İstanbul Üzerine VI - Yeni Roma...
İSTANBUL ÜZERİNE VI - YENİ ROMA
Milliyet Gazetesi, 27 Ağustos 2017, s. 20.
Çoğu kere tarihin babası olarak isimlendirilen Homeros’un, İlyada destanında önemli bir kahraman olarak öne çıkarttığı Aineias, mitolojide tanrıça Aphrodite ile Troya’lı prens Ankhises’in oğlu olarak kendine yer bulmuştur. Klasik dönemin ünlü Latin şairlerinin en büyüğü olarak kabul edilen Vergilius bu söylenceden esinlenir. Aeneis-Aeneas destanında bu kişinin Truva Savaşı sonrası Anadolu’dan göç ederek İtalya’ya yerleştiğini ve Roma kentini temel alarak yeni bir yurt kurmasını anlatır.
“Bir yiğitin savaşlarıdır anlattığım, Troya’dan
İlkin İtalya’ya, Lavinum kıyılarına, kaderin gönderdiği”.
Romalılar ise şehirlerinin kuruluş efsanesini bir masal değil de gerçekmiş gibi göstermeye ve geliştirmeye çalışırlar. Büyük devletler, özellikle de imparatorluklar kendilerine şanlı bir geçmiş, çok eskilere uzanan bir tarih yaratmaya önem verirler. Bunun içindir ki bir efsane olan Romus-Romulus hikayesinin bazı bölümleri yerine ve önemine göre gerçekmiş gibi düzenlenmiştir. Bu efsaneye göre Alba Kralı Numitor ile kardeşi Amulius arasındaki taht kavgası sonucu Amulius Kral olmaya hak kazanır ve kardeşi Nimutor’u hapseder. Gelecekte onun soyundan gelenlerin kendisine rakip olmalarından çekindiği için de Numitor’un kızı Rea’yı Vesta rahibesi yapar ve bir kuleye hapseder. Rea bir gece uykusunda tanrı Mars tarafından gebe bırakılır ve iki erkek çocuk doğurur. Amcası kral Amulius yeni doğmuş iki çocuğu bir sepete koyarak Tiber nehrine attırır. Suların alçalması ile sığ bir kıyıya oturan sepetteki çocukları, onları bulan bir dişi kurt emzirir, daha sonra bir çoban yetişmelerine katkı sağlar. Geçmiş de pek çok toplumun buna benzer hikayeleri vardır, ama günümüzde Roma’nın ve İtalya’nın pek çok şehrinde rastladığımız bir kurdun iki çocuğu emzirdiğini gösteren heykellerin hikayesi kısaca budur.
Daha sonra büyük amcaları Amulius’u tahttan uzaklaştıran Romus ve Romulus Alba şehrinden ayrılarak kendi yurtlarını kurmak için arayışa başlarlar. Daha sonraları, Roma olarak isimlendirilecek bölgede yer alan Aventinus tepesine çıkan Romus ile Palatinus tepesine çıkan Romulus arasında yer seçimi konusunda anlaşmazlık çıkınca Romulus, Romus’u öldürür. Bundan böyle tek başına kalarak kurduğu şehri geliştirmeye çalışır, MÖ 754’de Romulus’tan sonra başa geçen Numa Pompilius döneminde devlet şekillenmeye ve büyümeye başlar. Kısa sürede bir köyler federasyonu olarak gelişen devlet MÖ 616 tarihinde Etrüskler tarafından ele geçirilir ve Roma’nın ilk Etrüsk kralı Tarquinius Priscus büyük çaplı bayındırlık faaliyetlerinde bulunur. MÖ 509’da Etrüsk hakimiyetine karşı isyan çıkar ve Cumhuriyet yönetimi kurularak krallık dönemi sonlandırılır. Beş yüz yıla yakın süre yöneticileri seçimle başa gelen bir cumhuriyet olarak varlığını sürdüren Roma, MÖ 49 tarihinde ordusu ile birlikte Roma üzerine yürüyen Sezar’ın senato tarafından yönetime getirilmesi ile birlikte tek adam dönemi ile tanışır. Sezar’ın evlatlığı Octavius, bazı tasfiye hareketleri sonucu yönetimi tek başına üstlenir ve MÖ 23 tarihinde Avgustus adını alarak imparatorluğunu ilan eder. Bir krallık olarak kurulan, cumhuriyet olarak devam eden devlet artık bir imparatorluğa dönüşmüş ve bilinen dünyanın nerede ise tümüne egemen hale gelmiştir. Hıristiyanlık üçüncü yüzyılda Roma topraklarında büyük bir güç kazanmaya başlar. İmparator Constantinus, başkenti doğuya, günümüz İstanbul’una taşımaya karar verir, MS 324’de tek imparator olan Constantinus yeni başkentin yapımına başlar ve MS 330’da büyük törenlerle yeniden düzenlenen ve anıtlarla donatılan şehri Yeni Roma veya Deutera Roma (İkinci Roma) adıyla başkent ilan eder.
