Bir Mimarlık Hikâyesi...
BİR MİMARLIK HİKÂYESİ
Milliyet Gazetesi, 12 Ekim 2024, s. 2.
Zaman zaman bir kenara koyduğum notlarımı karıştırır, geçmişe yolculuk yapar, bugün aramızda olmayan insanları anar, rahmet okurum. Hepimizin hayatında buna benzer anılar vardır onları yazmış ya da yazmamış, bir yerlerde unutmuş olabiliriz. Sık sık söylediğim gibi bazı insanlar ölmez, anılarda ya da yazılarda yaşar, ne zaman ki isimleri bir daha söylenmez olur, işte hepimiz için mukadder olan ölüm o zaman gerçekleşir. Unutulur ve hiç yaşamamış gibi oluruz.
Yılmaz Sanlı
Geçen günlerde elime böyle bir anı kaydı geçti. Sanırım elli yılı aşkın bir zaman önce, rahmetli hocam Yılmaz Sanlı’nın bürosunda yoğun bir şekilde hastane konkuruna çalışıyorduk. Bir gün bana “Gel birlikte hastaneye gidelim!” dedi. Özellikle gelişen ameliyat teknolojisini mimariye nasıl yansıtmamız gerektiği konusunda endişelerimiz vardı.
Hangisi olduğunu hatırlamıyorum ama, İstanbul’da önemli bir hastaneye gittik. Başhekim Yılmaz Sanlı Hoca’nın arkadaşıymış bizi hoşça karşıladı ve bir süre sonra ameliyathaneye götürdü. Hijyenik kıyafetler giydik ve ameliyathaneye girdik, bir grup doktor, bir hastanın karnını açmış ameliyat yapıyorlardı, üstleri başları kan içindeydi. Yılmaz Hoca önce sarardı, sonra olduğu yere yığıldı, gördüklerinden dolayı bayılmıştı, zor bela ameliyathanenin dışına taşıdık. Bir süre sonra kendine geldi, bir daha bırakın ameliyathaneye girmeyi, nerede ise hastanenin önünden bile geçmez olduk.
Mimarlıkta bir operasyondur!
Bu hikâyeyi sık sık hatırlarım, çünkü mimarlıkta bir ameliyat gibidir. Şehrin bir bölgesinde, doğanın bir yerinde uzun zaman varlığını muhafaza edecek bir operasyon yapılıyordur. Üstelik bu operasyon ameliyat gibi kısa süre içinde yapılıp sonuç elde edilecek bir işlem değildir. Bazıları yıllar boyu sürer, ortaya çıkacak olan yapı yavaş yavaş şekillenir. İnşaat sırasında çevre talan edilmiş gibi görülebilir ve hemen herkesi, hatta bu kurguyu yapan mimarı bile tedirgin edebilir. Bilgisine güvenmeyen, yaptığı işten hoşnut olmayan doktorlar, hastaları baştan savar gibi muayene edip, radikal bir müdahale yapılıp yapılmaması gerektiğine karar veremedikleri için aspirin verip yollarlar. Radikal bir müdahaleye gerek duyulan hastalar ise ameliyat olmaları gerekirken, evlerinde ölümü beklemeye başlarlar.
Mimarlıkta benzeri bir süreçten geçer. Kalıcı ve farklı yapı yapmak isteyen mimarlar radikal kararlar almak mecburiyetindedirler. Bu nedenle bilgilerine güvenmeli, dünyada yapılanları takip etmelidirler. Bir mimar yaptığı her yapıda mesafe katetmelidir, eğer çoğu kez aynı şeyi yapmak durumunda kalırsa, heyecanı yok olur, araştırma duygusu körelir ve alışılmışı tekrar etmeye başlar ki bu da mesleğin sonuna gelmek demektir.
Mimar olmak zor!
