doğru görülmekte olan beşinci burcunun önünde yer alan, kurşun kaplı, topuz külahlı minare Aydınoğlu Tekkesi Mescidi’ne aittir. Sultan II. Bayezid döneminde İstanbul kadılığı yapan Saçlı Emir Muhiddin Mehmed Efendi tarafından yaptırılan bu yapılar topluluğu semahane, Hazreti Hasan el-Ünsi Türbesi, şadırvan avlusu, tekke ve odalardan oluşur, ancak 1958’de yol genişletme çalışmaları sırasında yıkılır. Mezarlar ve türbe ise günümüz Alemdar Caddesi ile Hüdavendigâr Caddesi’nin kesiştiği köşede muhafaza edilmektedir. Daha yukarıda Arkeoloji Müzeleri binası hizasında görülmekte olan tek şerefeli, ince uzun kurşun külahlı minare ise, günümüzde Gülhane Parkı girişinin karşısında yer alan Zeynep Sultan Camii’ni işaret etmektedir. Sultan III. Ahmed’in kızı Zeynep Sultan’ın H. 1183 / 1769-1770’te yaptırdığı bu caminin mimarı Mehmed Tahir Ağa’dır. Caminin haziresinde Zeynep Sultan’ın yanı sıra Alemdar Mustafa Paşa’nın da kabri bulunmaktadır.
Söz konusu bölgede ağırlıklı yapılar olarak görülmesi gereken Bâbıâli binalarını yoğun iskân içinde belirlemek oldukça güçtür. Ayrıca bu yapıların büyük bir bölümü 23 Mayıs 1878 gecesi çıkan yangın sırasında yandığı için fotoğrafta yer almamaktadır. Dikkatlice bakıldığında, Mercan Ağa Mescidi’nin minaresinin arkasında yer alan tek kubbeli Mahmudpaşa Hamamı’nın gerisinde, bu yapılara ait yangın artığı yıkıntılar seçilebilmektedir. Daha yukarda Aya İrini’nin önüne doğru görülmekte olan iki kubbe, Sultan I. Mahmud’un (H. 1730-1754) H. 1154 / 1741-1742’de inşa ettirdiği Cağaloğlu Hamamı’nı işaret etmektedir. Daha önceleri Nevşehirli İbrahim Paşa’nın sarayının bulunduğu bu alanda yaptırılan çifte hamamının mimarı muhtemelen Hassa Mimarı Süleyman Ağa’dır.
Panoramanın beş ile altıncı karelerinin birleştiği noktaya geldiği için Ayasofya Camii hem biraz siliktir, hem de minare nispetleri birbirlerinden farklıdır. Günümüzde müze olarak hizmet veren bu yapının ilk açılış töreni İmparator Constantius (H. 336-361) döneminde, 15 Şubat 360 günü yapılır. Yapı, 20 Haziran 404 tarihindeki bir ayaklanma sırasında kısmen yanar. İmparator II. Theodosios (H. 408-450) döneminde yenilenerek 10 Ekim 415’te tekrar ibadete açılır. Nika İsyanı (532) sırasında büyük oranda tahrip edilen yapı, İmparator I. İustinianos döneminde, Miletoslu İsodoros ile Trallesli Antemios isimli mimarlar tarafından yeniden yapılır; inşaat beş yıl sürer, bazilika 27 Aralık 537’de ibadete açılır. Fetih (29 Mayıs 1453) sonrası şehrin en büyük ibadethanesi olması nedeniyle, fethin işareti olarak camiye çevrilir. Fatih Sultan Mehmed döneminde yapıya ahşap bir minare inşa edilir. Daha sonra Sultan II. Bayezid döneminde caminin kıble duvarının sağ köşesine, varlığını günümüze kadar sürdüren tuğla minare ilave edilir. Sultan II. Selim (H. 1566-1574) döneminde, 1572-1574 tarihleri arasında Mimar Sinan tarafından Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılan ahşap minare kaldırılarak kıble duvarının solundaki minare inşa edilir. Sultan III. Murad (H. 1574-1595) babasının vasiyetini yerine getirerek iki minare daha inşa ettirir. Bu girişim sonucu İstanbul’un dört minareli ilk camii, “Câmi-i Ayasofya-i Kebir” ortaya çıkar. Uzun bir dönem kilise, daha sonra cami olarak hizmet veren yapı, 1 Şubat 1935’ten günümüze müze olarak varlığını sürdürmektedir. Caminin solunda Ayasofya imaretinin iki kubbesi, sağında ise Sultan II. Selim, Sultan III. Murad ve Sultan III. Mehmed’in türbelerinin kubbeleri belli belirsiz seçilmektedir.
Ayasofya Camii’nin sağ gerisinde üst iki katı görülmekte olan büyük yapı Gaspare Trajano Fossati’nin inşa ettiği Darü’l-fünun (üniversite) binasıdır. Yapımına 13 Kasım 1846 tarihinde başlanan yapı 1854-1856 arasında bölüm bölüm tamamlanır. Ortaları avlulu iki kare blok ile bu blokları birleştiren merkezi giriş bölümünden oluşan bina, Kırım Savaşı (1853-1856) nedeniyle bir dönem hastane, daha sonra ise muhacir barınağı olarak kullanılır. Yapımına başlandıktan 19 yıl sonra, 6 Mart 1865 tarihinde üniversite olarak açılışı yapılan bina, iki yılı aşkın süre devam eden derslerden sonra Maliye Nezaretinin, bir süre sonra ise Evkaf ve Adliye nezaretlerinin kullanımına tahsis edilir. I. Meşrutiyet (1876) ve II. Meşrutiyet (1908) dönemlerinde kısa süreler için Meclis-i Mebusan toplantılarına tahsis edilen yapı, İstanbul Adliye Sarayı olarak kullanıldığı sırada, 3 Aralık 1933’te tümüyle yanar ve yıkılır.
Tekrar ön plandaki görünüme dönersek, Kışla-yı Hümâyun’un nöbetçi kulübelerinin dizildiği arka bahçenin alt kotundaki genişçe yol Fuad Paşa Caddesi’dir. Bu cadde üzerinde yer alan ikişer ve üçer katlı mütevazı yapıların devamında, üçüncü katının ön ve yan cephesi görülmekte olan Âli Paşa Konağı yer almaktadır. 1865’te bedeli Hazine-i Hassa’dan karşılanmak üzere Agop ve Sarkis Balyan kardeşlerin yapımına başladığı bu kâgir konak, 1871’de Mehmet Emin Âli Paşa’nın ölümü üzerine bir süre şeyhülislamlık makamı olarak kullanılır. Daha sonra bir dönem Sultan Abdülmecid’in büyük kızı Fatma Sultan’a, bir dönem ise Sultan Abdülaziz’in kızları Saliha ve Nazime Sultanların ikametine tahsis edilir. 1893’ten sonra Mercan İdadisi olarak kullanılan konak, son olarak Harbiye Nezaretine devredilerek, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Dairesi olarak kullanılır. 23 Temmuz 1911’de meydana gelen büyük Mercan (Uzunçarşı) yangını sırasında yanan yapı uzun süre viran kaldıktan sonra 1950’lerin başında yıkılarak ortadan kaldırılır. Âli Paşa Konağı’nın sol arka köşesinde, şerefesinden itibaren görülmekte olan kurşun kaplı topuz külahlı minare Merdivenli Mescid’i işaret etmektedir. Bezzâziye / Bezzaz-ı Cedid Camii adıyla da bilinen bu mescidi 16. yüzyılda Cedîd Ali Paşa yaptırmıştır. Muhtemelen büyük Mercan yangını sırasında yanan yapı daha sonra yıktırılır. 1957-1958 yıllarında tekrar yapılmak üzere teşebbüse geçilir ve yerine yeni bir yapı yapılır.
Merdivenli Mescid’in sağına doğru, külahı sökülmüş ince, uzun minare ve onun gerisinde yuvarlak kemerli kıble cephesi görülmekte olan kırma çatılı bina, bir dönem medrese ve mektebi de bulunan Atik İbrahim Ağa Mescidi’dir. 1478’de ibadete açılan bu yapıyı Sultan II. Bayezid dönemi sadrazamlarımdan İbrahim Paşa yaptırmıştır. Zamanla harap olan yapı 1965’te tamir edilerek yeniden ibadete açılır. Atik İbrahim Paşa Mescidi’nin sağ altında görülen, tek şerefeli, kurşun külahlı minare Alaca Hamam Mescidi’ne aittir. Günümüzde, daha çok Marpuççular Camii adıyla bilinen bu yapıyı Fatih Sultan Mehmed dönemi ulemasından Çelebioğlu Alâüddin yaptırmış, daha sonra harap olan yapı 1955’te tümüyle yenilenmiştir. Âli Paşa Konağı’nın sağ köşesinde, şerefe üstü bölümü güdükçe olan ve yarım kubbemsi bir üst örtüyle kaplanan minaresi görülmekte olan yapı, Samanveren / Çukurçeşme Mescidi’ni işaret eder. Ancak bu mescidi daha önce sözünü ettiğimiz Samanveren Mescidi ile karıştırmamak gerekir; her ikisi de Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılan bu mescitlerin banisi Saman Emini Hoca Sinan’dır. Bu mescit Hoca Sinan’ın ikinci yaptırdığı bina olup, eskiden Samanveren-i Sani adıyla bilinmekteydi.
Alaca Hamam Mescidi’nin sağında görülen Büyük Valide Han’ın üçüncü avlusunun (Han-ı Sagîr veya Sağır Han) kuzey köşesinde yer alan 12 x 12 metre ebadındaki kâgir yapı kayıtlarda İrene Kulesi olarak belirtilir. Genellikle, Bizans dönemi Büyük Saray muhafızlarının Vigla adı verilen semtteki kışlalarının bir bölümü ya da Valide Han’ın inşasından önce burada bulunan bir sarayın cihannüması olarak değerlendirilen, Melchior Lorichs’in 1559 tarihli panoramasında abartılı olarak çizilen bu yapı hakkında, ne yazık ki adı dışında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Buradan itibaren, sağa Kapalıçarşı’ya doğru hanlar bölgesi başlar. İrene Kulesi’nden başlayan üç avlulu Büyük Valide Han, Saka Çeşmesi Mescidi’ne kadar devam eder. Solda Han-ı Sâgir (Küçük Han) veya günümüzdeki deyişle Küçük Han bölümünü gördüğümüz Büyük Valide Han’ı, bazı kaynaklara göre 1651’de Sultan IV. Murad’ın annesi Kösem Mahpeyker Sultan, Cerrah Mehmed Paşa Sarayı’nın yerine yaptırmıştır. Mimarı belli olmayan yapı, ikisi küçük, biri büyük üç avlu çevresindeki dükkânlar ve ikinci katındaki odalardan oluşmaktadır. Birinci ve ikinci avluda 153, üçüncü avluda 57 olmak üzere toplam 210 odası vardır. Orta bölümünde bulunan 63 x 68 metre ebadındaki bir avlu çevresinde oluşan ikinci yapıya Han-ı Kebir (Büyük Han) adı verilmiştir. Büyük Han’ın orta avlusunda, yoğun ağaçlarla çevrili olarak görülmekte olan kırma çatılı yapı bir mescit olup minaresi yoktur. Valide Hanı Mescidi olarak bilinen bu yapı fevkani olup avludan 20 basamaklı bir merdivenle çıkılmaktadır. Büyük Valide Han’ın orta avlusunun gerisinde görülmekte olan, ince sütunlara dayanan sakıflı şerefeli, bodur külahlı yapı Hacı Küçük (Köçek) Mescidi’ne aittir. Fatih Sultan Mehmed dönemi silahtarlarından Küçük Ahmed Ağa’nın yaptırdığı bu yapı 1844’teki esaslı onarım sonrasında bugünkü görünümüne kavuşur.
Büyük Valide Han’ın sağında yer alan tek şerefeli, uzun kurşun külahlı minare ile kubbe kasnağında üstleri yuvarlak kemerli pencereler görülen yapı, Sultan III. Mustafa’nın (H. 1757-1774) yaptırdığı Saka Çeşmesi Mescidi’dir. Çakmakçılar Camii adıyla da bilinen bu mescit daha önceleri Kuyumcular Kârhanesi denilen yerde iken, buradaki atölyelerin yıkılıp yerlerine Büyük Yeni Han’ın yapılması üzerine, aynı yerdeki Saka Çeşmesi adıyla anılan çeşmenin üzerine yapılır. Saka Çeşmesi Mescidi’nin sağına doğru, üst katlarında yuvarlak kemerler olan bina, dikdörtgen şeklindeki iki avlu etrafında teşekkül eden Büyük Yeni Han’dır. Sultan III. Mustafa’nın üç katlı olarak inşa ettirdiği bu yapı 37,5 x 127 metre ebadıyla bölgenin en büyük ticaret merkezlerinden biri iken, günümüzde ne yazık ki büyük ölçüde viran haldedir.
Büyük Yeni Han’ın önünde görülen, çatısı kurşun kaplı, pencerelerinde güneşlik olan yüksek bina muhtemelen Osmanlı Bankası binasıdır. Sağa doğru yer alan yüksek kubbe ile hemen önündeki küçük kubbeler ise Mahmud Paşa Hamamı’nı göstermektedir. Fetih sonrası ilk büyük vezir külliyesi olan Mahmud Paşa Külliyesi, 15. yüzyılın Fatih Külliyesi’nden sonraki en büyük yapı grubudur. Çarşının en yoğun bölgesinde olduğu, çevresi yüzyıllar boyunca başka yapılarla sarıldığı ve birçok özgün yapısını kaybettiği için diğer külliyeler gibi algılanamayan, sadece cami, türbe ve onlarla bütünleşmeyen hamam ve diğer hanlar içine sıkışan Kürkçü Han ile tanınan bu külliye, geçmişte cami, medrese, imaret, hamam, sıbyan mektebi, türbe, mahkeme ve büyük bir handan (Kürkçü Hanı) oluşmaktaydı.
