Floransa Büyücüsü...
AnasayfaMedyaKöşe Yazıları

Floransa Büyücüsü...

KAYDIRIN

< Geri dönün

FLORANSA BÜYÜCÜSÜ

Vatan Kitap, 120 - 15 Şubat 2014, s. 44 - 46.

Salman Rushdie’in 2008 yayımlanan “The Enchantress of Florence” isimli kitabını Begüm Kovulmaz dilimize çevirmiş. İlk yayımlandığı 2009 tarihinden Şubat 2002’ye altı baskı yapan Floransa Büyücüsü’nün ne yazık ki şimdiye kadar farkına varmamışım. Öncelikle Begüm Kovulmaz’ı bu başarılı tercümesi için kutlamak isterim, Salman Rushdie gibi karmaşık ifadeler kullanan zor bir yazarı, sanki bir tercüme değil de, dilimizde yazılmış bir kitabı okur gibi okumak imkanını bize sağlayan Kovulmaz’a içtenlik dolu teşekkürlerimi sunmak isterim.

Floransa Büyücüsü bana bir “Hikmetler Kitabı” gibi geldi, çoğunlukla gerek “Mogor dell’Amore” adıyla karşımıza çıkan kahramanımız Niccolò Vespucci, gerekse Ekber Şah birbiri peşi sıra hikmetler dile getirmekteler. Salman Rushdie, on dokuz bölümden oluşan bu kitabın yazımı sırasında başvurduğu kaynakları bir liste halinde kitabın sonuna iliştirmiş; 84 kitap ve 8 Web adresi... “Bu başvurduğum yapıtların tam listesi değil. Bu kitapta yer alan konularla ilgili herhangi bir kaynağı istemeden ihmal ettiysem özür dilerim. Beni uyaracak olursanız, sonraki baskılarda bu eksiklik giderilecektir” (s. 388). Rushdie’nin bu kitap için yaptığı araştırma, başvurduğu kitaplar hepimiz için ders olmalı. Altı üstü bir roman, bu benim kurgum bazı şeyler yerli yerine oturmasa ne gam, ben yazdım oldu diyenlerin kulağına fısıldamak isterim. 1981’de Booker, 1993’de Booker of Bookers, 2008’de Best of the Booker, 1995’de Whitbread, 1996’da Aristeion Edebiyat Ödüllerine layık görülmek, 2007’de Kraliçe tarafından Şövalye unvanı ile taltif edilmek gibi onur verici başarılar, gerçekten zorlu bir çalışmanın ürünüdür. Artık, benzer ödüllerin eş dost marifeti veya bazı kişilere yakınlık ile kazanılmadığının, kazanılabilse bile bir değer ihtiva etmediği gibi, bizi de tatmin etmediğini hep birlikte anlamamız gerekiyor.

Niccolò Vespucci, bu romandaki yaygın adı ile Mogor dell’Amore, annesi Çağatay kanı taşıyan Cengiz soyundan bir Prenses olduğu iddiası ile uzun ve maceralı bir yolculuk sonrası Ekber Şah’ın huzuruna çıkar. Ekber Şah, Ebu’l feth Celaleddin Muhammed Ekber; büyük ve büyük, büyüklüğüne rağmen büyük, iki misli büyük ve öyle büyüktü ki, ihtişamını ifade etmek için lakabının adını tekrarlaması sadece gerekli değil, zaruridir. Âlemler yutucu Ekber (s. 42). Mogor dell’Amore annesinin Hindistan’ın ilk Türk-Moğol Babür Şah’ın kardeşi olduğunu iddia etmektedir. Her ne kadar Babür Şah’ın Hanzade isimli bir kardeşi olduğu ve onun Babür’ün Özbek Bey’i Pelin (Şibani) Han tarafından yenilgiyi uğratılması ile esir düştüğü ve on yılı aşkın süre sonra Pelin Şah’ın, Şah İsmail tarafından bozguna uğratılması sonrası İranlılar tarafından esir alınarak, bir dostluk işareti olarak Babür Şah’a geri gönderildiği biliniyorsa da; bilinmeyen veya üstü örtülen bir gerçek Hanzade’nin yanında küçük kardeşi bir diğer Prenses’in de bulunduğu ve onun geri iade edilmek istemediğidir. Babür hanedanının kayıp bir Prensesi, yanında oyun arkadaşı ve hizmetçisi olan bir de Ayna’sı vardır. Prenses ve Ayna İran’da kalırlar, bu kere Şah İsmail ünü sınırları aşan Yavuz Sultan Selim’e mağlup olur ve Prenses ile Ayna’sı bu kere Osmanlılar ganimet alır. Birden biri ortaya bir başka Floransalı çıkar, üç küçük çocuğun en hırçını ve macera arzusu ile doğduğu toprakları çok küçük yaşta terk eden Antonia Argalia. Yeniçeri Ağası Türk Paşa Arkaliya, savaş sonrası artık Karagöz adıyla bilinen Prenses ve Ayna’sını savaş ganimeti olarak Sultan’dan talep edecek, Sultan Selim’de bu arzusuna icazet verecektir.

