Kaşıkçı Elmasıyla İlgili Hikâyeler...
KAŞIKÇI ELMASIYLA İLGİLİ HİKÂYELER
Milliyet Gazetesi, 14 Mayıs 2022, s. 2.
Topkapı Sarayı Hazinesi’nin en değerli objelerinden biri olan 86 karatlık Kaşıkçı Elması’nın (TSM H2 / 7610; 7 x 6 cm) XVII. yüzyılda, Sultan IV. Mehmed döneminde saray hazinesine alındığı kabul edilir. Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın XVIII. yüzyıl başında kaleme aldığı “Zübde-i Vekaiyât”ta ayrıntıları ile aktarılan öyküye göre; İstanbul’un Eğrikapı semtindeki mezbelelikte yuvarlakça bir taş bulunur. Bulan kişi taşı üç kaşık karşılığı bir kaşıkçıya satar. Taşı gören bir kuyumcu ise on akçeye satın alır ve bir arkadaşına gösterir. Taşın elmas olduğu ortaya çıkınca paylaşma konusunda anlaşmazlık çıkar ve iş kuyumcubaşına akseder, o da kuyumculara birer kese akçe verip taşı ellerinden alır. Veziriazam Mustafa Paşa olaydan haberdar olunca taşı kuyumcubaşından satın almak isterse de, bu sırada çıkarılan bir hatt-ı hümayun ile taş padişah hazinesine alınır. Kuyumcubaşına da kapıcıbaşılık görevi ihsan olunur.
Elmasın bir başka hikâyesi daha bulunmaktadır. XVIII. yüzyıl sonlarına doğru Fransız subay Pigot, Madras Mihracesi’den aldığı bu taşı Napoléon’un annesine satar. Daha sonra çeşitli savaşların finansmanı için satıldığı ve Mora Valisi Tepedelenli Ali Paşa tarafından satın alındığı, onun ölümü üzerine de Osmanlı hazinesine geçtiği söylenmektedir. Hemen her elmasta olduğu gibi Kaşıkçı Elması hakkında da çok sayıda rivayet ve hikâye oluşturulması kaçınılmazdır.
Osmanlı Saray mücevherleri konusunda yaptığı detaylı araştırmalar sonrası yayınladığı “Osmanlı Saray Mücevheri, Mücevher Üzerinden Tarihi Okumak” adlı kitabının araştırma safhasında Prof. Dr. Gül İrepoğlu bu rivayet ve hikâyelere netlik kazandıracak bir keşifte bulunur. Napoléon’un ortaya çıkışından çok önce 1774-1789 yılları arasında tahta çıkan Sultan I. Abdülhamid’in sorgucunda Kaşıkçı Elması yer almaktadır. Anlaşılan elmas çok daha önceki bir tarihte hazineye girmiştir. Sultan III. Mustafa’nın (1757-1774) portresinde de Kaşıkçı Elması’na benzer bir sorguç bulunmaktadır. Ne yazık ki, Kaşıkçı Elmasının gerek saraya intikali gerekse kullanımından bahseden herhangi bir arşiv belgesine günümüze kadar rastlanmamıştır.
Topkapı Sarayı Hazine Dairesi olarak kullanılan ve Fatih Sultan Mehmed döneminde inşa edilen, daha sonraki dönemlerde çeşitli tadilatlar geçirdiği bilinen mekânda teşhir edilen saray hazinesi bir dönem ahşap vitrinlerin içine konulmuş büyük bir mücevher yığını şeklindeydi. 1964 yılında çekilen “Topkapı” filminin oluşturduğu ilgi sarayda bazı yeni atılımlar yapılmasını gerektiriyordu fakat çok kısıtlı bir bütçeye sahip olunduğu için radikal bir düzenleme yapmak mümkün değildi.
1974 yılında sevgili Hocam Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un talebiyle doktoramı yapmakta olduğum İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Estetik ve Sanat Tarihi Kürsüsüne asistan olarak atandım. Kısa bir süre sonra Topkapı Sarayını Sevenler Derneği üyesi oldum ve hocamın da desteğiyle yönetim kuruluna seçildim. Orada kimler yoktu ki; eski müdür Hayrullah Örs, Orhan Şaik Gökyay, Kemal Çığ, Nurhan Atasoy, Ünsal Yücel ve daha niceleri… Bu vesileyle daha önceden de tanıdığım ve zaman zaman bilgisine başvurduğum rahmetli İlban Öz ile daha yakın çalışma fırsatım oldu.
Hazine Dairesi içinde büyükçe bir ahşap vitrin içinde çok sayıdaki mücevher ile birlikte teşhir edilen Kaşıkçı Elması gerektiği kadar fark edilmiyor, onca mücevher neredeyse tuğla büyüklüğündeki zümrütler arasında kayboluyordu. İlban Ağabey ile bize öğrettikleri ve çelebi davranışlarıyla herkesin gönlünü fetheden Elektrik Mühendisi rahmetli Erol Çığırgan baş başa verip yeni bir sergileme vitrini düşündük.