1463-1474 arasında on yılı aşkın sürede inşa edilen bu yapılar topluluğu içinde yer alan Mahmud Paşa Hamamı, kitabesine göre 1466’da tamamlanır. Bir çifte hamam olan yapının kadınlar bölümü H. 1295 / 1878-1879 tarihinde yıktırılarak yerine Abud Efendi Hanı yapılır. Bu nedenle 1875 tarihli Guillaume Berggren panoramasında var olan bu bölüm artık görülmez olur. 27 metre yüksekliğinde, 16 metre çapındaki kubbesiyle yoğun yapılar içinde hemen göze çarpan bu hamam, çevresindeki konut sayısı azaldığı için kullanılmaz hale gelir ve 1992’de çarşıya dönüştürülür.
Tekrar ön plana dönersek, şerefesi görüntüye girmeyen, yivli ve üzerinde desenler olan, alışılmışın dışında kurşun kaplı külahı bulunan minare, Mercan Caddesi ile Fuad Paşa Caddesi’nin kesiştiği köşede yer alan Yakup Ağa Camii’ne aittir, bu yapı Âli Paşa Camii olarak da anılır. İlk banisi Eski Saray ağalarından Yakup Ağa olan bu caminin 1477 öncesi yapıldığı ileri sürülmektedir. Bir dönem yangın geçirdiği için H. 1286 / 1868-1869 tarihli kitabesinde de belirtildiği gibi dönemin sadrazamı Mehmed Emin Âli Paşa tarafından, Sultan Abdülaziz döneminde yapılan camiler üslubunda, kâgir ve tek kubbeli olarak yeniden yapılmış olup minaresi de bu üslubu yansıtmaktadır. Büyük Mercan yangını sırasında tekrar yandığı için 1953’te bugünkü şekliyle onarılır. Ayvansârâyi Hüseyin Efendi, Eski Saray’da vuku bulan ölümlerde cenazeleri bu caminin imamlarının kaldırmasının yerleşmiş bir usul olduğunu söyler.
Yakup Ağa / Âli Paşa Camii minaresinin hemen sağındaki, ortası avlulu yeni yapı Caferiye Hanı’dır. Onun gerisinde, kaidesine kadar görülmekte olan tek şerefeli, kurşun külahlı minare ve iki servinin arkasında kalan kurşun kaplı, kırma çatısı ile kâgir Mercan Ağa Mescidi yer almaktadır. Örücüler Camii adıyla da bilinen bu yapıyı Mercan Ağa’nın yaptırdığı, Darü’s-saade Ağası Nezir Ağa’nın ise H. 1114 / 1702-1703 tarihinde yenilediği bilinmektedir. Mercan Ağa Camii’nin sağına doğru, iç avlusunun kemerleri seçilmekte olan yapı Yolgeçen Hanı’dır. Kapalıçarşı çevresinde içinden yol geçtiği için biri günümüze erişmeyen üç Yolgeçen Hanı bulunmaktadır. Muhtemelen 18. yüzyıl içinde yapılan bu han hakkında ne yazık ki çok az bilgi vardır.
Yolgeçen Hanı’nın sağına doğru, üst kat kemerleri görülmekte olan han 18. yüzyılda inşa edilen Astarcı Hanı’dır. Bu yapının sağına doğru avlusunun bir bölümü ile kurşun kaplı kubbeleri görülmekte olan büyük yapı ise yine 18. yüzyıl içinde yapılmış olup, görüldüğü kadarıyla oldukça harap durumda olan İç Cebeci Hanı’dır. 1885-1886 tarihli bir haritada avlusunda bir de mescit bulunan yapıya Yağlıkçılar Sokağı’ndan girilmektedir. Cebeci Han’ın sağına doğru üst katının büyük açıklıklı kemerleri ile zemin katının bir bölümü görülen Sarnıçlı Han’a Fuad Paşa Caddesi ile Çadırcılar Caddesi’ni kesiştiği köşeden girilmektedir.
Geriye sola doğru, Kapalıçarşı’nın yüz yıllar içinde teşekkül eden karmaşık yapısı görülür. Bugün pek hatırlanmasa da H. 1303 / 1885-1886 tarihli bir bölge haritasında bu çarşı Mecidiye Çarşısı olarak anılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişim modelinin çıkış noktası İstanbul’dur. İmparatorluğun taşrası hemen her konuda İstanbul modelini benimseyecektir. Yapımına padişahın şahsen ya da sadrazamı vasıtasıyla onay vereceği çarşı düzeni, çarşı-pazaryeri-bedesten üçlüsünden oluşmaktadır. Bu üçlünün ortak özelliği şehrin merkezinde, güvenlikli bir alanda yapılmalarıdır. Bu üçlü piyasanın düzenlenmesini, üretim ve arzın kesintisiz devamını ve eski deyimle “ihtikâr”ın (vurgunculuğun) önlenmesini sağlamaktadır. Kapalıçarşı’da özellikle Sandal Bedesteni’nin yanındaki Muhafazacılar Sokağı çevresindeki esnafın bugün hâlâ büyük oranda döviz piyasasını yönlendirdiği gerçeğini hatırlatmak isteriz.
Fethin hemen sonrasında, 1455-1456 kışında, Eski Saray’a yakın ve eskiden beri ticari amaçla kullanılan bir bölgede Fatih Sultan Mehmed’in emriyle bir bedesten (Bezâzistan-ı Cedîd) yapımına başlanır. Bu yapı, içinde küçük bir mescit de bulunan günümüz Cevahir Bedesteni’nin (Eski Bedesten / İç Bedesten) ilk çekirdeğidir. 45,3 x 29,5 metre ebadında, dolayısıyla 1336 metrekarelik bir alanı kaplayan bu yapı 1460-1461 kışında tamamlanarak, Kapalıçarşı’nın inşası biten bazı bölümleriyle birlikte Ayasofya Vakfı’na dahil edilir. İlk vakıf senedinde adı geçmediği için yapılış tarihi konusunda çeşitli görüşler ileri sürülürse de, dört beş yıl sonra yazılan esas vakfiyede “Mahmud Paşa İmareti yakınında 128 sanduka [dört köşe büyük bir kutu şeklindeki küçük dükkân] sahip bezzâziye sûku” açıklamasından günümüzde Sandal Bedesteni (Yeni Bedesten) adıyla anılan yapının da Fatih Sultan Mehmed döneminde, muhtemelen 1460’ların sonuna doğru yapıldığı kabul edilir. Yüzyıllar boyunca çeşitli yangınlarla harap olan çarşı tekrar tekrar yenilenerek günümüze kadar varlığını sürdürür. Bugün 307.000 metrekare bir kapalı alana sahip olan çarşı, pazar günü hariç 8.30 ile 19.00 saatleri arasında açık tutulur. Yaklaşık 3.000 dükkân, 61 sokak ve 18 kapı ile hizmet vermektedir. Çevresinde, çarşıdan girişleri olan ve bazılarının içinde küçük mescitlerin bulunduğu on üç han yer almaktadır. Sandal bedesteninin arkasından başlayarak, tüm çarşı boyunca devam eden yüksek çatı, Nuruosmaniye girişinden Bayezid’e Bit Pazarı Kapısı’na kadar kesintisiz devam eden ve çarşının en geniş caddesi olan Kalpakçılar Caddesi’ni işaret etmektedir.
Sandal Bedesteni’nin gerisinde yer alan, ikişer şerefeli, soldaki minaresinin külahı sökülmüş büyük yapı, geçmişte Cami-i Şerîf-i Osmâniyye veya Nûr-ı Osmâniyye adlarıyla da bilinen Nuruosmaniye Camii’dir. Sultan I. Mahmud’un H. 1161 / 1748-1749’da inşaatını başlattığı yapı, padişahın vefatı üzerine yerine geçen Sultan III. Osman (H. 1754-1757) zamanında H. 1169 / 1755-1756’da tamamlanmıştır. Mimarı Mustafa Ağa’dır. İki kapılı geniş bir dış avluyla çevrili olan yapılar topluluğu cami, hünkâr mahfili, medrese, kütüphane, imaret, iki sebil, türbe ve çeşmeden oluşmaktadır. Barok üslubun bir örneği olan yapının iç avlusu yarım daire şeklinde olup kendine has bir karakteri vardır. Caminin soluna doğru hünkâr mahfili ve türbeler seçilmektedir.
Nuruosmaniye Camii’nin soldaki külahı sökülmüş minaresinin iki şerefesi arasına sıkışmış gibi görülen kubbe, Ayasofya Hamamı, Sultan Hamamı, Hürrem Sultan Hamamı ve Haseki Sultan Hamamı isimleriyle de bilinen hamamdır. Kanuni Sultan Süleyman’ın karısı Hürrem Sultan’ın H. 964 / 1556-1557 tarihinde Mimar Sinan’a inşa ettirdiği bu yapı, bir çifte hamamdır. Yüzyıllar boyunca hamam olarak hizmet vermiş, daha sonraları bir dönem İstanbul belediyesi tarafından benzin deposu olarak kullanılmış, 1940’larda Devlet Matbaası’nın deposu haline getirilmiştir. Son yıllarda baştan aşağı restore edilen hamam orijinal işleviyle hizmet vermeye devam etmektedir.
Nuruosmaniye Camii’nin önünde, iç avlusuna bakan ikinci kat kemerleri seçilen, çatısında odalarına ait kurşun kaplı tonoz çatıları görülen büyük yapı, günümüzde de varlığını sürdüren Çuhacı Han’dır. Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın yaptırdığı iki katlı bu hanın 21 x 28 metre ebadında büyük bir avlusu vardır; bu avlu günümüzde küçük yapılarla işgal edilmiş durumdadır. Zamanla giriş kapısının üzerindeki oda İğneci Hasan Ağa tarafından bir mescit haline getirilmişse de bunun günümüzde dükkâna tahvil edildiği bilinmektedir.
Çuhacı Han’ın sol gerisinde, tek şerefeli minaresi ve iki büyük kubbesiyle Mahmud Paşa Camii yer alır. Fatih Sultan Mehmed dönemi sadrazamlarından Mahmud Paşa’nın yaptırdığı bu cami, daha önce de belirttiğimiz gibi, günümüzde algılanması pek mümkün olmayan bir külliyedir. Mahmud Paşa Camii, tabhaneli veya zaviyeli cami denilen erken dönem Osmanlı camileri tipindedir. İki büyük kubbeyle oluşturulan ana mekânı üç yandan çevreleyen on küçük kubbe ile giriş tonozundan oluşan yapının önünde beş kubbeyle kapanan bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Kitabesinde H. 878 / 1463-1464 tarihi okunur, mimarı Atik Sinan’dır. Kıble tarafındaki haziresinde Mahmud Paşa’nın türbesi vardır. 1828’de camiye bir de hünkâr mahfili yapılır.
Nuruosmaniye Camii’nin sağ arkasında iki katlı, çatısındaki kurşun kaplı kubbeleri ve birçok bacasıyla Vezir Hanı yer almaktadır. H. 1070 / 1659-1660 tarihinde sadrazam Fazıl Ahmed Paşa tarafından yaptırılan iki katlı bu hanın girişinde üçgen planlı küçük bir avlu, devamında ise 45 x 70 metre ebadında hafif yamuk ikinci bir avlu bulunmakta olup bir bölümü yıkıktır.
Daha geride, arka fonunda Fenerbahçe burnunun yer aldığı Sultan Ahmed Camii tüm görkemiyle kendini belli etmektedir. Dikkatlice bakıldığında cami beş minareli olarak görülür. Muhtemelen sağ önde yer alan iki şerefeli minare onarım nedeniyle kaidesine kadar söküldüğü için bu karede yer almamaktadır. Sultan I. Ahmed (H. 1603-1617) döneminde, 9 Kasım 1609 tarihinde Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından yapımına başlanan yapılar topluluğu, cami, hünkâr mahfili, türbe, darü’l-hadis, darü’l-kurra, sıbyan mektebi, arasta, hamam, darü’ş-şifa, imaret, muvakkithane ve sebillerden oluşan büyük bir külliyedir. İstanbul’un Marmara siluetine hâkim ve Osmanlı coğrafyasında altı minaresi olan tek yapı, dindarlığıyla bilinen padişahın payitahta armağanıdır.
Sultan Ahmed Camii’nin hemen önündeki kırma çatılı büyük binalar günümüzde Türk İslâm Eserleri Müzesi olarak kullanılan İbrahim Paşa Sarayı’nı işaret eder. İbrahim Paşa Sarayı’nın hemen solunda, küçük bir ağacın bir bölümünü örttüğü kubbe ise Sultan II. Selim’in kadını Sultan III. Murad’ın annesi Nurbanû Sultan’ın, Üsküdar Toptaşı’ndaki Atik Valide Külliyesi’ne gelir sağlamak amacıyla H. 992 / 1584-1585 tarihinde Mimar Sinan’a inşa ettirdiği Çemberlitaş Hamamı’dır. Bir çifte hamam olarak inşa edilen bu yapının kadınlar bölümünün camekânı H. 1284 / 1868-1869 tarihinde yol genişletme çalışmaları sırasında yıkılır. Her ne kadar Aptullah Kuran bu hamamı Mimar Sinan yapıları listesine almazsa da, Tuhfetü’l-mimarîn’de bu yapının adı “Dikilütaş’ta Ali Paşa İmareti kurbünde mezburenin [adı geçen] Çifte Hamam” olarak kayıtlıdır.
Sultan Ahmed Camii’nin sağdaki minarelerinin önünde şehrimizin en eski anıtlarından biri olan Çemberlitaş görülmektedir. Roma İmparatoru Constantinus şehri imar ettiğinde, 328’de Plakoton adıyla bilinen meydana Roma’dan getirildiği söylenen purpurea (erguvan renkli) bir sütun yerleştirdiği kayıtlıdır. Bu sütunun üzerine büyüklüğü nedeniyle hayranlık uyandıran bir tunç Ilion Apollon heykelinin yerleştirildiği, Kutsal İmparator’un onu kendi adına ithaf ettiği, heykelin başına Hz. İsa’nın bedenini çarmıhına rapteden çivilerden bazılarının çakılmasını emrettiği ve heykelin kaidesine şu sözlerin kazılmasını sağladığı ileri sürülür:
Evrenin yaratıcısı ve sahibi, ey İsa.
