Başka İstanbul Yok!
BAŞKA İSTANBUL YOK!
Milliyet Gazetesi, 08 Ocak 2022, s. 2.
Geçen gün bir dostum arayıp İstanbul beyefendiliği ve hanımefendiliği konusunda çalışma yaptığını eskilerden kimlerle konuşabileceğini sordu. Bir süre düşündüm ve artık bu konuda nerede ise konuşulacak hiç kimse kalmadığının farkına vardım. Bırakalım İstanbul’u artık tüm ülkede böylesi eğitim almış hemen hiç kimse yaşamıyor. Olsa olsa o dönemden kalmış kişilerden eğitim almış çok az sayıda insan var ki bunların büyük bir bölümü de yetmiş yaşının üstünde hayatına devam etmeye çalışıyor.
İstanbul Kültürü
İstanbul kültürü denince aklıma Hagop Mıntzuri gelir. Asıl adı Hagop Demirciyan olan bu insan 16 Ekim 1886 günü Erzincan’ın Küçük Armıdan Köyü’nde doğar. 11 yaşında, 1897 yılında babası ve amcalarının fırıncılık yaptığı İstanbul’a (Beşiktaş) gelir ve öğrenimini, özel Fransız Okulu, Getronagan Ermeni Okulu ve Robert Kolej’de tamamlar. Sıkıntılı bir hayat sürer ve 1978 yılında doksan dört yaşında İstanbul’da vefat eder. “Gelin ve Kaynana” isimli ilk öyküsünü 1906 yılında yayınlayan yazarın, çeşitli gazete ve dergilerde Ermenice yayınladığı üç yüz otuz sekiz öyküsü ve ona yakın kitabı bulunmaktadır.
Silva Kuyumcuyan ile Necdet Sakaoğlu, Hagop Mıntzuri’nin “İstanbul Anıları” isimli kitabına yazdıkları sunuş bölümünde onun felsefesini şu sözlerle açıklamaktalar;
“Yaşamak önemli bir iştir ve uzun bir törendir. Bu törene herkesin, günlük olayların gerektirdiği biçimde katılması gerekir. Herkes insanlık görevini yerine getirmeli, yaşamı ciddiye almalıdır. Ama bunu katı, hoşgörüsüz, acımasız olarak değil, ihtiraslardan uzak, yozlaşmadan, sade hallerle yapmalıdır.”
Burası İstanbul
Mıntzuri’nin çocukluk anıları arasında aktardığı ilginç bir diyalog var;
“-Nerelisin? dediler.
- Dördüncü Ordu’danım.
O zamanlar, Doğu’daki Ermenilerin yaşadığı bölgelere bu ismi verirlerdi. Tablakârların hepsi de yaşlıydı. Bolulu ve Konyalıydılar. ‘Evet’, ‘hayır’ yerine köyümün kelimelerini kullanıyordum: ‘He’, ‘Yoh’ derdim, cevap vermem gerektiğinde. Veya bizim Genicedere’nin, Sinibeze’nin, Kerege’nin köylüleri gibi ‘ecük (azıcık), ‘bir pırtık’ derdim, bir parça diyeceğim yerde.
- Hayır oğlum derlerdi, öğretmenin öğrencisine öğrettiği gibi, burası sizin dağlar değil. Evet, hayır diyeceksin. Ecük, bir pırtık nedir? Burası İstanbul’dur. Azıcık, bir parça de.
- Peki, derdim? Ama unuturdum.
Bazen de çocuksu bir yaramazlıkla onları kızdırmak için, kendi sözcüklerimi kullanırdım.
- Olmadı, olmadı! Derler ve hep aynı öğüdü verirlerdi:
- Burası İstanbul’dur. Dünyada bir tek İstanbul var, burada adam olacaksın!” (s. 68).
Hagop Mıntzuri’ye bu öğüdü veren insanlar, Çırağan Sarayı’nda pişen yemekleri diğer saray ve köşklere dağıtan kişilerdir. Mıntzuri oldukça yaşlı olduklarını söyler, kendi ise 11-12 yaşlarında bir çocuk. Okula gitmek için Beşiktaş’tan Ortaköy’e doğru yürümekte olan küçük bir çocuk ile ona dilini düzeltmesi için öğütte bulunan insanlar. Üstelik bu insanlar İstanbullu da değiller, Bolu, Konya gibi dönemin taşra olarak nitelenen şehirlerinden gelmişler, ancak yaşadıkları şehir onları, kendi deyimleriyle adam etmiş.