Üstelik bu ülkenin bir mensubu olarak bizim işimiz gerçekten zor hatta zorun ötesi bir iştir. Çünkü ne yazık ki ülkemizde bir insanın farklı şeyler yapması hoş karşılanmaz, bırakın hoş karşılanmamayı, yok edici bir eleştiri kampanyasının başlamasına neden olur. Hele de bu yaptığınız yapı İstanbul gibi göz önünde ve rantın yüksek olduğu bir şehirde yapılmaktaysa!
Bir mimar olarak tercihim yaptığım yapıların veya restorasyonların alışılmışın dışında, farklı olmasıdır. Bunun için sahip olduğum bilgi ve deneyime güvenirim. Hata yapmamaya çalışırım. Elbette bir mimar olarak benim de uymak mecburiyetinde olduğum kurallar vardır. İmar Kanunu, İmar Planı, Yönetmelikler ve mühendislik kısıtlamaları.
Ünlü mimar Frank Owen Gehry,
“Sizce bir mimar ne kadar özgür olabilir?
Fiziksel kanunlar, istatistikler, mühendislik sınırlamaları...
Bazıları da benim ufak oyun alanımı daha da daraltmaya çalışıyor.
Bunu kabullenemiyorum.” diyerek isyan eder.
Özgür olmak gerekir!
Yazılarımın çoğunda kültür ve sanatın gelişmesi için bu gibi işlerle uğraşan insanların kendilerini özgür hissetmeleri gerektiğinden söz ederim. Ancak, son dönemin öncü ve örnek yapılarını yapan bir mimar bile özgürlüğünün kısıtlandığından şikâyet ediyor. Frank Gehry gibi ustalığından şüphe duyulmayan bir kişinin bu şikâyetini görmezden gelen bazı kişiler de onun yaptığı yapıları eleştirmeye devam ediyorlar.
Elbette Frank Gehry’nin bile kurtulamadığı bu haset ve kıskançlık duygusu bizim gibi dar bir alanda faaliyet gösteren mimarları büyük ölçüde rahatsız etmekte ve mesleği icrada zorlamaktadır.
Gerek restorasyon gerekse yeni yapı olsun, bir mimarın yapının statik, mekanik, elektrik gibi olmazsa olmaz ihtiyaçlarını en ekonomik şekilde çözmesinin yanı sıra uyması gereken yeterli büyüklükte sığınak yapımı, yirmi beş metrede ulaşılması gereken yangın merdiveni, her kata ulaşan yeteri büyüklükte asansör, belirli alanlarda engelli rampası gibi olmazsa olmaz bazı düzenlemeleri projelendirme mecburiyeti vardır. Bunların bulunmadığı bir projenin ilgili kurum tarafından onaylanıp, ruhsata bağlanması mümkün değildir. Şaka değil mimarlar içinde insanların yaşadığı, onların can ve mal emniyetleri maksimum ölçüde sağlayacak binalar yapmakla yükümlüdürler. Birilerinin canı istedi, öyle arzu ediyorlar diye bütün bunlardan vazgeçmek mümkün değildir.
Francis Bacon; “Yalnız güzellik uğruna kurulan büyülü sarayları, bunları sudan ucuza kuran ozan takımına bırakın.” demektedir. Ama benim hoşuma giden ve sık sık tekrarladığım bir sözü uzun yıllar önce Montaigne söyler;
“Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum, gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler, mimara da desinler ki, sen binaları kendine göre değil başkasına göre, kendi bilginle değil başkasının bilgisiyle inşa edeceksin.”
Zaman zaman tasarladığım yapıları nasıl yapacağımı tarif etmeye, hatta bu konuda direktif vermeye çalışanların, bu sözlerden paylarına düşeni alacaklarını umarım. İnşallah...
Yaklaşık bin yıl önce Ömer Hayyam bir rubai yazmış, belki ilginizi çeker;
“Hiç, hiçbir şey bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar.
Şu cahillere bak, dünyaya egemen onlar.
Onlardan değilsen eğer, sana kâfir derler.
Onlara aldırma Hayyam, yoluna devam et.”
Ömer Hayyam, 1072