Sana adadım bu kenti.
Krallık asası ve Roma’nın gücü senin.
Onu koru, esirge tüm kötülüklerden.
Sütunun dikilmesinden önce bu alan 1,5 metre kadar toprakla doldurulur. Septimus Severus döneminden kalma sütunlu caddenin (makros embolos) sona erdiği büyük kapının önündeki Plakoton Meydanı genişletilerek Constantinus Forumu inşa edilir. 418’de bir parçasının düşmesi üzerine sütun demir halkalarla emniyete alınır. Çeşitli yangın ve depremlerle zarar gören sütunun üzerindeki Constantinus heykeli 1105’te çıkan bir fırtına sırasında devrilir. İmparator Manuel I. Komnenos (H. 1143-1180) sütunu yeniden onarır ve heykelin yerine bir haç taktırır. Latin İstilası (1204-1261) sırasında tüm kent gibi forum da yağmalanır ve buradaki pek çok heykel Latinler tarafından götürülür. H. 921 / 1515-1516’daki büyük yangından zarar gören sütun yeniden demir çemberlerle emniyete alınır. O günden itibaren “Çemberlitaş” adıyla anılacak bu anıttan bazı kaynaklarda da “Dikilitaş” diye söz edilir. Ne yazık ki, yaklaşık 1688 yıldır İstanbul’un bir simgesi olarak varlığını sürdüren bu sütunu, bugün çevresindeki yoğun trafik ve kargaşa nedeniyle pek de fark edemiyoruz.
Çemberlitaş’ın hemen sağında, tek şerefeli, kurşun külahlı minaresi ile Atik Ali Paşa Camii görülür. Daha önceleri Sedefçiler Çarşısı’nın bulunduğu bu alanda yapıldığı için aynı zamanda Sedefçiler Camii adıyla da anılmakta olan bu yapıyı, Sultan II. Bayezid dönemi vezirlerinden Gazi Hadım Ali Paşa H. 902 / 1496-1407 tarihinde inşa ettirmiştir. Planlaması itibariyle Bursa ekolü ile klasik üslup arasında bir geçit teşkil eden bu yapı küçük bir külliye olarak düzenlenmiştir. İmaret ve tekkesi günümüze erişmeyen külliyenin bir bölümü yol genişletme çalışmaları sırasında kesilen medresesi Yeniçeriler Caddesi’nin diğer tarafında varlığını sürdürmektedir.
Atik Ali Paşa Camii’nin sağ arkasından görülmekte olan kurşun külahlı minare Sultan II. Bayezid dönemi yeniçeri kâtibi Mehmed Sait Efendi’nin H. 910 / 1500-1501 tarihinde inşa edilen Dizdariye Mescidi’ni, sağ önde görülmekte olan tek şerefeli kurşun külahlı, uzunca minare ise günümüze ulaşamayan, ancak Sultan II. Bayezid döneminde yapıldığını bildiğimiz Hüseyin Ağa Mescidi’ni işaret etmektedir.
Sağa doğru devam ettiğimizde önde tek şerefeli, kurşun külahlı minareyle kendini belli eden yapı ve minarenin sağında yer alan kubbe Çorlulu Ali Paşa Külliyesi’ne aittir. Cami, iki şadırvan, tekke, medrese, kütüphane, dershane ve hazireden teşekkül eden bu yapılar topluluğunu H. 1119-1120 / 1707-1709 yılları arasında Sultan II. Mustafa’nın (H. 1695-1703) damadı, Sultan III. Ahmed dönemi sadrazamlarından Çorlulu Ali Paşa inşa ettirir. Çorlulu Ali Paşa Külliyesi’nin hemen gerisindeki sivrice kubbe ise Yemen Fatihi olarak da bilinen sadrazam Koca Sinan Paşa’nın türbe, medrese ve sebilden oluşan yapılar topluluğunu işaret eder. H. 1002 / 1593-1594’te Mimar Davud Ağa’nın inşa ettiği bu yapılar içinde yer alan ve günümüzde Yeniçeriler (Divanyolu) Caddesi ile Bileyiciler Sokağı köşesinde bulunan sebil klasik dönemin en güzel su yapılarından biridir.
Çorlulu Ali Paşa Külliyesi ile Koca Sinan Paşa Türbesi’nin arkasında, ağaçlarla kaplı alanın gerisinde kalan belli belirsiz kubbe Kadırga semtinde yer alan Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi’ne aittir. Mehmed Paşa bu camiyi eşi, Sultan II. Selim’in kızı Esmahan Sultan adına H. 979 / 1571-1572’de Mimar Sinan’a inşa ettirmişti. Mermer mihrabı ve külahı çini kaplı minberiyle meşhurdur. Tek bir kubbe ile örtülen ana mekânın köşelerinde yarım kubbeler yer alır. Yedi küçük kubbeyle örtülü son cemaat yeri ve avlusunu üç yandan çevreleyen medrese odalarıyla, Topkapı Ahmed Paşa ve Edirnekapı Mihrimah Sultan camilerine benzer bir plan kurgusu taşımaktadır.
Ağaçlıklı alanın sağına doğru yer alan üç katlı, çatısı kiremit kaplı konağın kime ait olduğunu tespit edemedik, ancak bu yapının Temmuz 1922 tarihli Pervititch haritasında Amerikan Dispanseri olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Daha sağa doğru görülen kubbeli yapı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi’ni belirtmektedir (Merzifonî Külliyesi olarak da bilinir). Darü’l-hadis, mescit olarak da kullanılan bir dershane, sıbyan mektebi, sebil, dükkânlar ve hazireden oluşan bu külliyenin yapımını Mustafa Paşa’nın başlattığı, ölümü üzerine oğlu Ali Bey’in H. 1102 / 1690-1691’de Mimar Hamdi Efendi’ye tamamlattığı bilinmektedir. Yol genişletme çalışmaları nedeniyle dükkân bölümleri yıkılan yapının sebili de yer değiştirmiştir.
Merzifonî Külliyesi’nin gerisinde çatısı ve bir bölümü görülen konak Muzaffer Bey Konağı’dır. Onun gerisinde, kıyıya yakın bir konumda yer alan tek şerefeli minare ile hemen solundaki kubbe, Sultan II. Bayezid döneminde Darü’s-saade Ağası Hüseyin Ağa’nın camiye dönüştürdüğü Küçük Ayasofya Camii / Sergios ve Bakhos Kilisesi’ne aittir. İmparator I. İustinianos’un tahta çıkışının hemen ardından inşa edilen bu yapıya, camiye dönüştürülürken bazı değişiklikler ve ilaveler yapılmış, avlusunun etrafına zaviye hücreleri eklenmiş ve Hüseyin Ağa için bir türbe inşa edilmiştir.
Merzifonî Külliyesi’nin sağ önünde yer alan, tek şerefeli, kurşun külahlı minaresi ile kiremit kaplı çatısının bir bölümü seçilen yapı, Sultan IV. Murad dönemi ileri gelenlerinden Hacı Pirî’nin yaptırdığı Hacı Pirî / Makasçılar Mescidi’dir. Eskiden bu yapının çevresi dükkânlarla sarılı iken, yapılan yol genişletme çalışmaları sonrası Yeniçeriler Caddesi’nden cephe alır hale gelmiştir. Hacı Pirî Mescidi’nin sağ alt tarafında, yoğun yapılar arasında görülen tek şerefeli, kubbemsi bir külahı olan minare ise 16. yüzyıl başlarında inşa edilen ve günümüzde Yeniçeriler Caddesi’nden girişi olan Kaliçeci / Halıcı Hasan Ağa Mescidi’dir. Kaliçeci Hasan Ağa Mescidi’nden itibaren sağa doğru görülmekte olan büyük yapılar sırasıyla Şair Şefik Bey Konağı ve Sinekli Medrese ile Varyemez Ahmed Efendi, Aynalı Necibe, Akif Paşa, Dinibütün Mustafa Paşa, Hariciye Mektupçusu Münir Bey, Hassa Tabibi Namık Paşa konaklarıdır.
Ön planda, Bayezid Camii’nin soluna doğru, zemin katının büyük açıklıklı kemerlerinin bir bölümü görülen üç katlı büyük yapı Sultan Abdülaziz döneminin sonlarına doğru inşasına başlanan askeri misafirhanedir. Her ne kadar bazı kaynaklarda Jandarma Kışlası olarak belirtilirse de, ülkemizde Jandarma teşkilatının kurulması çalışmalarına Sultan II. Abdülhamid döneminde 4 Zilhicce 1296 / 18 Kasım 1879 tarihli, sadrazamlığın seraskerliğe gönderdiği bir tezkereyle başlanmıştır. Bu nedenle söz konusu yapının Jandarma Kışlası olarak yapımına başlanması mümkün değildir. Daha önceleri Bayezid Kervansarayı’nın bulunduğu ve James Robertson’un 1854 yılı Mayıs ayı içinde çektiği bir panoramada Eski Saray’ın dış duvarlarının hemen önünde görülen bir dizi ahşap yapının yerine yapılan bu yapı, Eylül 1904 tarihli Goad haritasında da askeri misafirhane (Hospice Militaire) olarak belirtilmektedir. 16 Eylül 1909’da kurulan ve o güne kadar Kadırga’daki Menemenli Mustafa Efendi Konağı’nda eğitim veren Darü’l-fünûn-ı Osmanî’ye bağlı Tıp Fakültesi Eczacı ve Dişçi, Kabile (Ebe) ve Hastabakıcı Okulu 1926’da bu binaya taşınır. Haşim İşcan’ın belediye başkanlığı (1963-1968) döneminde, 1965’te Vezneciler-Bakırcılar alt geçidinin inşaatı sırasında, yol genişletme çalışmaları nedeniyle yapının Çadırcılar Kapısı’na bitişik iki aksının yaklaşık altı metrelik bir bölümü (sola doğru biri tek, diğeri iki pencereli) yıkılır. Bu çalışmalar sırasında Diş Hekimliği Fakültesi binadan taşınır ve bina yapılan onarım çalışmaları sonrası 1974’te Bayezid Devlet Kütüphanesi’ne katılır.
Askeri misafirhanenin sol başında Kapalıçarşı’nın Çadırcılar Kapısı görülmektedir. 1854 tarihli Robertson panoramasında üstü kiremit kaplı bir çatıyla örtülü olan Çadırcılar Caddesi bu karede üstü açık olarak görülmektedir. Çadırcılar Kapısı’nın solundaki ortası avlulu han daha öncede sözünü ettiğimiz Sarnıçlı Han’dır. Onun solundaki Mühürdar Emin Paşa Sokağı ile Fuad Paşa Caddesi’nin kesiştiği noktada yer alan küçük bahçe içindeki üç katlı konak, meşhur İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın babası Mühürdar Emin Paşa’nın konağıdır. Bir dönem Darü’l-Kemal olarak isimlendirilen bu konak, pazartesi günleri yapılan toplantılar nedeniyle İstanbul’un ünlü kültür adamlarının buluşma noktasıydı. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in korunması yolundaki vasiyetine rağmen 1964’te yıkılarak yerine bir iş hanı inşa edilecektir.
Panoramanın bu bölümündeki en görkemli yapı Bayezid Camii’dir. İstanbul’un ikinci tepesi üzerine 1501-1506 arasında inşa edilen bu külliye cami, medrese, sıbyan mektebi, imaret, kervansaray ve bir çifte hamamdan oluşmaktadır. Fatih Sultan Mehmed Camii’nin 1766 depreminde büyük zarar görmesi üzerine Sultan III. Mustafa tarafından 1767-1771 arasında yeniden yaptırılması dolayısıyla günümüzde varlığını sürdüren en eski selâtin cami olma gibi bir özelliği de bulunmaktadır. 1581 tarihli Hünername’de ve François Kauffer’in 1776-1786 tarihli İstanbul haritasında, her ne kadar o sırada medrese, hamam ve imaret yapılarını kapsamıyor olsa da büyük bir dış avluyla çevrili olduğu görülür. Bu dış avlu muhtemelen Sultan II. Mahmud’un ilk saltanat yıllarında yıkılarak meydana katılmıştır. Mimarının Kemaleddin olduğundan bahsedilirse de, Üstat Hayreddin olduğu tespit edilmiştir. Rıfkı Melûl Meriç ise yaptığı araştırmalar sonucu yapının mimarının Yakup Şah, yardımcılarının ise Ali ve Yusuf isimli iki kişi olduğunu ileri sürer. Klasik dönem cami mimarisinin öncüsü olan bu yapı plan kurgusu açısından Bursa camilerine benzeyen bazı özellikler taşımaktadır. Aralarında 87 metre açıklık bulunan tek şerefeli iki minare yapıya büyük bir anıtsallık kazandırır.
Bayezid Camii ilginç bir yapıdır, 19. yüzyılda iç avlusunda Ramazan sergileri düzenlenirdi. Renk renk elbiselik kumaşların, ayakkabı ve çorapların yanı sıra naneli, tarçınlı, portakallı, limonlu şekerlemelerin, zencefil, havlıcan, sulican, cezvasıp, halepsadır gibi isimleriyle tuhaf çağrışımlar yaratan bin bir çeşit baharatın satıldığı bu sergide, tiryakiler için çeşit çeşit tütün, sigaralar, kehribar ağızlıklar, tabakalar da müşteri beklerdi. Yalnız bunlar mı, tezhipli, minyatürlü şehnameler, yazma divanlar, risaleler ve cönkler... Samiha Ayverdi bu sergileri “Nuh’un gemisi ihtiva ettiği çeşitli erzakı nasıl aş hâline koymuşsa, bu sergi de içinde topladığı sıra sıra, türlü türlü eşya ile gözlere ve gönüllere bir doyulmaz ziyafet çekmektedir...” sözleriyle anlatır.