“Korkma” der.
Arkaliya Farsça Prensese,
“Burada korkunun anlamını bilen yoktur” der, genç kadın fütursuzca ve Çağatayca bir kere daha tekrar eder aynı cümleyi (s. 248).

Bir keresinde Ekber Şah, “insanlığın laneti birbirimizden çok farklı olmamız değil birbirimize çok benziyor olmamızdır” demiş. Gerçekten yüzyıllarca sonra hala, insanlığın farklılıklarımızdan dolayı sıkıntı çektiğini düşünüyoruz. Halbuki birbirimize ne kadar benzemek de olduğumuzu düşünsek ve farklı olmanın getireceği rekabet duygusunun farkına varsak, enerjimizi ve bilgimizi kavga için değil de gelecek oluşturmak için kullanmayı becerebilsek acaba daha mı az mutlu oluruz? Neremiz farklı ki, hepimiz kavga etmekte birbirimize benzemiyor muyuz?

Roman çoğunlukla Ekber Şah ile Mogol dell’Amore arasında geçen dialoglar ile Ekber Şah’ın kendi dünyasında yarattığı Sultan Codha ve daha sonrasında Kayıp Prenses Karagöz arasında geçen konuşmalarla oluşmaktadır. Ama işin bir de Floransa yanı vardır. Yıllar sonra Antonio Argalia, Türk Paşa Arkaliya olarak Floransa’ya dönünce bir süreliğine çocukluk arkadaşı Niccolò’nun evine misafir olur. İl Machia adıyla tanınan Niccolò Machiavelli. Oradan oraya savurmakta, hızla ülkeden ülkeye taşımaktadır hikaye bizi.

Hükümdarların üzüntüsü herkesin bildiği üzere, zayıflığa, şiddete ya da her ikisine birden dönüşebilme olasılığı yüzünden dünyanın güvenliğini tehdit eder (s. 219). Sevgi kaypaktır diye düşünür hükümdarlar, bu nedenle nefret değil korku uyandırmaya çalışırlar toplum üzerinde. Onlara yalnızca korkunun kalıcı olduğu önerilir çoğunlukla, halbuki akıllı yöneticiler; tıpkı Padişah’ın dediği gibi “Korkunun sevgiyle kol kola ilerleyebileceğini herkes bilmektedir” (s. 212). Şimdi sormamız gerekir acaba ebedi ve ezeli olan sadece korku mudur? Acaba, Abdallar korku duymadıkları için mi mutludurlar.

Kitabın başında, Mirza Galip’e ait üç dizelik bir şiir yer alıyor.

Dil bilen biri varsa alın getirin onu;
Şehirde bir yabancı var,
Söyleyecek çok şeyi olan.

Acaba söyleyecek çok şeyi olmak için insanın yabancı mı olması gerekir. Arabacı sorar? Nesin sen? Sırrı olan bir adamım, işte buyum ben; Sırrın senin olsun; sırlar çocuklara, birde casuslara göredir... ayrıca büyücülere, bir de âşıklara ve de hükümdarlara. Halbuki büyücüler için sırlara, iksirlere, cinlere ya da büyülü asalara ihtiyaç yoktur. Tatlı dilli bir ağızdan dökülen sözcükler tılsımın ta kendisidir (s. 89).

Üstelik, “Dil kılıcı kınından çekildi mi, en keskin kılıçtan daha derin yaralar açabilir” (s. 93).

O halde diyebilir miyiz ki; “Ey ahali, gönlünüzce çektiğince gürültü edin! Ses hayattır, bol gürültü hayatın yolunda gittiğine işaret eder. Güvenle mezarlarımıza girdiğimiz zaman hepimiz sessiz kalmam için bol bol vakit bulacağız” (s. 42).

Yollar hareket edemez, dolayısıyla da bir yere gidemezler. Giden, yürüyen bizizdir. Kimi zaman gerçek kime zaman hayali yollar üzerinde bitmez tükenmez yolculuklara çıkan, kimi zaman ümitle, kimi zaman ümitsiz yolculuklar yapan, bir yolculuk bitmeden diğerini özleyen insanoğlu. Bu yolculukların birinde Ekber Şah, saray ressamı Dasvant’a seslenir; “Onu resmederek bedene getir” (s. 136). Ekber’de olsa, Ekber’in Ekber’i de olsa, bugüne kadar kim, en güzel düşünde de olsa kimi resmederek bedene getirmiştir. Hepimiz düşlerimizi bedene getirmek için uğraşmıyor muyuz? Peki zaman içinde bedene getirdiklerimizden memnun muyuz? Yeniden ve yeniden bedene getirdiklerimizi değiştirip, daha farklı gelişen ve değişen istek ve arzularımız göre tekrar ve tekrar bedene getirmeye çalışmıyor muyuz? Sanırım hayat bu tekrar ve tekrar bedene gelmek ve bedene getirmek için bitmez tükenmez bir uğraş içinde olmak. Bir gün bir ağacın dallarında birini sallarsan, başına hangi meyvenin düşeceğini kim bilebilir? Daldan düşecek meyvenin hangisi olduğunu bilemeyen insan, hayat yolunda nelerle karşılaşacağını, hangi yolları izleyeceğini nasıl bilebilir?