Constantinus’tan sonra üç oğlu imparatorluğu aralarında paylaşırlar, kısa süre sonra kardeşlerini bertaraf eden II. Constantinus tek başına imparator olur. I. Theodosius (379-395) barbar kabilelerinin Roma topraklarına yerleşmesine ve dinsel alanda batı ile doğunun birbirinden ayrışmasına öncülük eder. İmparatorluğun batı bölümünü oluşturan İtalya büyük oranda barbar olarak adlandırılan ve kuzeyden gelen toplumların eline geçer. Sonuç olarak Germen kabile şeflerinden Odovakar’ın, imparator Romulus Augustus’u devirmesi ile tarihe karışır. Gerçekte Roma İmparatorluğu tarihe mi karışır, yoksa çok daha sonraları tarihe karışmış mı sayılır? Bir anlamda batıdaki topraklarının büyük bir bölümünü kaybetse de Roma İmparatorluğu devam etmektedir. 330 yılında başkentin İstanbul’a taşınması ile birlikte pek çok Romalı bu şehre yerleşir, imparatorluğun yönetim merkezi olarak kullanılabilmesi için yeni düzenlemeler yapılır. Bu dönemde devletin resmi dili Latince’dir. I. Theodosius’un (379-395) imparatorluk döneminde, Hippodrom’u süslemek amacıyla dikilen Dikilitaş’ın kaidesinin ön yüzünde Latince, arka yüzünde ise Grekçe yazılar bulunmaktadır. İmparator Iustinianus (527-565) döneminde, kutsal saray hakimi Tribonianus başkanlığında 8 Nisan 529 tarihinde çalışmaya başlayan bir heyet on dört ay içinde o güne kadar uygulanmakta olan kanunları güncel hale getiren bir çalışma gerçekleştirir. Codex adı verilen bu hukuki düzenlemenin dili Latince’dir. Diğer taraftan şehirde yaygın olarak kullanılan dil ise artık Helence’dir ve giderek hızlanan bir şekilde Roma İmparatorluğu Helen toplumuna dönüşmektedir. Kısa süre sonra, Heraklios (610-641) döneminde daha önceleri kullanılan resmi Avgustus unvanı bırakılarak, bundan böyle yerli halkın daha rahat kavrayacağı Basileus unvanı kullanılmaya başlanır.
Batı’da, eski Roma’da ise artık bir imparator yoktur. Dinsel anlamda doğu ile batının birbirinden ayrılması 381 yılından itibaren hızlanır. Bu arada Hıristiyanlık doğuda çeşitli mezheplere ayrılmakta olmasına karşı, batıda giderek güçlenen ve kurumsallaşan Katolik mezhebi bütünlüğünü korumaktadır. 28 Ağustos 476’da batıda hüküm sürmekte olan İmparator Romulus Augustulus’u tahttan indirerek İtalya’da kral olarak hakimiyetine ilan eden Germen asıllı Odovakar, İstanbul’da hüküm sürmekte olan İmparator Zenon’un (474-475/476-491) egemenliğini tanıyarak, İtalya’daki yönetimde pek bir değişiklik yapmaz. Bundan sonra Roma’da ikinci bir imparator olmayacaktır. Iustinianus döneminde yapılan fetihlerle İtalya’nın büyük bir bölümü, İspanya’nın Güney kıyıları ile Cezayir, Tunus ve Libya’nın Akdeniz kıyıları, Mısır’ın tamamı ile Suriye’nin bir bölümü yeniden imparatorluk topraklarına katılır. Zaman içinde özellikle Müslümanlığın yayılması ile birlikte bu toprakların büyük bir bölümü kaybedilecek, fakat 1025 yılında bile İtalya’nın güney bölümü İstanbul’dan yönetilen imparatorluğa bağlı kalacaktır.