Caminin avlu giriş kapısının üzerindeki ayeti 16. yüzyılın ünlü hattatı Şeyh Hamdullah yazmıştır. Avlunun sol girişindeki bölümde büyümekte olan iki ağacın biri çınar, diğeri ise atkestanesidir. Ahmed Hamdi Tanpınar, “Mavi, Maviydi Gökyüzü” isimli şiirinde:
Mor aydınlıkta bir çınar
Veya kestane dibinde
Mahmur süzülen bakışlar
İkindi saatlerinde...
mısralarıyla bu iki ağacı anar. Tanpınar’ın da mensup olduğu Esafil-i Şark adındaki aydın grubu daha sonraları buradaki açık hava kahvesinde “Yaz İkindileri” adını verdikleri toplantılar yapacaklardır. Buradan itibaren bir kapıyla girilen ve Kapalıçarşı’ya doğru uzanan dar sokak, eski haritalarda ve hatıralarda Hakkâklar Çarşısı veya sokağı olarak belirtilir. Daha önce Kapalıçarşı içinde, Cevahir Bedesteni’nin kuzeyindeki kolonatlı geniş sokakta faaliyet gösteren sahafların, 1894 depreminden sonra birer ikişer buraya yerleşmeleri sonucu, bu çarşı bugün Sahaflar Çarşısı’na dönüşmüştür.
Bu panoramanın çekildiği tarihte askeri misafirhane olarak kullanılan yapının sağ arkasında yükselmekte olan kubbeler ve bacalar Bayezid İmareti’ni işaret eder. İmaret ile misafirhane arasında yer alan ve fotoğrafta görülmeyen altı kubbeli bölüm ise Bayezid Kervansarayı’dır. Sultan II. Abdülhamid döneminde misafirhaneye bitişik olan bu bölüm yeniden düzenlenerek 24 Haziran 1884 tarihinde Kütüphane-i Umumi-i Osmanî adıyla halka açılır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra imareti de bünyesine katarak büyüyecektir. Bu kütüphanenin ilk hâfız-ı kütübü Hâfız Tahsin Efendi’dir. Onun 1916’da ölümü üzerine yerine İsmail Sâib Efendi atanır. Tahsin Efendi iştahı, İsmail Sâib Efendi ise kedileriyle meşhurdur. Kitap hakkında büyük ve derin bilgisi olan İsmail Sâib Efendi’nin beslediği kediler yüzünden bir dönem burası “Kedili Kütüphane” olarak bilinir. Kâzım Karabekir anılarında Bayezid Kütüphanesinde geçirdiği günlerden bahseder: “En ferah ve zengini Bayezid Kütüphanesi... Fakat ne berbat âdet: Kundura çıkartılıyor. Bu zorluğu yapmayınız diye memurlara söyledim. Temiz gördükleri bana müsait davranıyorlar; fakat devam eden o kadar az ki. Burası Sultan Hamid’in saltanatı başlangıcı zamanlarında yapılmış. Sadrazam Sait Paşa inşasına sebep olmuş, bu güzel... Fakat bahçemsi yerinde büyük bir ocak var, bu meraklı bir şey. Fazla kitapları yakmak içinmiş. İnsanlar gibi onlar da jurnal olunuyor ve insanlar gibi onlar da mahvediliyormuş... Kitap yakmak...”
Bayezid İmareti’nin giriş kapısı üzerinde, Sultan II. Mahmud’un 1810’da inşa ettirdiği ahşap Hünkâr Kasrı’nın kurşun kaplı çatısı seçilmektedir. Türk sivil mimarisinin en güzel yapılarından biri olan bu kasır (İmaret Kasrı / Kasr-ı Hümayun) ne yazık ki 1933-1935 arasında İstanbul Belediyesi’nce yıktırılır. İmaretin gerisinde bir dönem Hakkâklar Çarşısı olarak kullanılan günümüz Sahaflar Çarşısı’ndaki dükkânların çatıları seçilir. Sağa doğru ağaçların gerisinde yer alan iki kubbe ise Bayezid Külliyesi’ne ait, bu tarihlerde rüşdiye olarak kullanılan sıbyan mektebini işaret etmektedir. İmaretin sol arkasına düşen, avlulu büyük yapı Kapalıçarşı bünyesinde yer alan ve girişi Çadırcılar Caddesi’nden olan 18. yüzyılda inşa edilmiş Ali Paşa Hanı’dır.
Daha önce Bayezid Camii’nin solundaki ağaçların altındaki açık hava kahvesinde yapılan toplantılardan bahsetmiştik. Ama daha da önemli olan ve bir dönem Beyazıt denince hemen akla gelen bir açık kahvesi olan Küllük ve Emin Efendi Lokantası ne yazık ki panoramada görülmemektedir. Caminin solunda yer alan bu kahve ve lokanta bir dönem İstanbul’un en renkli simalarının buluşma yeridir. 1930’larda Küllük’ün ünlü müdavimlerinden Edebiyat Fakültesi Başkâtibi Sıtkı Akozan’ın yazdığı bir beyit bu kahvenin İstanbul aydınları arasındaki önemini yansıtır:
Sanmayın âvâre bülbüller gibi güllükteyiz.
Biz yanık bir kor gibi akşam sabah küllükteyiz.
İstanbul Hukuk Fakültesi’nin ünlü hocalarından Ernst E. Hirsch de Emin Efendi Lokantası’nda haftanın iki üç günü yediği yemeklere anılarında uzunca bir yer verir. Küllük ve Emin Efendi Lokantası yapıları, 1950’lerdeki Beyazıt Meydanı düzenlemeleri sırasında tarihe karışıp yok olurlar.
5 Ekim 1812 ile 1813 sonları arasında çizilen II. Bayezid suyolu haritalarında görüldüğü kadarıyla Beyazıt Meydanı’ndan söz etmek mümkün değildir. Caminin etrafını dükkânlar çevrelemekte ve Eski Saray’ın girişinin hemen önünde Fincancı Kulluğu (karakol) bulunmaktadır. William Henry Barlett’in 1836’da Beyazıt Yangın Kulesi’nden çizdiği desende ise Beyazıt Meydanı, içinde küçük ağaçların görüldüğü ufak bir alandır. Bu meydan James Robertson’un 1854 tarihli panoramasında Bayezid Camii ve çeperlerinde yer alan çoğu salaş yapılar arasındaki büyükçe bir boşluk gibidir. Buradaki panoramada ise Bayezid Camii ile medrese arasındaki alan daha önce var olan yapılardan arındırılmış, anayoldan Bâb-ı Seraskeriye’ye doğru iki tarafına fidanların dikildiği genişçe bir yol açılmıştır. Beyazıt Meydanı belki de İstanbul’un geçen yüzyıl içinde en fazla müdahale edilen meydanıdır. Antoine Bouvard’ın 1900’de hazırladığı projeler uygulansaydı, yüzyıllar boyunca oluşan büyük bir kültürel birikim Paris kopyası bir meydana kavuşmak uğruna feda edilebilirdi. Şükürler olsun ki Bouvard’ın hışmından kurtulan Beyazıt Meydanı, cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra 1923-1924 arasında Ali Haydar Bey’in (Yuluğ) belediye başkanlığı sırasında Mimar Asım Kömürcüoğlu tarafından yeniden düzenlenir. Ortasına eliptik planlı bir havuz, havuzun etrafına ise o güne kadar İstanbulluların kamusal alanda karşılaşmadıkları çiçek tarhları yapılır. Çevresinde tramvayların döndüğü bir trafik hattı vardır. 1957-1958 yıllarında başlatılan yeni düzenleme çalışmalarında meydanın doğal kotlarıyla oynanır ve güneye doğru 3,5 metre kadar aşağı indirilir. Bu düzenleme üniversitenin anıtsal giriş kapısının meydana göre yukarda kalmasına yol açar.
Bu düzenlemeyle ilgili, pek az kişinin haberdar olduğu bir konuşmaya dair burada bir not düşmek isterim. Dönemin başvekili Adnan Menderes, Beyazıt’ta imar çalışmalarının yapıldığı tarihlerde bir gün İstanbul Üniversitesi Rektörü Ali Tanoğlu’na nezaket ziyareti yapar. “Rektörle bir süre üniversite sorunları üzerine görüşürler. Bu arada içeri başvekilin özel kalem müdürü girer; Menderes’e imzalatmak üzere acele bir yazı getirmiştir. Tanoğlu, yakınlarında bulunmamak gereğini duyarak onları yalnız bırakır, geniş salonun Beyazıt Meydanı’na bakan pencerelerinden birine gider, meydana dönük olarak orada durur. Biraz sonra hemen yanı başında Menderes’i görür; ziyaretçisi gitmiştir. Menderes, ‘Rektör Bey meydana, perişan haline bakıyorsun değil mi? O güzelim meydan ne hale geldi? Şu duvarlara, şu merdivenlere bak!’ der. Ali Bey, olumlu ya da olumsuz bir cevap vermez; onu dinlemekle yetinir. Menderes devam eder: ‘Eğer bana deli demeyeceklerine emin olsam, bu meydanı tekrar yükseltir, doldurur, bu çirkinlikleri yok ederek onu eski haline getirirdim!’”
Ülkemizde bu işlerin kimin başının altından çıktığı bilinmez, ama nedense bu porjeleri iyi niyetle yapılmış kabul edip uygulamaya karar veren insanları suçlamayı tercih ederiz, ama gerçek akıl hocalarını, dönemin anlı şanlı mimar ve mühendislerini görmezden geliriz. 1961’de Luigi Piccinato, Hans Högg ve Turgut Cansever’in hazırladığı üç projeden Turgut Cansever’in teklifi uygun bulunarak yeni bir düzenlemeye başlanır. Ne yazık ki bu proje yarım yamalak uygulanır, dolayısıyla biz de elli yılı aşkın süredir bugünkü sözüm ona Beyazıt Meydanı ile kendimizi avutup dururuz.
Daha önceki çizim ve fotoğraflarda gördüğümüz Eski Saray’ı çevreleyen yüksek kâgir duvarların yıkıldığını, yerlerine taş babalara bağlı parmaklıkların yapıldığını görmekteyiz. Eski Saray’ın, günümüzde Bâbıâli’nin Alay Köşkü karşısındaki giriş kapısına benzeyen, dalgalı saçakları ve üstünde dilimli bir kubbesi olan anıtsal giriş kapısı, yerini Fransız Mimar Marie Auguste Antoine Bourgeois’nın 1865-1866 arasında yaptığı biri büyük, ikisi küçük üç aksı olan bugünkü giriş kapısına bırakmıştır. Taht Kapısı adıyla da anılan bu kapının iki yanında birer köşk vardır. Aynı plan ve görünüşleri olan ikiz köşklerden soldaki Şehzade Dairesi, sağdaki ise Biniş Dairesi’dir. 1885-1886 tarihli haritada soldaki köşk Kasr-ı Hümâyun olarak kayıtlıdır. Ahmed Lütfî Efendi Sultan Abdülaziz’in zaman zaman bu köşke geldiğinden söz eder.
Eski Saray’dan kalma yüksek duvarları yıkılan eski adıyla Daire-i Umûr-ı Askeriyye Avlusu, dış duvarlarının önüne dikilen ağaçlar dışında, yer yer çimenle kaplı bazı alanların görüldüğü genellikle çıplak ve boş bir alandır. Sultan II. Mahmud’un Bâb-ı Seraskerî’ye iki tabur asker yerleştirdiği, ama buranın hiçbir zaman kışla kimliği kazanmadığı bilinmektedir. Bu yapılar topluluğu günümüzün başkumandanlık, savunma bakanlığına denk düşen bir görev üstlenmişti. Büyük boş alanda süvarilerin iki grup halinde toplanıp talim yaptıklarını görmekteyiz. Anlaşılan bu alan zaman zaman talim amaçlı kullanıldığı için çıplak halde kalmıştır. En sağda, bu alana girişi sağlayan ve Eski Saray döneminde Harem Kapısı adıyla anılan, iki yanında birer yapı bulunan ikinci bir kapı görmekteyiz. Anlaşılan Eski Saray’ın üç kapısı, mimari görünüşleri farklılaşsa da yerlerini muhafaza etmektedir. Dikkatlice bakıldığında bu kapının sol yanında muhtemelen sebze bahçesi olarak kullanılan küçük bir bölüm seçilmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra, Harbiye Nezareti’nin Ankara’ya, buradaki binalarda bulunan Üçüncü Kolordu Komutanlığı’nın Fındıklı’daki Meclis-i Mebusan binasına, Erkân-ı Harbiye Mektebi’nin Yıldız Sarayı’na taşınmasıyla, bu alan Mart 1924 tarihinde Darü’l-fünun’a tahsis edilecektir.
Tekrar avlunun dışına, Beyazıt Meydanı’na dönersek, meydanın gerisinde eskinin Okçular Caddesi ile Hasan Paşa Caddesi’nden cephe alan birçok bitişik nizam konut yapısı görürüz. Bayezid Camii’nin soldaki minaresinin hemen sağında kurşun külahı görülen minare Dibekli / Emin Bey Mescidi, onun sağına doğru yer alan ve çatısında bir cihannüma bulunan büyük yapı ise 1950’lerde yıkılarak yerine Beyaz Saray iş hanının yapılacağı Münir Bey Konağı’dır.