Unutmayalım ki, benliklerimiz bizim yollarımızı aydınlatır, doğru yolu seçmemize imkan verir. Ama benliklerimizde zaman içinde değişir. Bir dönem çocuklarımın babası, anne ve babamın çocuğu idim. Yaşım ilerledi ve bazı benliklerim de yaşlandı ve öldü. Artık anne ve babam yok, Ekber gibi onları bedene kavuşturmak imkanım da bulunmuyor. Ama artık Dede’yim ve torunum bana farklı şeyler hatırlatıyor ve yaşamıma farklı bir anlam kazandırıyor.

Günümüzde gelişen bazı olayları daha sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmemiz için ip uçları veriyor Salman Rushdie bize “ Bir insanın kendisiyle barışık olabilmesi için herkesle barış içinde olması gerekir”. Sulh-ı küll veya top yekün Barış (s. 47).

Ve ilave eder.

“Bir hükümdarın öfkesi her zaman için kusur sayılır, öfkeli bir hükümdar hata yapan tanrıya benzer” (s. 48). Halbuki hükümdarlık dönüşümlerin üstesinden gelebilmek demektir. Değişimlerin üstesinden gelip hayata devam edebilmektir (s. 377).

Ebu’l feth Celaleddin Muhammed Ekber Şah’ın saltanatının sonlarına doğru Bayezid Ensarî Pir Rûşen isimli bir tarikat lideri, Hinduizm ve İslam’ı harmanlayarak, Rûşeniler adıyla tanınan panteist bir yol yaratır. Rûşeniler düşünürler ki, “Allah dünya mirasını onlarını alnına yazmıştır ve kendilerine ait olanı zamanından biraz daha evvel almak isterlerse buna hakları olmadığını kim söyleyebilir” (s. 345).
Başlarken de söylemeye çalıştığım gibi Salman Rushdie’nin Floransa Büyücüsü isimli kitabı bir hikmetler kitabı gibi... İsaac Asimov gibi bazı yazarlar günlük olayları gelecek kurgusu içinde oluşturarak bizi aydınlatmaya çalışır, bazılar ise geçmişi bize getirir. Tıpkı içinde yaşadığımız günler gibi, okuruz ve insanların birbirinden farklı olmadığını hepimiz dün de olsa bugünde birbirimize çok benzediğini anlarız.

Meraklısına Not:

Ebul’l feth Celaleddin Muhammed Ekber Şah

6 Kasım 1542 - 16 Ekim 1605

Hindistan ve yakın çevresinde hüküm süren Türk-Moğol İmparatorluğu’nun 1556-1605 tarihleri arasında hüküm süren üçüncü hükümdarı, dedesi Babür Şah, babası Hümayun Şah’tır. Kendisinden sonra Cihangir adına alacak olan büyük oğlu Selim tahta çıkar. Döneminde yapılan Ağra Kalesi ile Fethpûr Sikri şehri (1569-1574) döneminin önemli anıtları olarak günümüze ulaşır. Ekber Şah, güçlü idaresi, hoş görüsü ve yeniliğe açıklığıyla geleceğin yönetimlerine model oluşturmuştur.

Yavuz Sultan Selim

1467 - 21 Eylül 1520

24 Nisan 1512 - 21 Eylül 1520 tarihleri arasında hüküm süren dokuzuncu Osmanlı Padişahı, 23 Ağustos 1514 tarihinde Şah İsmail’i Çaldıran Savaşı’nda mağlup eder.

Şah İsmail

17 Temmuz 1487 - 23Mayıs 1524

14 yaşında tahta geçen 1501-1524 yılları arasında yirmi üç sene Safevi Devleti’nin hükümdarı olan, Ekber’in dedesi yani Babür Şah döneminin ünlü İran şahı.

Niccolò (İl Machia) Machiavelli

3 Mayıs 1469 - 21 Haziran 1527

Floransalı düşünür ve yazar, özellikle Prens yahut Hükümdar isimli eseri ile devlet yönetim konusunda çağının ötesinde düşünceler üreten fakat özellikle kilisenin baskısı ve anlatımı nedeniyle büyük bir kesimce yanlış tanınan yazar...

Yenilem Proje Danışmanlık Ticaret A.Ş. © 2024. Her Hakkı Saklıdır. Site: İkipixel

TAKİP EDİN