Şimdi esas konumuza gelelim, nereden çıkmaktadır bu Doğu Roma İmparatorluğu lafı? Pek dile getirilmez ama, Roma Katolik Kilisesi ile Roma Ortodoks Kilisesi arasındaki anlaşmazlık bu ayrımın ortaya çıkmasındaki temel nedendir. Roma’nın imparatorluk sınırları dışında kalmasından, Afrika’nın tamamı ile İspanya’nın Müslüman hakimiyetine girmesinden sonra 800 tarihinde Papa III. Leo, batıda Roma imparatorluğunu yeniden canlandırmak gayretine düşer. Frank Kralı Charlemagne “Kutsal Roma-German İmparatoru” (Heiliges Römisches Reich-Sacrum Romanum Imperium) ilan edilir. Charlemagne’nin mensup olduğu Karolenj soyunun tükenmesinin yol açtığı bir aradan sonra bu unvan, X. yüzyıl ortalarına kadar Alman kraliyet hanedanlarınca kullanılır. Ancak bu imparatorluğun iki temel dayanağı Kutsal Roma, Katolik Hıristiyan inancı, Germen tabiri ise bir ırkı işaret etmektedir. Tarihin başlangıcından itibaren var olan imparatorlukların dili, dini, ırkı ve rengi yoktur. İmparatorluklar devlete sadakatle bağlı herkesin katkısı ile oluşur. Bir inancı ve ırkı ön plana çıkaran bir imparatorluk olamaz, olsa da kısa süre içinde dağılmaya mahkumdur. Bu imparatorluğun var olduğu süre içinde Kutsal Roma İmparatoru adı hiçbir zaman kullanılmaz, ancak yazılı metinlerde bu isim ile anılır. Voltaire bu oluşumun “ne kutsal, ne Romalı, ne de bir imparatorluk” olduğunu söyler.
Zaman zaman güçlenen, zaman zaman ise küçülen bu devletin sınırları hiçbir zaman (İtlaya’nın kuzey ve orta kesimleri hariç) Akdeniz’e ulaşmaz. Akdeniz çevresinde egemenlik kuramayan bir oluşumun ne kadar Romalı olduğu ise tartışılır. Buna karşı İstanbul’da Roma İmparatorluğu tüm gelenekleri ile devam etmektedir. 1054 yılında Doğu kiliseleri Roma’dan kesin olarak ayrılır. Batı Hıristiyanları Kudüs’ü ve öteki kutsal yerleri Müslüman hakimiyetinden kurtarmak için Papalığın öncülüğünde 1095 ile 1270 yılları arasında Doğu’ya doğru sekiz ana sefer düzenler. Her ne kadar ana hedef Müslümanlar olarak görülüyorsa da, doğu kilisesinin hakimiyetindeki alanlarda onlar için kurtarılması gereken topraklar olarak değerlendirilmektedir. Bu seferlerden 1198 yılında Papa III. Innocentius tarafından yayımlanan bir fermanla başlayan IV. Haçlı Seferi’nin hedefi, Kudüs değil o güne kadar Roma’nın başkentliğini yapan Yeni Roma-Konstantinopolis üzerinedir. Venedikliler’in isteği doğrultusunda 13 Nisan 1204 tarihinde şehri ele geçiren Haçlılar, üç gün boyunca şehri yağmalayıp bir Latin İmparatorluğu kurarlar. İznik ve Trabzon’da iki ayrı devlet halinde varlıklarını sürdürmeye çalışan Roma İmparatorlarından, İznik’te hüküm sürmekte olan VIII. Mikhail 1261’de biraz da Cenevizliler’in yardımı ile şehri yeniden ele geçirerek Roma İmparatorluğu’nun devamını sağlar.
53 gün süren bir kuşatmadan sonra Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) şehri fetheder. Bundan böyle Roma İmparatorluğu’nun resmi inancı İslam, resmi dili ise Türkçe olarak varlığını sürdürecektir. Roma İmparatorluğu’nun kuruluşu sırasında resmi inancı Paganizim’dir. Daha sonra 330’da Constantinus devletin resmi dininin Hıristiyanlık olduğunu ilan eder, bu kere ise İslam inancı resmi din olacaktır. Devlet yönetiminin konuşma dili Türkçe’dir ama isteyen istediği dilde konuşmakta da serbesttir. Kimse kimsenin dini inancına karışmaz ve isteyen istediği şekilde ibadet etmeye devam eder. Rengin ve ırkın önemi yoktur, önemli olan kimin devlete sadakatle bağlı olduğudur.