Bâb-ı Seraskerî’ye doğru uzanan, iki yanına fidanlar dikilmiş yolun alt hizasındaki iki minareden solda kısa olanı Saraç İshak, daha sağda uzunca olanı ise bir 16. yüzyıl yapısı olan Soğanağa Mescidi’ni işaret eder. Her ne kadar panoramada görülmemekteyse de, bu mescidin hemen gerisinde Midhat Paşa’nın pek çok tarihi hadiseye şahitlik eden ünlü ahşap konağı vardır. 1950’lerde yol genişletme çalışmaları sırasında Beyazıt Meydanı’ndan cephe alan konut yapılarının tümü yıkılacak, eskinin Hasan Paşa Caddesi ile Yakup Ağa Sokağı arasında kalan yapı adası ve Simkeşhane’nin bir bölümü yok edilerek günümüz Ordu Caddesi oluşturulacaktır. Sağa doğru devam ettiğimizde yoğun ağaçlı bir bölgenin gerisinde yer alan ve şerefesi görülen minarenin hangi mescide ait olduğunu tespit edemedik. Ancak, onun sağında, büyük bir konağın sol köşesinde görülmekte olan minare, 1475 tarihli Kumkapı Nişanca Mehmed Paşa Camii’ne aittir. Konağın gerisinden ise belli belirsiz Kumkapı Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Ermeni Patrikhane Kilisesi’nin çan kulesi görülmektedir.
Bâb-ı Seraskerî’nin Biniş Dairesi (ana girişin solundaki bina) arkasına doğru, orta avlusunda büyük bir ağacın yer aldığı, çatısında birçok kubbe ve baca bulunan bina Bayezid Külliyesi’ne ait medrese binasıdır. Halk arasında “Havuzlu Medrese” adıyla da tanınan bu medrese, merkezi bir dershanenin üç tarafında yirmi odadan teşekkül eder. Cumhuriyet döneminde, 1931’de, bu yapıda “Şehir ve İnkilâp Vesikaları Müze ve Kütüphanesi” açılır. Müzenin 1945’te Gazanfer Ağa Medresesi’ne taşınmasını takiben yalnızca kütüphane olarak hizmet veren bina, kütüphanenin de Taksim’deki Atatürk Kitaplığı’na taşınması sonrası restore edilerek 28 Ekim 1984 tarihinden itibaren “Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi” olarak hizmet vermektedir.
Biniş Dairesi’nin sağında yer alan üç katlı kâgir bina Fuad Paşa için yaptırılan, ancak taşınma hazırlıkları yaptığı sırada dönemin padişahı Sultan Abdülaziz’in 12 Aralık 1867’de müsadere ettiği konaktır. Hazineden ayrılan ödenekle inşa edilen yapı müsadereden sonra Maliye Nezareti’ne tahsis edilir. Şehzadebaşı’ndaki konağı yandıktan sonra Yusuf Kamil Paşa’nın Demirkapı’daki konağına, bu konağın da yanması üzerine Süleymaniye’de bir başka konağa kiracı olan devrin önde gelen devlet adamlarından Keçecizade Fuad Paşa, bir ev sahibi olamadan vefat eder. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in söylediği gibi Fuad Bey, “Elhasıl dünyada elli beş sene ikamet ettiyse de mekân sahibi olamadı.” Ama ona nazire yapılırcasına, bir dönem Bakırcılar’dan gelerek bu yapının önünden geçen caddenin bir bölümüne Fuad Paşa Caddesi adı verilir. Maliye Nezareti olarak kullanılan ve üç yapıdan oluşan binalar topluluğu, 1913-1914 tarihli bir haritada “Finans Bakanlığı” olarak kayıtlıdır. Aynı haritada, bu yapıların sağ gerisindeki üç yapıdan birinin Beyazıt Mahkemesi, birinin kupon dairesi, diğerinin ise evrak deposu olarak kullanıldığını öğrenmekteyiz.
Fuad Paşa Konağı / Maliye Nezareti ana bloğunun gerisinde görülmekte olan iki büyük kubbe Bayezid Hamamı’na aittir. Bir dönem burada tellaklık yapan Patrona Halil’in, Sultan III. Ahmed’in tahtan indirilmesi olaylarına karışması sonucu meşhur olması sebebiyle, halk arasında Patrona Halil Hamamı olarak bilinen bu hamam, Bayezid Külliyesi ile birlikte inşa edilen bir çifte hamamdır. Bu olay yaşadığımız şehir hakkındaki bilgimizin azlığını göstermesi açısından ilginçtir. Muhtemelen hiçbir ülkede, bir hamamın yapılışından iki yüz yıl sonra, hamamda çalışan bir tellağın adının yapıyı yaptıran padişahın adının önüne geçerek yapıyla özdeşleştirilmesi duyulmuş şey değildir. Hamam kubbelerinin gerisinde, 1956-1957 arasında gerçekleşen yol genişletme çalışmaları sırasında büyük bölümü yıkılan 1463 tarihli Simkeşhane’nin çatısı ile Fatih Sultan Mehmed döneminde, H. 866 / 1461-1462’de yapılan Sekbanbaşı Yakub Ağa Mescidi’ne ait minare görülmektedir.
Maliye Nezareti ana binasının sağ arka köşesinde görülmekte olan kubbe Seyyid Hasan Paşa Külliyesi’ne ait medreseyi işaret eder. Sultan I. Mahmud döneminde H. 1158 / 1745-1746 tarihinde inşa edilen bu külliye, medrese, sebil, çeşme, sıbyan mektebi ve dükkânlardan oluşmaktadır.
Daha arkadaki büyük kâgir bina ise ünlü Zeynep Hanım Konağı’dır. İstanbul’da Tanzimat döneminin ilk kâgir konaklarından olan bu yapı, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kızı ve Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın eşi Zeynep Kâmil Hanım (ö. 1882) tarafından H. 1280 / 1864-1865 tarihinde yaptırılır. Zeynep Hanım Konağı, önündeki caddeye dik olarak inşa edilen üç katlı bir binadır. Zeynep Hanım’ın ölümü üzerine bir süre boş kalan konak, 1903-1909 arasında İstanbul’un ilk Müslüman yetimhanesi ve sanat okulu Darü’l-Hayr-ı Âli olarak kullanılır. 1909’dan itibaren Darü’l-fünun’a tahsis edilen bu yapı 28 Şubat 1942’de çıkan bir yangınla tarihe karışır. Günümüzde konağın yerinde İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi binası bulunmaktadır.
Zeynep Hanım Konağı’nın arka cephesinin sağında, şerefesinin bir bölümü görülmekte olan kurşun külahlı minare Camcı Ali Mescidi’ne aittir. 18. yüzyılda yapılan bu yapı, 1930’larda duvarları kâgir, çatısı ahşap olarak yenilense de, 1958’de yol genişletme nedeniyle yıkılır. Daha geride görülen iki minare ise mahalle mescitlerine ait olup, bölgenin büyük oranda tahrip edilen karmaşık yapısı yüzünden tanımlanamamıştır.
Sağa doğru yoğun yapılar arasında görülmekte olan kubbe, bugünkü Ordu Caddesi üzerinde, Laleli Camii karşısındaki Koca Ragıb Paşa Kütüphanesi’ni işaret eder. Bu yapı, 18. yüzyılın ikinci yarısında dönemin sadrazamı Koca Ragıb Paşa’nın inşa ettirdiği kütüphane ve hemen yanındaki sıbyan mektebi, çocuklara küçük yaşta kitap okuma sevgisi kazandırmaya çalışan Ragıb Paşa’nın anısına 1954’ten beri “Ragıb Paşa Çocuk Kütüphanesi” adıyla faaliyetini sürdürmektedir.
Sağa doğru, tek şerefeli, iki minareli, minare bitişleri topuz külahlı büyük cami, Sultan III. Mustafa’nın inşa ettirdiği Laleli Camii’dir. H. 1173-1177 /1759-1763 tarihleri arasında yapılan bu külliyenin mimarı Mehmed Tahir Ağa’dır. Barok üsluptaki cami, imaret, türbe, sebil, muvakkithane, hamam, han ve dükkânlardan oluşan yapılar topluluğunun dış avlu duvarları ve cümle kapısı 1957-1958 arasındaki yol genişletme çalışmaları nedeniyle geriye çekilerek yeniden inşa edilmiştir.
Laleli Camii’nin sağ önünde görülen iki kubbe, adını civardaki bir çukur çeşmeden alan ve bir çifte hamam olarak inşa edilen Çukurçeşme Hamamı’dır. Kazasker Hamamı veya Laleli Hamamı olarak da bilinen bu yapının Fatih vakfiyesinde Kazasker Hamamı adıyla kayıtlı olduğu göz önüne alınarak 15. yüzyılın ikinci yarısında inşa edildiği kabul edilir. 23 Temmuz 1911’de vuku bulan büyük Aksaray yangını sırasında harap olan yapı, 1930’larda yıkılarak ortadan kaldırılır.
Çukurçeşme / Kazasker Hamamı’nın sağ altında, iki minareli, kubbe kasnağında bir sıra pencere olan cami, Sultan II. Mahmud’un eşi, Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan’ın 1871’de inşa ettirdiği Aksaray Valide Camii’dir. Tahsin Öz’ün, cami, mektep, türbe ve sebilden oluşan bu yapının mimarı olarak İtalyan asıllı Montani Efendi’yi işaret etmesine karşılık, bazı kaynaklar yapının Agop ve Sarkis Balyan kardeşlerce yapıldığını ileri sürmektedir. Pertevniyal Valide Sultan Camii’nin sol gerisinde, yoğun iskân içinde Sultan III. Mehmed dönemi sadrazamlarından Mehmed Paşa’nın H. 1102 / 1593-1594 tarihinde Mimar Davut Ağa’ya yaptırdığı Cerrahpaşa Camii, sağ gerisinde ise Fatih Sultan Mehmed dönemi vezirlerinden Has Murad Paşa’nın H. 870-876 / 1465-1471 arasında yaptırdığı ve istimlakler sonucu çevresi büyük oranda değişen, zamanla medresesi ve hamamı da yok olan, çevresi servi ağaçlarıyla kaplı Murad Paşa Külliyesi görülür.
Sol geride Marmara Denizi’nin Samatya önünde bir koy oluşturduğu alanı ve devamında denize doğru uzanan, üzerinde Mermer Kule’nin yer aldığı burnu seyretmekteyiz. Dikkatlice bakıldığında belli belirsiz kara surlarının bazı kuleleri ile Yedikule Hisarı seçilebilmektedir.
Tekrar ön plana dönersek, Maliye Nezareti binasından başlayarak bir dönem Takvimhane, bugün Besim Ömer Paşa adlı caddede yer alan ve Maliye Nezareti binalarından yüksek bir kâgir duvarla (yangın duvarı) ayrılan, bahçesinde büyük ağaçların bulunduğu parselde iki katlı, muhtemelen yangın artığı bir yapı harabesi görülür. Bugün bu alan ile hemen sağındaki büyük bahçede İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Yüksek Okulu bulunmaktadır. Bugünkü Cavit Orhan Tütengil Sokağı’ndan sonraki köşe başında kime ait olduğunu öğrenemediğimiz bir konak ve yangın artığı bazı yapı kalıntılarıyla dolu büyükçe bir arsa görülür; burada halen İstanbul Üniversitesi Hasan Âli Yücel Eğitim Fakültesi yer almaktadır.
Eskinin Kaptanpaşa Mektebi Sokağı, bugünkü Prof. Ümit Yaşar Doğanay Sokağı ile Takvimhane Caddesi / Besim Ömer Paşa Caddesi’nin kesiştiği noktada, Bâb-ı Seraskerî’nin harem kapısının gerisinde görülmekte olan küçük kubbeli yapı, Kaptanpaşa İbrahim Ağa Sebili’dir. Onun arkasında, yüksek bazı servilerin de bulunduğu ağaçlıklı alan içindeki minaresi tek şerefeli ve kurşun külahlı, çatısı kurşun kaplı yapı ise Kaptanpaşa İbrahim Ağa Mescidi’dir. Sultan III. Ahmed dönemi sadrazamlarından İbrahim Paşa’nın H. 1119 / 1707-1708’de yaptırdığı bu yapının duvarları kâgir, çatısı ahşaptır. Mescidin sağında görülmekte olan kurşun kaplı kubbe İbrahim Paşa’nın aynı tarihlerde inşa ettirdiği hamamdır. Sultan II. Mahmud döneminde 1820’lerin başında Dar’üt-tıbâ’at’il-âmire’ye (Devlet Matbaası) tahsis edilir ve Üsküdar’daki matbaa bu yapıya nakledilir. Bir müddet sonra Takvimhane de burada faaliyete geçtiği için önündeki yol uzun yıllar boyunca Takvimhane Caddesi olarak adlandırılacaktır. Devlet Matbaası’nın Sur-ı Sultâni içine nakledilmesinden sonra bir süre boş kalan yapı, harap olduğu için yıktırılır. Yerine H. 1131 / 1913-1914’te, İstanbul şeriye mahkemelerine kadı ve naip yetiştirmek üzere Medresetü’l-Kuzat binası yapılacaktır; mimarı Kemalettin Bey’dir. Bu yapı günümüzde İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi ve Müzesi olarak kullanılmaktadır.
İbrahim Paşa Hamamı’nın arkasında, basık kubbesinin kasnağında çok sayıda penceresi, solunda tek şerefeli, topuz külahlı minaresi olan yapı Kalenderhane Camii’dir. Bizans döneminden kalan ve birçok kez yeniden inşa edildiği için karmaşık bir özellik arz eden bu yapı, Fatih Sultan Mehmed tarafından fetih sonrasında Kalenderî tarikatına tahsis edildiği için bu adla anılmaktadır.
En sağda, ikişer şerefeli iki minaresi ve yükselen kütlesiyle Şehzade Mehmed / Şehzadebaşı Külliyesi görülür. Kanuni Sultan Süleyman’ın Saruhan valisi iken 1543’te 22 yaşında vefat eden oğlu Şehzade Mehmed için cami, imaret, tabhane, medrese, sıbyan mektebi ve türbeden oluşan bir külliye olarak Mimar Sinan’a inşa ettirdiği bu külliye H. 950-955 / 1543-1548 yılları arasında yapılır. Şehzade Mehmed’in yanı sıra Rüstem Paşa, Şehzade Mahmud, Hatice Sultan, Fatma Sultan, İbrahim Paşa, Destarı Mustafa Paşa türbelerinin de bulunduğu bu külliyenin haziresinde birçok ünlü kişinin mezarı bulunmaktadır.
