Gıybet Üzerine...
GIYBET ÜZERİNE
Milliyet Gazetesi, 20 Aralık 2020, s. 16.
Geçen günlerde “Fitne Üzerine” başlıklı yazımı okuyan bir dostum aradı, bir yazı da “Gıybet-Gaybet” üzerine yazsan dedi. Semavi dinlerde “kem göz” de denilen gıybet Arapça kökenli bir kelime olup, “kişinin aleyhinde bulunma, arkasından söyleme, çekiştirme, dedikodu yapma” anlamına gelmektedir. Gıybet’in dini olarak hoş görülmemesinin yanı sıra evrensel ahlak kuralları açısından kabul edilebilir bir yanı yoktur. Dedikodu yapanın, kişinin bulunmadığı yerde arkasından konuşanın, yalan yanlış ithamlarda bulunmanın ahlak açısından zafiyet taşıdığı malumdur. Zaman zaman bu kişilerin toplum önünde yaptıkları açıklamalar sağ duyulu kişiler tarafından ayıp olarak nitelenir ve onlardan uzak kalınmaya çalışılır. Ancak günümüzde özellikle de sosyal medyada giderek artan bir hızla bu tür söylemlerin albenisi ve büyük bir alıcısı olduğunu üzülerek görmekteyiz.
Kur’an-ı Kerim’in Hucurat Süresi’nin 12. Ayeti; “Siz ey iman etmiş olanlar! Birbiriniz hakkında yersiz ithamlarda bulunmaktan kaçının; çünkü ithamların bir kısmı günahtır; birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın ve arkanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkışmayın. Aranızdan, hiç ölmüş kardeşinin etini yemek isteyen kimse çıkar mı? Hayır, siz ondan iğrenirsiniz!” buyurmaktadır. Gıybet bir anlamda leş yemek ile aynıdır. Var olmayan bir varlık hakkında konuşmak, onu yemekle aynı nitelikle değerlendirilmektedir.
Yüzyıllar önce Francis Bacon’da “Denemeler” isimli kitabının “Çekememezlik Üstüne” isimli bölümünde insan duygularının bu kötü örneği konusuna uzunca değinir.
“... Kendini değerli görmeyen bir insan başkalarının değerini hiçbir zaman çekemez, çünkü insan gönlü ya kendi üstünlüğü ya da başkalarının kötülüğü ile beslenmek ister, bunların birinden yoksunsa ötekine dayanmak zorunda kalır, bir başkasının üstün değerine ulaşmak umudunu yitirince de o kişiyi bulunduğu yüksek yerden aşağıya çekmekle bir eşitlik kazanmaya çalışır...”
Gıybet insanlar var oldukça, var olacak ve ilgi görecek bir davranıştır. Boşta gezen, yapacak faydalı bir işi olmayan buna karşın bol vakti bulunan kişiler ister istemez bu tuzağa düşer. Çalışan, üreten ve destek gören insanlara karşı ister istemez çekememezlik, niçin bana talep yok, niçin ben rağbet görmüyorum, neyim eksik duygusuna kapılırlar ve bazıları bilinçli, bazıları ise farkına varmadan bu yanlış davranışa yönelirler.
Oysa ki kendi işine gücüne dalan bir kimse çekememezlik duymaya pek fırsat bulamaz.
Çünkü çekememezlik boşluğun doğurduğu bir duygudur. Yapacak işi olan, üreten, çalışan insanların başkalarının hayatı ile ilgilenmesi, onların hatalarını bulmak için ayıracak boş vakitleri yoktur. Başkalarının hata ve yanlışları bize bir şey kazandırmaz. Herkes kendi yaptığı işle değer kazanır. Hata ve yanlışları teşhir edip, onlar üzerinde olur olmaz yorumlar yapmak hem kendimiz hem de toplum için vakit kaybından başka bir şey değildir. Eğer yapılan işte bir hata görülürse “yapılan hatalıdır, doğrusu şöyle yapılmalı” diye fikir üretmek ve yol göstermek taktir toplar. En güzeli hatayı hiç dile getirmeden yapılan işin doğrusunun yapılması için fikir beyan etmektir. Zaten çoğu insan hatanın farkındadır ve doğrusunu duyduğu zaman yaptığı hatayı düzeltecektir. Üzerine basa basa hata yapıldı demek yerine, hatayı yapanın geri adım atmasına, hatasının toplum önünde tartışılması yerine, hatayı görmezden gelerek doğruyu dile getirmek, hatanın utanç duyulmadan ortadan kalkmasını sağlayacaktır.
“Bazı kişiler, yeni yükselenleri çekemezler; böyle bir durumda kendileriyle yeni yükselenler arasındaki mesafenin daraldığını gördükleri için, sanki bir göz yanılmasına düşer gibi, başkaları yükselirken kendileri alçalıyor sanırlar…
Başlarına gelen mutsuzluklardan, bir dönem çektikleri acılardan sonra yükselen kişiler de böyledir. Zamanlarına küsmüşlerdir, başka insanların uğradığı zararları kendi çektikleri acıların karşılığı gibi görürler.
Kendini beğenmişlikten, uçarılıktan, fodulluktan dolayı her alanda yükselmek isteyen kimselerde başkalarını hiç çekemezler, çünkü bunlar yükselmek istedikleri alanlarda kendilerinden üstün birçok kimse çıkacağından, çekememezlik için her an bir gerekçe bulabilirler...”
Bacon’ın bu satırları yazmasından günümüze kadar dört yüz yılı aşkın bir zaman geçmiş ama ne yazık ki değişen hiçbir şey yok gibi geliyor insana. Bunca süre içinde yapılan eğitim anlaşılan yeterli olmamış, insanın ilkel doğasından gelen dürtüler daha tam anlamıyla düzelmemiş. Sanırım bu kötü huydan vazgeçmek için erken yaşta yoğun bir eğitim vermek, özellikle çocukların yanında bu tür davranışlardan kaçınmak en doğrusu da her anlamda gıybetten kaçınmak gerekiyor. Sık sık dile getirdiğim gibi büyükler yanlış yapınca küçükler kötüyü öğreniyor. Dünyanın sevgi ile dolmasını önlüyor. Hemen herkes bir başkasını eleştiriyor ve kendi dışındaki insanları ahlaksızlıkla suçlar gibi bir duruma düşüyor. Gıybet insanlara cazip gelen bir davranış, karşımızdaki kişiler küçüldükçe, biz büyüyoruz gibi gelir. Kendimizi Gulliver’in ülkesinde gibi hissetmenin bir avantaj değil, handikap olduğunun yeteri kadar farkında değiliz...
Sanırım bu konuda rastladığım en güzel deyişi; Gelibolulu Mustafa Âli Efendi dile getirmiş;
Meclis o dur ki anda tâat ola,
Ne mesâvî ola, ne gıybet ola.
Toplum odur ki onda liyakat ola, ne ayıp ola, ne dedikodu ola.