Fetih’ten sonra Georgios Trapezuntios’un Fatih Sultan Mehmed’e “Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’tir... Dolasıyla siz Romalıların meşru İmparatorusunuz... Ve kim ki Romalılar’ın imparatorudur ve öyle kalır. O aynı zamanda bütün dünyanın İmparatorudur” dediğini bilmekteyiz. Bu sözün getirdiği güven ile Fatih’in “Bundan böyle dünyada tek bir imparator, tek bir din ve tek bir hükümdar olmalı” dediği söylenir. Fatih Sultan Mehmed kendini aynı zamanda Roma İmparatoru olarak değerlendirmektedir. Yavuz Sultan Selim’de, Kanuni Sultan Süleyman’da kendilerini “Romalılar’ın İmparatoru” olarak görmektedirler. Peki nereden çıkmaktadır bu Bizans sözcüğü? Roma İmparatorluğu ne olmuştur ki, onun yerine Konstantinopolis’i başkent olarak benimseyen bir imparatorluğun adı önce Doğu Roma daha sonra ise Bizans olarak değiştirilir.
Bizans sözcüğü ilk olarak Alman tarihçi Hieronymus Wollf’un 1557 yılında yayımlanan “Corpus Historiae Byzantinae” isimli eserinde ortaya atılır. Bu eserde Bizans sözcüğünün kullanılmasının esas amacı, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun Roma’nın gerçek varisi olduğu fikrini yaygınlaştırmak arzusudur. Daha sonraları Montesquieu (1689-1755) özelikle de “Romalılar Yükselişi ve Düşüşü’ adlı eserinde Bizans sözcüğünü kullanarak, bu terimin yaygınlaşmasını sağlar. Bir anlamda devletin ve yöneticilerinin tarihin derinliklerine karışmasından yüz on dört yıl sonra ortaya atılan Bizans sözcüğü, giderek bu devletin üzerine yapışır ve herkes onu Bizans İmparatorluğu olarak kabul eder. Buna karşın yüzyıllardır, bu şehirde yaşayanlar kendilerini Rum olarak ifade etmektedirler. Türkçede yumuşatılmış haliyle Rum, Rom yani Romalı. Bu coğrafyanın yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan Mevlana Celaleddin-i Rumi bu nedenle Rumi yani Romalı olarak isimlendirilmektedir. Bir başka gözden kaçan husus ise Rum Ortodoks Patrikliğidir. Tıpkı Roma Katolik Kilisesi gibi, bir Roma Ortodoks Kilisesi vardır ve merkezi de bu şehirdir.
İstanbul daha önceki yazılarımda da belirtmeye çalıştığım gibi dünya yüzündeki en önemli şehirlerden biridir. Zaman zaman etkisi azalmış gibi görünse de, geçmişindeki ağırlığı ve gerek coğrafi, gerekse jeopolitik konumu nedeniyle her zaman için eski yönetim gücüne kavuşma potansiyeline sahiptir. Öncelikle bizlerin, sahibi olduğumuz bu şehrin, tarih içindeki ve günümüz dünyasında ki etkin konumunu göz önüne alarak, onun var olan potansiyelinin farkına varmamız, bunu yüksek sesle dile getirmemiz gerekir. Hiç unutmamak gerekir ki Avrupa kültürünün oluşumunda bu şehrin önemi fazlası ile büyüktür, günlük çekişmeler içinde reddedilmek istense de, öteki olarak değerlendirilmeye çalışılsa da, gelecek her şeyin yerli yerine oturmasını sağlayacaktır. Bu şehre sahip olmanın bedelini zaman zaman kanımız ve canımızla ödedik ve gerektiğinde de ödeyeceğiz. Ancak bu yeterli değildir. Bu şehir kültür ve bilgi birikimleri ile de dünyanın gündeminde yer almalı, uzak coğrafyaların ilgisini yalnızca geçmişi ile değil, dünya kültürüne yaptığı yeni katkılarla da çekmelidir...