Şehzade Mehmed Camii’nin hemen sağında, ağaçlar arasında görülmekte olan küçük minare bugün çevresindeki iskânı kaybettiği için büyük oranda cemaatsiz kalan, İstanbul’un minaresi burmalı olan tek camiine aittir. Emin Nureddin Osman tarafından yaptırılan ve minaresinin mimarisi nedeniyle halk arasında Burmalı Mescit diye bilinen bu yapı, günümüzde onarılmış olup, ibadete açıktır.
İstanbul panoramamız burada son buluyor, bundan böyle panoramanın arka fonunu oluşturan Beyoğlu ve Anadolu Yakası’nı değerlendirmemiz gerekiyor. Beyoğlu Yakası’nın görüntüsü, Haliç’in sonuna doğru Sütlüce burnundan başlamaktadır. Sağa doğru yoğun teknelerin görüldüğü alan Taşkızak tersanesidir. Ön plandaki Süleymaniye Camii’nin sol yanındaki üç şerefeli minarenin, en alt şerefesinin hemen sağında geçmiş dönemlerden kalan tersane gözleri belli belirsiz seçilebilmektedir. Camialtı tersanesine ait tesisler ise kubbenin gerisinde kaldığı için görünmemektedir.
Pek çok kaynak Haliç’teki tersane tesislerinin Fatih Sultan Mehmed döneminde kurulduğunu söylerse de, Fatih Sultan Mehmed döneminde tersane Pera surlarının hemen batısında küçük bir tesiste ve 1462-1463 kışında genişletilen Kontoskalion (Kadırga Limanı) ile Karadeniz ve Gelibolu’daki tersanelerde faaliyet gösterir. Haliç’teki yoğun tersane oluşumu 1513-1514 kışında, daha sonraları Tersane-i Âmire adını alacak olan tesisin inşaatıyla başlar. 16. yüzyıl ortalarında 120-125 göze kadar büyüyecek olan bu tersane, İnebahtı Savaşı’nda (1571) kaybedilen donanmanın yeniden oluşturulması için 135 göze kadar büyütülür. Azapkapı’dan Hasköy’e kadar olan kıyı şeridini kesintisiz olarak kaplayan tersane, imparatorluk dönemi boyunca faaliyetine devam eder. Azapkapı’dan itibaren Haliç, Camialtı ve Taşkızak tersaneleri olarak isimlendirilen bu tesisler, cumhuriyet döneminin başlarında, 1928’de İktisat Vekaleti’ne bağlanır. 1931’de askeri tesislerin bir bölümü Gölcük’e taşınır.
1 Temmuz 1933 tarihinde Fabrika ve Havuzlar Müdürlüğünün kurulmasıyla, Haliç ve Camialtı tersaneleri bu müdürlüğe bağlanır. 1952’de kurulan Denizcilik Bankası’na bağlanan Haliç ve Camialtı tersanelerinden Camialtı, bir yıl sonra Haliç tersanesinden ayrılarak bağımsız bir birim haline gelir. 1984’te ise Haliç ve Camialtı tersaneleri, ayrıca diğer kamu tersaneleri Ulaştırma Bakanlığı Türkiye Gemi Sanayii Anonim Şirketi bünyesinde birleştirilir. Taşkızak tersanesi ise Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı olarak faaliyetini sürdürür. 18 Nisan 2000 tarihinde Haliç’te bulunan tüm tersaneler kapatılarak faaliyetlerine son verilir.
Haliç tersanelerinin Hasköy bölümü ise (Hasköy İskelesi ile Halıcıoğlu arasında), diğer tesislerden bağımsız olarak 1861’de Şirket-i Hayriyye tarafından kurulmuş ve yüz yılı aşkın süre faaliyet göstermiştir.
Süleymaniye’nin kubbesinin sağına doğru, aşağıda Zindanarkası, yamaca doğru ise Kulaksız Müslüman mezarlıklarına ait yoğun servi ağaçları yer almaktadır. Kıyıda tersaneye ait çeşitli ambarlar vardır. Yamaçta, bölgenin en büyük yapısı olan İstanbul Deniz Hastanesi’ni, fotoğrafın çekildiği tarihlerdeki adıyla Merkez Hastanesi’ni görmekteyiz. Daha önceleri, vadi içinde Fişekhane Deresi civarında bulunan ve Sakızağacı / Öksüzoğlu Hastanesi adıyla bilinen bu tesis, tersaneye uzak olduğundan 1838’de daha önce Cezayirli Hasan Paşa’nın konağının yerine inşa edilen Bahriye Mektebine taşınır. Sonraki tarihlerde çeşitli eklerle büyüyen bu hastane, 1931-1934 arasında bir dönem kışla olarak kullanılacak ve 1934’ten sonra yapılan onarımlarla Deniz Müsteşarlığı bünyesinde İstanbul Deniz Hastanesi adıyla faaliyetini sürdürecektir.
Bahriye Merkez Hastanesi’nin sağ altında, deniz kıyısında yer alan büyük, açık renk boyalı bina, bu fotoğrafın çekildiği tarihlerde Bahriye Nezareti olarak kullanılan yapıdır. Daha Fatih Sultan Mehmed döneminde bu bölgede bir Kaptan Paşa Divanhanesi inşa edildiği bilinmektedir. Michael Heberer’in 1588 başlarında “Kentin bir ucunda, limanın gerisinde büyük meclis binası vardır ki buna ‘Duana’ (Divan) derler. Haftanın üç günü burada Hıristiyan, Yahudi, Türk, yabancı veya yerli halkın ticaret konusundaki anlaşmazlıklarına dair davalar görülür” sözleriyle tanımladığı yer, Kaptan Paşa Divanhanesi’dir. Burada görülen davalar denizcilikle ilgili olup şerî davaların görüldüğü Galata Kadılığının yetki alanı dışında kalmaktadır. Çeşitli kereler yeniden yapılan divanhane binası, 1818’de Sultan II. Mahmud döneminde yenilenir. Kaptan-ı Derya Çengeloğlu Tahir Mehmed Paşa kısa sürede eskiyen bu yapının yerine, 3 Kasım 1834’te açılışı yapılan, ön cephesinde ahşap kolonlar olan ahşap bir yapı inşa ettirir. Görmekte olduğumuz divanhane ise Sultan Abdülaziz döneminde 10 Temmuz 1864’de temeli atılan ve 1868’de tamamlanarak hizmete açılan yapıdır. Mimar Sarkis Balyan’ın inşa ettiği yeni divanhanenin ortasında 20 x 20 metre ebadında büyük bir avlu vardır. Bugün Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Karargâh Binası olarak kullanılan yapı uzun süreli bir onarıma alınmıştır.
Kaptan Paşa Divanhanesi / Bahriye Nezareti’nin sağında Kasımpaşa İskelesi yer alır, onun gerisinde mütevazı Kasımpaşa semti görülmektedir. Yoğun iskân içinde Haliç Tersanesinin yükselen bacalarının gerisinde, iki minareli Cami-i Kebir / Büyük Cami / Aziziye Camii kendini belli etmektedir. Kasımpaşa Camii’nin banisi, Kanuni Sultan Süleyman dönemi vezirlerinden Güzelce Kasım Paşa olup, söz konusu yapı ilk olarak 1540’ta Mimar Sinan tarafından inşa edilir. 1721’de yandığı için Hekimoğlu Ali Paşa ve kardeşi Feyzullah Efendi tarafından yenilenir. 1860’larda kare planlı, tek kubbeli ve çifte minareli olarak yeniden inşa edilir. Daha önceleri tek minareli olan bu yapı, padişahça yeniden inşa ettirildiği için iki minareli olarak yapılmıştır.
İmaret, medrese, mahkeme binası, çifte hamam ve muvakkithaneden oluşan bir külliyedir. Caminin hemen önünde ise Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa’nın H. 1198 / 1783-1784’te inşa ettirdiği Kalyoncular Kışlası belli belirsiz görünmektedir.
Haliç Tersanesi’nin istinat duvarlarının gerisinden başlayarak Tepebaşı’na doğru uzanan yoğun servi ağaçlarıyla kaplı alan Büyük Tepebaşı Müslüman Mezarlığı’dır. Bu mezarlığın, Çatma Mescid’e yakın bölümüne Küçük Mezarlık, Aynalı Çeşme tarafına ise Aşıklar Mezarlığı denmekteydi. Daha yukarıda, geride kalan kısım ise Tepebaşı Mezarlığı adıyla bilinir. Mezarlığın doğusuna doğru Şişhane Mezarlığı ile Çürüklük Mezarlığı yer alır. Günümüzde hemen hiçbir izi kalmayan bu mezarlıktan kalan bazı mezar taşlarına zaman zaman yapılan temel hafriyatlarında rastlamak mümkün olabilmektedir.
Kırım Savaşı sonrası, 15 Ağustos 1855 günü, “Dersaadet ve Bilâd-ı Selâse (Eyüp, Galata ve Üsküdar) Şehremaneti” kurulur. On iki üyeli bir meclisi bulunan bu kurumun şehremini denen bir de başkanı bulunmaktadır. Şehremaneti şehri on dört belediye dairesine ayıran bir nizamname hazırlar. Pera, Galata ve Tophane’yi kapsayan altıncı daire pilot bölge olarak seçilir. Altıncı dairenin en önemli faaliyeti 1864’te gerçekleşir ve Server Efendi başkanlığındaki altıncı daire meclisi Galata surlarının yıkımına karar verir. Bu yıkım sonucu oluşan arsalara, Haliç Tersanesi’nden itibaren Şişhane’ye doğru, bugün Yolcuzade İskender Caddesi boyunca görmekte olduğumuz kâgir binalar yapılmaya başlanır.
Panoramada Unkapanı’ndaki ucu Süleymaniye Camii’nin arkasında kalan köprü (bugünkü Unkapanı / Atatürk Köprüsü) 3 Eylül 1836’da açılır. Geçiş ücreti alınmadığı için “Hayratiye” adı verilen bu köprüyü Kaptan-ı Derya vekili Fevzi Ahmed Paşa tersanede inşa ettirir. Köprünün açılışı sırasında İstanbul’da bulunan Helmuth von Moltke, “İstanbul’da en yeni olan, şimdiye kadar Hassa Müşiri olan Kaptan Paşa Ahmed’in liman üzerinde bir köprü yaptırmasıdır” sözleriyle o günlerin bir anısını günümüze aktarır. Ahşap sallar üzerine yapılan, 1839 ve 1840 yıllarında onarım gören bu köprü, tümden yenilenerek 19 Mart 1853’te bu kere “Mahmudiye” adıyla yeniden kullanıma açılır. Panoramada görmekte olduğumuz 24 dubanın taşıdığı, ortasında teknelerin geçmesi için 30 metre açıklığında bir göz bulunan köprü ise İngiliz Wells & Taylor firmasınca demirden inşa edilen ve Eylül 1872 tarihinde açılışı yapılan köprüdür. 1912’ye kadar kullanılacak olan bu köprü daha sonra Haliç’in bir kıyısında çürümeye terk edilir.
Unkapanı Köprüsü’nün Azapkapı (Azatkapı) yönünde birçok teknenin kıçtan kara yanaştığı kıyının gerisinde tek minaresiyle Azapkapı Sokollu Mehmed Paşa Camii kendini belli eder. 1577’de açılışı yapılan bu yapı, 1564’te veziriazam olan Sokollu Mehmed Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılır. Arazisi hemen hemen deniz seviyesinde olduğu için bir bodrum kat üzerine inşa edilen caminin avlusu yoktur. Azapkapı Camii’nin sağına doğru genellikle Müslümanların yoğun olarak oturduğu bölümde üst üste yığılmış gibi duran mütevazı ahşap yapılar seçilmektedir. Sağa doğru burç benzeri minaresiyle Arap Camii dikkat çekmektedir. Bir şehir efsanesi olarak 716-717 arasında Konstantinopolis’i kuşatan Araplarca inşa edildiği söylense de, bu efsanenin gerçekle alakası yoktur. Bir görüşe göre Aya Eirene adında bir kilisenin bulunduğu alanda, Latinlerce 13. yüzyılda Aziz San Paolo’ya adanarak inşa edilen yapı, daha sonra hemen yanındaki Dominiken tarikatının kullandığı bir manastırla birleştirilir ve San Paolo e San Domenico Kilisesi olarak anılmaya başlanır. 1475’te camiye çevrilen bu yapı Fatih Vakıfları arasına katılır. 1492’de İspanya’dan göçe zorlanan Endülüslü Arapların bu cami çevresine yerleştirilmelerinden dolayı daha sonraları Arap Camii olarak adlandırılmıştır.
Perşembe Pazarı sahili birbiri üstüne yanaşmış ahşap teknelerle doludur. Sağa doğru Galata Köprüsü’nün Karaköy’le birleştiği noktanın solundaki iki katlı görkemli kâgir yapı, ne yazık ki günümüze erişmeyen Aziziye Karakolu’dur. 1894 depremi sırasında büyük hasar gören bu yapı, bir süre sonra yıktırılır. 1906’da Mimar Nafilyan, karakol arsasının bir bölümüne Şirket-i Hayriyye merkez binasını inşa edecektir.