Mıntzuri anılarını aktardığı kitabında çoğunlukla 1897-1906 yılları arasında yaşadığı bölgeleri, okuduğu okullara gidiş gelişi sırasında karşılaştığı insanları ve yapıları anlatır. Çoğunluğun, hemen her yere yürüyerek gittiği bir dönemdir, bu yıllar. Elbette bu sayede gider gelirken çok şey görür, çok insanla karşılaşır ve çok değerli anılarınız olurdu. Özellikle lisede okuduğum dönemlerde Üsküdar’dan Kuzguncuk’a yürüyerek gelir ve bu sayede nerede hangi yapı var, hangi yapıda kim oturuyor öğrenirdik. Kısa süre sonra toplumda acele arttı ve vasıta kullanımı yaygınlaştı, elbette bunda dar ve bozuk kaldırımların artan araç trafiğinin etkisi de oldu. Artık yürümeyi nerede ise gezi ve sağlık dışında kullanmaz olduk.
İstanbul Anıları
Geçmişin İstanbul’unu anlamak için Mıntzuri’nin “İstanbul Anılarını” okumak gerek. Beşiktaş Çarşısı’ndaki esnaf dayanışması, okuduğu okullardaki arkadaş topluluğu, Anadoluhisarı’ndaki günlük yaşantı. Bu arada ilginç bir açıklama olarak XIX. yüzyıl başlarında Tophane’den Salıpazarı’na kadar olan kaldırımlarda faaliyet gösteren, Tibetli Türkmen ve Çinli doktorların bulunduğunu anlatır. Erken saatlerde buraya gelen ve hastalarını bekleyen insanların sakin, kanaatkâr ve iyi insanlar olduğunu belirtir. Çeşitli otlarla hastaları iyileştirmeye çalışmaktadırlar. Dönemin ünlü doktorlarının iyileştiremediği hastaları tedavi ettikleri için de özellikle kadınlar bu doktorları sık sık ziyaret etmektedirler.
Tehcir ve sonrası
1906 yılında, yirmi yaşlarını sürdürürken köyünden bir mektup gelir, Mıntzuri’yi nişanlamışlardır. Her ne kadar gönlünden başka tanışlar geçse de köye dönüşünde ailesinin uygun gördüğü Voğıda ile evlenir. 1907 yılı başlarından itibaren kışın öğretmenlik, ilkbahardan sonbahara kadar ise ayağına çarık giyerek her köylü gibi tarla sürer, ot toplar ve hasat yapar. 1914 yılı Ağustos ayının son günlerinde yıkanırken üşütür bademcikleri şişer. Onları aldırmak için İstanbul’a gelir. Bu sırada Avrupa’da harp başlamıştır. Tam dönüşü sırasında askere alınır ve İstanbul’da kalmaya mecbur olur. 1915 yılı Nisan ayında İstanbul’daki Anadolulu Ermeniler’in tehciri başlar, asker olduğu için bu ayrımdan muaftır. Ancak köyünde bıraktığı dedesi, annesi, karısı ve dört çocuğundan bir daha haber alamaz. Bundan sonraki hayatını ister istemez İstanbul’da sürdürür. Ermenice, Türkçe, Fransızca ve İngilizce bilen biri olarak Üsküdar’da küçük bir dükkânda kömürcülük, katiplik, fırıncılık gibi işlerle hayata tutunmaya çalışır. Ama hiçbir zaman yazmayı bırakmaz, iyi ki de bırakmaz da bize bir dönemin İstanbul’unu ilk ağızdan anlatır. Hagop Mıntzuri’nin hikâyesi insanı geçmişe götürüyor, ancak bu geçmiş kendisi için çok acı verici olmasına rağmen hiç şikayetçi olmaması da onun büyüklüğünü gösteriyor...
İnsan yapmak için vardır, yıkmak için değil!
Sadi Şirazî
Hagop Mintzuri, İstanbul Anıları (1897-1940), Çev. Silva Kuyumcuyan, İstanbul, 1993.