Panoramada gördüğümüz Galata Köprüsü, yapımı 28 Temmuz 1875’te tamamlanan üçüncü Galata Köprüsü’dür. Cisr-i Cedit / Yeni Köprü / Valide Köprüsü / Yeni Cami Köprüsü adlarıyla da bilinen bu köprünün İstanbullularca yaygın olarak kullanılan adı yalnızca “Köprü”dür. Eskiden özellikle Boğaz vapurlarının uğrayacağı iskeleleri belirten tabelalarda ve yıllık tarifelerde burası sadece “Köprü” olarak belirtilirdi. İlk Galata Köprüsü’nün yapımını Sultan Abdülmecid’in annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan 1845’te başlatır. Ahşap sallar üzerine yapılan bu köprü kısa sürede eskidiği için yerini Kaptan-ı Derya Ateş Mehmed Paşa’nın 96 sal üzerine inşa ettirdiği, 25 Kasım 1861’de açılışı yapılan ikinci köprüye bırakacaktır. Bu ahşap köprünün kısa sürede yetersiz kalması üzerine bu kere bir İngiliz firmasına sipariş edilen üçüncü köprünün yapım süreci, yanlış ölçü alınması nedeniyle oldukça uzun sürmüş ve ancak 28 Temmuz 1875’te tamamlanmıştır. Bir buçuk yıl kadar Kürkçü Kapısı civarında bekletilen köprü, nihayet Sultan Abdülhamid’in saltanatının başlangıcında yerine monte edilerek kullanılmaya başlanacaktır. 480 metre uzunluğunda, 14 metre genişliğindeki köprünün duba sayısı 24 olup, ortasında Haliç’e giren teknelerin geçişini sağlamak için iki açıklık bulunmaktadır. Bu köprü 37 yıl kadar hizmet verdikten sonra yerini 27 Nisan 1912 tarihinde açılışı yapılan dördüncü köprü alacaktır. Köprünün Haliç yönünde görülen ve üzerlerinde çatı fenerleri olan iki yapı Deniz Hamamları’dır. Köprü’nün üzerinde, Boğaz yönünde görülmekte olan bir dizi baraka benzeri yapı ise köprünün yapımı sırasında unutulan ve daha sonra eski köprünün ahşap aksamıyla inşa edilen vapur bekleme yerleridir. Bu köprünün Eminönü yönündeki üç iskelesi Şirket-i Hayriyye, Karaköy yönündeki üç iskelesi İdare-i Mahsusa vapurları ve Haliç yönündeki tek iskelesi ise Haliç vapurları tarafından kullanılmaktaydı.
Bir dönem surlarla çevrili Galata yerleşiminin giderek yüksek yapılarla dolmaya başladığı, çoğu yapının kâgire dönüştüğü görülmektedir. Galata yerleşmesinin en önemli yapısı, hiç şüphesiz, şehrin simgesi haline gelen Galata Kulesi’dir. Ne yazık ki, bu şehirde yaşayan çoğu kişinin Galata Kulesi hakkındaki bilgisi yetersiz veya yanlıştır. Bazı yazılı kaynaklarda bile kulenin yapılış tarihiyle ilgili yanlış bilgilere rastlamak mümkündür. Çoğunlukla, bugünkü Galata Kulesi ile kıyıda yer alan ve günümüzde Yeraltı Camii’nin bulunduğu yapı, “Kastallion ton Galatau” birbirine karıştırılmaktadır. İmparator II. Tiberios (H. 578-582) döneminde yapılan Kastellion ton Galatau, Osmanlı hâkimiyetinde bazı değişiklikler geçirerek Kurşunlu Mahzen adıyla 19. yüzyıl ortalarına kadar varlığını sürdürür. Bugün Galata Kulesi olarak tanınan, döneminde ise Büyük Burç / Megalos Pyrgos veya Ceneviz kaynaklarında İsa Kulesi / Christea Turris adıyla bilinen ve Galata surlarının en üst noktasında yer alan yapının üzerinde bulunan kitabelere göre, yapımına 1387’de başlanır ve muhtemelen 1445-1446’da bugünkü yüksekliğine kavuşur. Zamanla çeşitli yangın ve onarımlar geçiren kulenin özellikle üst bölümü farklı dönemlerde farklı görünümler alır. Geçmişte, hapishane, yangın gözetleme kulesi gibi farklı amaçlarla kullanılan yapı, 1964-1967 arasında geçirdiği, iç taşıyıcı sisteminin tümüyle betonarme olarak yenilendiği esaslı bir onarım sonrası turistik amaçla hizmet vermeye devam etmektedir.
Galata Kulesi’nin hemen gerisinde ise 22 Şubat 1907 tarihinde meydana gelen yangın öncesi görünümü ile Galatasaray Mektebi / Mekteb-i Sultani yer almaktadır. Daha geride, tepenin üst noktasında görülen iki katlı, uzunca yapı 1856’da bir bölümü yapılan ve 1874’te tamamlanan Alman Hastanesi’dir. Daha aşağıda, Tophane sırtlarında çoğunluğu ahşap yapılardan oluşan yoğun iskân içindeki üç katlı kâgir bina, yapımı 12 Mayıs 1876’da tamamlanan İtalyan Hastanesi / Ospedale Italiano’dur.
İtalyan Hastanesi’nin sağına doğru görülmekte olan tek şerefeli minare, Ebû’l Fadıl Mehmed b. İdris-i Bitlisî’nin 1553’te Mimar Sinan’a yaptırdığı Defterdar / Ebülfadıl Camii’dir. 1912’deki yangında büyük hasar gören yapı daha sonraları yıktırılacak ve haziresindeki mezarlar aşağıda ayrıntılarıyla anlatılacak olan Kılıç Ali Paşa Camii haziresine nakledilecektir. 1991’de yeniden yapım çalışmalarına başlanan Defterdar Camii 1993’te tekrar ibadete açılmıştır.
Panoramayı oluşturan karelerin birleşme noktasına geldiği için Tophane bölgesinin oldukça karmaşık bir görüntü içermekte olmasına rağmen, Defterdar Camii’nin altına doğru Tophane-i Âmire binasının kubbeleri seçilebilmektedir. Yapımına Fatih Sultan Mehmed döneminde başlanan Tophane tesisleri, Sultan II. Bayezid döneminde bir kışlanın da eklenmesiyle büyütülür. Zamanla gelişerek büyük bir askeri tesis alanına dönüşen bölgede, panoramanın çekildiği tarihlerde top dökümhanesi, buhar makinehanesi, marangozhane, demirhane, çarkhane, saraç atölyesi, nakkaş atölyesi, alethane, terzihane, avadanlıkhane, mastarhane, kılıçhane, tüfenkhane, sandık ve model atölyeleri gibi çok sayıda tesisin yanı sıra müşirlik dairesi ve kışlalar bulunmaktadır.
Tophane-i Âmire binasının alt bölümünde görülen tek şerefeli minare genellikle Tophane Camii adıyla tanınan Kılıç Ali Paşa Camii’ni işaret eder. H. 988 / 1580-1581 tarihinde Kaptan-ı Derya Kılıç (Uluç) Ali Paşa’nın, denizden doldurulan bu alana, Mimar Sinan tarafından inşa ettirdiği bu yapı, cami, medrese, sebil, türbe, sıbyan mektebi ve hamamdan oluşan bir külliyedir.
Daha geride, Tophane binaları arasına sıkışmış gibi görülen, iki uzun narin minareli, yüksekçe cami Sultan II. Mahmud’un H. 1241 / 1825-1826’da yaptırdığı Nusretiye Camii’dir. Daha önce, Sultan III. Selim döneminde yaptırılmış olan Tophane-i Âmire Arabacılar Kışlası Camii’nin H. 1238 / 1822-1823’te çevresindeki binalarla birlikte yanması üzerine yerine bu cami yapılır. 1872’de genişletilen tramvay yolu nedeniyle avlusu yıkılan yapının, sebil ve muvakkithanesi de birkaç kere yer değiştirdikten sonra son olarak günümüzdeki yerine taşınır. Minarelerinin ilginç bir tarihi vardır. Şehrin Beyoğlu bölgesinde yapılan ilk sultan camii olan Nusretiye Camii’nin minareleri ilk yapılışlarında bugünküne göre oldukça kısadır; inşaatın tamamlanmasını takiben asılan mahyalar İstanbul’dan görülmeyince yıkılıp yeniden daha uzun olarak yapılırlar. Bu nedenle aynı konumda yer alan Dolmabahçe Valide Sultan ve Ortaköy Büyük Mecidiye Camii minareleri de alışılmışın dışında daha yüksektir.
Tophane-i Âmire kıyısına kıçtan kara yanaşan büyük gemilerin açığında muhtemelen bir şamandıra çevresinde yoğunlaşmış çok sayıda küçük tekne görülmektedir. Benzer bir tekne yoğunlaşması ise Fındıklı sahili önlerindedir. Fındıklı yamaçlarının ortalarına doğru, yeni görünümüyle Cihangir Camii yer almaktadır. Kanuni Sultan Süleyman’ın genç yaşta ölen oğlu Şehzade Cihangir adına, 1559’da Mimar Sinan’a yaptırdığı bu cami çeşitli yangınlar ve depremler sonucu büyük oranda harap olduğu için Sultan II. Abdülhamid H. 1307 / 1888-1889 tarihinde camiyi yeniden yaptırmıştır. Kare planlı, tek kubbeli bu yapıya sonraki tarihlerde bir minare daha ilave edilerek iki minareli olması sağlanır.
Boğaziçi’ne doğru devam ettiğimizde, kıyıda Muayede Salonu’nun yükselen kütlesiyle Dolmabahçe Sarayı görülmektedir. Daha önceleri oldukça geniş bir koy olan bu alan Sultan I. Ahmed’in (H. 1603-1617) sadrazamı Nasuh Paşa döneminde doldurularak 250.000 metrekare büyüklüğünde bir alan elde edilir. Daha da önceki tarihlerde, Sultan II. Selim’in bu alanın gerisinde vadi içine doğru bir köşk ile havuz inşa ettirdiği bilinmektedir. Bu alanın büyütülmesini takiben Sultan IV. Mehmed ve I. Mahmud’un bazı yapılar inşa ettirdikleri kayıtlıdır. Sultan III. Selim bu alanda muhtemelen de Mimar Antoine Ignace Melling’e büyük bir yazlık saray yaptırır. Sultan II. Mahmud’un tahta geçmesi üzerine bu saray büyük oranda onarılarak yazlık saray olarak kullanılır. Söz konusu yapıların ahşap olması kısa sürede harap olmalarına yol açar ve Sultan Abdülmecid döneminde yıktırılarak yerlerine kâgir bir saray yapılmasına karar verilir. H. 1263 / 1847-1848 tarihinde sarayın Mabeyn-i Hümâyun denilen ilk bölümü tamamlanır. Daha sonra bir süre aksayan inşaatın, saltanat kapısındaki H. 1270 / 1854-1855, valide kapısındaki H. 1271 / 1855-1856 ve hazine kapısındaki H. 1272 / 1855-1856 tarihli kitabeler göz önüne alınarak muhtemelen 1856’da bitirildiği kabul edilmektedir. O dönemin bir günlük gazete haberine göre Sultan Abdülmecid 7 Haziran 1856’da Dolmabahçe Sarayı’na taşınır ve dört yüz yıl kullanılan Yeni Saray / Topkapı Sarayı’ndaki yaşam sona erer. 1853’te kısmen tamamlanmış yapıyı gezen Théophile Gautier İstanbul isimli kitabında sarayı, “Hangi mimari üslup içinde yapılmış olduğunu kestirmek zor; bu saray ne Grek, ne Romalı, ne Gotik, ne Rönesans, ne Arap, ne de Türk. Bir anıtın cephesini, bezemelerinin giriftliği ve delicesine aranılmış ayrıntılarla büyük bir gümüş işine benzetmesi nedeniyle İspanyolların plateresco dedikleri türe yaklaşır” diye anlatır. Saray, Dolmabahçe sahilinin hemen tümünü kapsamaktaydı ve vadi içine doğru da büyümekteydi. Varlığını bugün de devam ettiren Bezmialem Valide Sultan Camii’nin batısındaki hamlahaneden (kayıkhane) başlayan yapı kompleksi, günümüz Dolmabahçe Meydanı’ndaki karakol binası, saat kulesi, hazine kapısının her iki yanındaki Hazine-i Hassa ve Eski Mefruşat Dairesi binalarıyla devam etmektedir. Esas saray yapısını teşkil eden resmi daire (selamlık), muayede salonu, harem dairesi ve geriye doğru onun arkasında yer alan cariyeler dairesi ile devam eden monoblok yapının, doğuya doğru hemen yanında veliaht dairesi bulunmaktadır. Daha doğuda ise bugün Başbakanlık Çalışma Ofisi olarak kullanılan Musâhiban Dairesi vardır. Dolmabahçe Vadisi içinde yer alan tiyatro binası ile İstabl-ı Âmire (Has Ahırlar) binaları 1940’larda yıllarda yol genişletme ve İnönü (Beşiktaş) Stadı’nın yapımı amacıyla yıktırılır.
Vadi içi ile Ortaköy’e doğru olan yamaçta toplanan Beşiktaş iskânı oldukça yoğundur. Bu yerleşmeyi Ortaköy’e doğru sınırlayan ve denize dik olarak tepeye doğru uzanan açık renkli duvar günümüz Yıldız Sarayı bahçelerini çevreleyen sınırı belirlemektedir. Yıldız Sarayı bahçesinin kıyıya indiği noktada müştemilat yapılarıyla birlikte Çırağan Sarayı yer alır. 17. yüzyıl başlarında Kazancıoğlu Bahçesi olarak anılan bu alanda Sultan IV. Murad’ın kızı Kaya Sultan’ın bir yalısı olduğu bilinmektedir. Bir dönem saray mensuplarının sıkça kullandıkları bu bölgedeki yapılar zamanla harap olur ve yıkılır. Sultan III. Ahmed döneminde Nevşehirli İbrahim Paşa, sultanın kızı Fatma Sultan ile evlenmesi münasebetiyle bu alana büyük bir yalı yaptırır. “Çerağan Sefaları” adıyla anılan eğlencelerin düzenlendiği bu yalıya Çerağan Yalısı adı verilir. Daha sonraları birçok kere el değiştiren yalı arazisine 1802 sonlarına doğru bir mabeyn dairesi yapımına başlanır. İnşaat tamamlandıktan sonra Sultan III. Selim yaz aylarının büyük bir kısmını burada geçirir.
Sultan II. Mahmud’un tahta çıkmasıyla birlikte Çırağan Sarayı daha yoğun olarak kullanılmaya başlanır, padişah çok hoşuna giden bu yerde yeni bir saray yaptırmaya karar verir. Helmuth von Moltke, padişahın bu sarayı görüp önerilerde bulunmasını istemesi üzerine gezdiği yapı hakkındaki düşüncelerini 5 Eylül 1836 tarihli mektubunda detaylı olarak yazar. Yarı kâgir yarı ahşap olan bu sarayın damının bir bölümü mermer levhalarla kaplıdır. İnşaatı 1841’de biten yapıyı saltanatının ilk 14 yılında Sultan Abdülmecid de yoğun olarak kullanır. Yapı, 1857’de yerine yeni bir saray yapılmak üzere yıktırılır. Sultan Abdülaziz döneminde, 20 Ocak 1863 günü Mimar Nigoğos Balyan sarayın temellerini atar. Devletin yaşadığı mali sıkıntı nedeniyle uzun süren inşaat 27 Eylül 1871’de tamamlanır. Beşiktaş çıkışındaki Kılıç Ali Paşa İskelesi denilen bölümden başlayan Çırağan Sarayı, ağalar dairesi, harem binası, saray binası, “fer’iyye” sarayları ve Ortaköy yönündeki karakol binası olmak üzere sekiz büyük yapı ve bunlarla ilişkili müştemilat binalarından oluşmaktadır.
Rumeli Yakası’nın son önemli yapısı, Boğaz’a doğru bir burun üzerine yapılmış olan Ortaköy Büyük Mecidiye Camii’dir. Daha önce Mahmud Ağa’nın yaptırdığı küçük bir mescidin harap olması üzerine Sultan III. Ahmed döneminde, H. 1134 / 1721-1722 tarihinde, Mehmed Ağa bu alanda yeni bir cami yaptırır. Bu caminin de harap olması üzerine Sultan Abdülmecid bu alanda bir selâtin cami inşaettirmeye karar verir. Yapımı 1854’te tamamlanan bugünkü cami tek kubbeli olup, Nusretiye ve Dolmabahçe Bezm-i Âlem Valide Sultan camilerine benzer yüksek minarelere sahiptir. Bu cami aynı zamanda Rumeli Yakası’nın Boğaziçi’ne doğru son sultan camiidir.
İstanbul limanı 1832’de dünyanın dördüncü, 1887’de ise ikinci büyük limanıdır. Örneğin 29 Eylül 1853 günü otuz altı saat içinde limana 350 teknenin geldiği bilinmektedir. Ancak panoramanın çekildiği tarihlerde İstanbul limanında gemilerin yanaşacağı rıhtım yoktur. Galata rıhtımının inşaatına 1892, Eminönü rıhtımının inşaatına ise 1893’te başlanacaktır. İstanbul limanına ilk şamandıra 1870’te yerleştirilir, 1874’te ise sayıları çoğaltılır. Panoramada gerek Karaköy-Tophane gerekse Eminönü-Sirkeci arasında kıyıya kıçtan kara yanaşmış çok sayıda teknenin yanı sıra açıktaki şamandıralara bağlı hem buharlı hem de yelken donanımı olan tekneler görülmektedir.
Panoramanın sağına doğru, Anadolu Yakası’nın görüntüsü Kuleli Kışlası ile başlar. Sultan II. Mahmud, daha önceleri Kule Bahçesi adıyla bilinen ve H. 991 / 1583-1584 tarihli mevacib defterlerinde adı geçen bu has bahçede Âsakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerinin Avrupa usulü eğitim görmesi için 1828’de Kuleli Kışlası’nı yaptırmıştır. Yapı 1837-1842 arasında karantina binası olarak kullanılır, onarım için boşaltılan ahşap yapı 1844’te tamamen yanar. 1845-1847 arasında bu kere yarı kâgir, yarı ahşap olarak yeniden yapılır. Bugünkü yapının üzerinde 1845 tarihi vardır; 1853-1856 arasında Kırım Savaşı dolayısıyla hastane ve kısmen kışla olarak kullanılır. 1863’te yeniden onarılan yapının çevresindeki araziye de çeşitli tarihlerde hastane ve yeni binalar inşa edilir. Panoramada Çengelköy iskânı belirsizdir, sağa doğru görülmekte olan bir diğer anıtsal yapı beyaz kütlesiyle seçilen Beylerbeyi Sarayı’dır. Geçmişte İstavroz adıyla anılan bu semte saraya ait ilk yapının Sultan III. Ahmed döneminde inşa edildiği bilinir. Daha sonraları yıkılarak arsası yöre sakinlerine satılan bu alanda Sultan II. Mahmud satılan arazileri bedeli karşılığı geri alarak ahşap bir saray inşa ettirir. Helmuth von Moltke, Sultan II. Mahmud’u ziyareti vesilesiyle geldiği bu ahşap sarayı detaylı olarak anlatır. Bu sarayla ilgili benzer bir anıya da Miss Pardoe’nin mektuplarında rastlarız. Büyük bir yangın geçiren ahşap saray 1851’de yıktırılır ve H. 1281 / 1864-1865’te görülmekte olan bugünkü kâgir saray inşa edilir.
Kuzguncuk ile Paşalimanı bölgesindeki yapıları seçmek zordur. Ancak Üsküdar vadi tabanındaki iki minareli Mihrimah Sultan Camii, Şemsi Paşa burnu gerisinde kendini belli etmektedir. İstanbul’daki padişah ve padişah anneleri dışındaki iki minareli tek cami olan bu yapıyı Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan, imaret, sıbyan mektebi, muvakkithane ve türbelerden oluşan bir külliye olarak 1547’de Mimar Sinan’a yaptırmıştır. Onun hemen önünde kıyıda yer alan uzunca tek minareli yapı ise Cami-i Adli veya Cami-i Adliye adıyla anılan, Sultan II. Mahmud tarafından yaptırılan ve günümüze ulaşamayan camiyi işaret etmektedir. Onların sağına doğru görülmekte olan iki minare ise vadi tabanında Sultan III. Ahmed’in annesi Gülnuş Emetullah Valide Sultan’ın inşa ettirdiği Cedit / Yeni Valide Camii’dir. 1708-1710 arasında inşa edilen bu külliye hünkâr dairesi, imaret, sebil, sıbyan mektebi, türbe ve muvakkithaneden oluşur.
Daha sağa doğru yamacın üst kotlarında, çevresi ağaçlarla kaplı Ayazma Camii görülür. Camiyi Sultan III. Mustafa H. 1174 / 1760-1761’de Mimar Mehmed Tahir Ağa’ya inşa ettirmiştir. Sıbyan mektebi, hamam ve çarşıdan oluşan bir külliye olup, daha önce saraya ait olan Ayazma has bahçesinin bulunduğu alana yapılacaktır. Sultan III. Mustafa birçok cami inşa ettirir, ancak hiçbiri kendi ismiyle anılmaz. Bunun farkına varan sultanın biraz da sitemle söylediği bir söz vardır.
Bir cami yaptırdım su aldı, bir dahi yaptım denizde kaldı.
Birini ceddime bıraktım, bir diğerini ise dervişe kaptırdım.
Ayazma Camii’nin sağ altında Kız Kulesi görülmektedir. Salacak açıklarında, deniz üzerinde, su seviyesinde küçük bir kayalığa İmparator Manuel I. Komnenos döneminde savunma amaçlı bir kule yaptırıldığı bilinmektedir. İstanbul’a ait en eski çizimlerden olan Cristoforo Buondelmonti’nin çizimlerinde üzerinde dendanları olan ufak bir kale görülür. Benzer bir görüntüye ise Matrakçı Nasuh’un 1537 tarihli İstanbul tasvirine rastlarız. Evliya Çelebi’nin tarifine göre, “Deniz içinde karadan bir ok menzili uzakta, dört köşe, sanatlı bir yüksek kuledir. Boyu tam 800 arşındır, büyüklüğü 200 adımdır. ... tarafına bakan bir demir kapısı vardır. İçinde yedi kat odaları vardır. Yağmur suyundan toplanan sarnıçta tatlı suyu vardır. Dizdârı Çelebi Cüce’dir, 100 nefaratı, deniz kıyısında yedi başlı ejderha gibi 40 parça balyemez topları, mazgal delikleri ve mükemmel cephanesi vardır.” 1719’da bir yangın kuleyi harap hale getirir, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 1725-1726’da alanı biraz daha yükseltip üzerine camlı bir köşk yaptırarak binayı yeniler. Bir dönem karantina binası ve hastane olarak da kullanılan yapı, cumhuriyet sonrasında yalnızca deniz feneri olarak hizmet verir. 1992’de tümüyle boşaltılıp kaderine terk edilen Kızkulesi, 1995’te Turizm Bakanlığı’nın açtığı bir ihale sonucu 49 yıllığına turizm amaçlı kullanılmak üzere özel sektöre devredilir. Halen özel bir işletme tarafından lokanta olarak kullanılmaktadır.
Salacak ve devamındaki Harem, oldukça seyrek yerleşim dokusuyla dikkat çekicidir. Sahile paralel uzanan yerleşimlerin kıyıya bağlantısını sağlayan yollar seçilmektedir. Sağa doğru, Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusundaki yoğun servi ağaçlarının gerisinde Selimiye Camii ile Kışlası görülür. Bu bölgede daha önce bulunduğunu bildiğimiz Kavak Sarayı adıyla anılan büyük yapı kompleksi hakkında ne yazık ki yeteri kadar bilgimiz bulunmamaktadır. H. 991 / 1583-1584 tarihli mevacip defterinde adı geçen bu sarayın alanı içinde Mimar Sinan’ın Sultan III. Murad ve Sultan II. Selim döneminde bazı köşkler yaptığı bilinmektedir. Evliya Çelebi Üsküdar Bahçesi adını verdiği bu saray topluluğundan fazlaca söz etmez. Yalnızca Sultan IV. Murad’ın burada bir köşk (Revan Köşkü) yaptırdığını söyler. Sultan III. Ahmed döneminde bazı yapıların onarıldığı bilinmektedir. 17. yüzyıldan itibaren önemini yavaş yavaş kaybeden bu saray Sultan III. Selim tarafından yıktırılarak yerine bir külliye ve Selimiye Kışlası yapılacaktır. Kavak Sarayı’nı gösteren en önemli görsel belgelerden biri, Guillaume-Joseph Grelot’un 1680 yılında basılan iki gravürüdür. Kavak Sarayı ile ilgili bir başka görsel belge ise 1753 tarihli Üsküdar suyolları haritasında bulunmaktadır.
Kavak Sarayı arazisinin bir bölümünü teşkil eden Haydarpaşa Çayırı’nın askeri talim yeri olarak kullanılmasının tarihi, Sultan III. Ahmed dönemine kadar uzanır. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın yeni bir askeri düzen oluşturmak için yaptığı çalışmalar Patrona Halil İsyanı (1730) ile son bulur. Sultan III. Selim’in Nizam-ı Cedid ordusunu oluşturmak için yaptığı çalışmalar sırasında bu bölgenin tekrar kullanıma alınması gündeme gelir ve H. 1215 / 1800-1801’de Selimiye Kışlası’nın yapımına başlanır. Bodrum ve zemin katı taş, üst katları ahşap olan bu kışla, Alemdar Mustafa Paşa’nın öldürülmesine yol açan yeniçeri isyanı sırasında (15-18 Kasım 1808) yakılarak tahrip edilir. Sultan II. Mahmud, H. 1241-1243 / 1825-1827 arasında kışlayı yeniden yaptırma çalışmalarını başlatır. Kışlanın yapımının hayli uzun sürdüğü, giriş kapıları üzerinde bulunan 1827, 1842 ve 1850 tarihli kitabelerden anlaşılmaktadır. Sultan II. Mahmud döneminde başlayan inşaat Sultan Abdülmecid döneminde devam eder. Kırım Savaşı sırasında İngiliz askerlerine tahsis edilen kışlanın bu sırada büyük oranda tahrip edildiği, bu nedenle gerek Sultan Abdülaziz gerekse Sultan II. Abdülhamid dönemlerinde sürekli bakım ve onarım gördüğü bilinmektedir. Cumhuriyet döneminde de askeri amaçlarla kullanılan kışla, 1963’te yapılan büyük bir onarım sonrası I. Ordu Komutanlığı merkez binası olarak kullanılmaktadır.
Kışlanın yapımını takiben, Sultan III. Selim bölgeyi şenlendirmek amacıyla hemen yakınına cami, hünkâr dairesi, sıbyan mektebi, hayrat hademesi odaları, muvakkithane ve kumaş dokuma imalathanelerinden oluşan bir külliye yaptırmaya karar verir. H. 1216 / 1800-1801’de başlanan inşaat dört yıl içinde tamamlanır, cami 1805’te ibadete açılır. Barok stildeki cami kare planlı, tek kubbeli olup birer şerefeli iki minaresi vardır.
Sağa doğru bir dönem askerlerin talim yaptığı boş alan görülmektedir. Kısa süre sonra, 3 Ağustos 1893’te Mimar Alexandre Vallaury ve Raimondo d’Aronco burada Mekteb-i Tıbbıye-i Şâhâne binasını inşa edecektir. Bu alanın Kadıköy’e doğru devamında belli belirsiz 1846’da yapımına başlanan Haydarpaşa Askeri Hastanesi binaları ile Kırım Harbi sonrası yapılan İngiliz Mezarlığı’na ait ağaçlıklı alan görülmektedir. Ayasofya’nın kubbesinin arkasından başlayan Kadıköy iskânının oldukça yoğunlaştığı seçilir. Mühürdar yerleşmesi ve giderek Moda Burnu çevresindeki iskân ise belli belirsiz fark edilmektedir. Daha geride, denize doğru uzanan Fener Bahçesi’nde bazı yapıların bulunduğu anlaşılmaktadır. Arka planda ise Anadolu Yakası’nın çıplak tepeleri ile Adalar ve onların gerisinde Samanlı Dağları ile panorama sonlanmaktadır...