Düşüncemiz gerek Hayrullah Örs gerekse dönemin müdürü Kemal Çığ tarafından memnuniyetle karşılandı, bizi teşvik ettiler ve “Haydi yapın, bakalım!” dediler ama ne yazık ki düşüncemizi gerçekleştirecek paramız yoktu. Sakın aklınıza büyük işler gelmesin! Altı üstü mekândaki bir nişin içine yapılacak basit bir vitrin. Uzun aramalar sonrası saray deposunda eski bir kalorifer sirkülasyon motoru bulduk, ağır devirli bu motoru tamir ettirdik, bir soba borusunun ucunu daraltarak, arkasına yüz mumluk bir ampul koyduk. Daraltılan borudan gelen ışığı elmasa yönelttik, mekanik bir kolu motora bağladık ve elmasın hafifçe sağa sola dönmesini sağladık. Sarayda görevli asistanlar vitrinin içini siyah kadife kumaş ile kapladılar, hemen hemen hiç harcama yapmadan yeni bir sunum gerçekleştirmiş olduk. Yavaşça sağa sola dönen ve üzerinden yansıyan ışıkla çevresine parıltılar saçan Kaşıkçı Elması büyük bir ilgi odağı oldu ve önünde uzunca kuyruklar oluşmaya başladı. Hemen herkes mutlu ve gururluydu. Farkına varılamayan, çokluk içinde seçilemeyen çok değerli bir obje, küçük bir dokunuşla tek başına büyük ilgi odağı olmuştu.
Her zaman olduğu gibi bu yenileme de bazı kişilerin haset duygusunu kabarttı. Aklı evvel bir saray mensubu Ankara’ya mektup yazarak; “Kaşıkçı Elması’na ışık tutuyorlar, elmas eriyecek.” diye şikâyette bulunmuş. Genel Müdürlük, “Bu nasıl iştir, neler oluyor, elmas erir mi?” diye düşünmeden hemen olayı soruşturmak üzere bir müfettiş yolladı. İlban Öz, Erol Çığırgan ve beni karşısına alan müfettiş, “Durup dururken başımıza iş açıyorsunuz!” gibisinden birkaç soru sormaya başladı. Soruşturmadan haberdar olan Hayrullah Bey, karşılıklı konuştuğumuz odaya girdi ve müfettişin karşısına oturdu. Hayrullah Bey’in değişik bir aurası vardı, bulunduğu ortamda hemen ilgi çeker, konuşmalarıyla dikkatleri üzerinde toplar, ilgi odağı olurdu. Söze nasıl başladığını hatırlamıyorum ama konuşmanın nasıl sürdüğünü bugün gibi hatırlıyorum;
“Bak genç arkadaş bunca yol kat edip, ‘Ne oluyor, nasıl olmuş?’ demeden Ankara’dan kalkıp İstanbul’a geldin, hoş geldin. Önce birkaç gün sarayı gez dolaş, görevli arkadaşlarla konuş, kimin, hangi zorluklarla ne iş yaptığını ne sıkıntılar çektiğini gör, öğren. Bir daha böyle bir ihbar alırsan olayın gerçek nedeninin ‘haset’ olduğunu anlayıp boş yere uğraşmamış, zaman kaybetmemiş olursun. Sen elmas nedir bilir misin? Elmas dünyanın en sert madenidir, az bulunduğu için değerlidir, kolay kolay çizilmez, ona şekil vermek için uzman olmak gerekir. Isıdan kolayca etkilenmez, karbon bazlı olduğu için elbette ateşe atarsan yanar ama bunun için en az 3.500 derece hararet gerekir. Öyle ışığa maruz kalmakla bir şey olmaz, merak etme biz bu mirasın farkındayız ve onu ülkemizin iftihar vesilelerinden biri kabul etmekteyiz. Ne kadar tanınır ve bilinir olursa ülkemizin bir değeri olarak bizi mutlu eder.”
Kısa bir sohbet sonrasında dağıldık. Seneler sonra karşılaştığım müfettiş arkadaşın, “O günkü konuşma hayatta aldığım en büyük derslerden biriydi.” dediğini bugün söylenmiş gibi hatırlıyorum.
Zor hatta zorun da ötesindeki şartlar ve imkânsızlıklar altında yaptığımız çalışmalarla yeni atılımlar yapmaya çalıştığımız bir dönemdi ancak önümüzü açan, bizi yeni şeyler yapmak için teşvik eden büyüklerimiz vardı. “Siz doğru şeyler yapın biz size destek veririz.” anlayışı günlerimizin yoğun bir çalışma içinde geçmesine imkân tanıyordu.
Üzerinden elli yıla yakın bir zaman geçen o günleri hasretle anıyorum. Her konuşmada bir şeyler öğrendiğimiz, her çalışmanın takdirle karşılandığı bir dönemdi. İstedim ki onca yokluk içinde yapılan bu çalışmalar ile ona destek veren insanlar unutulmasın...
“Her zaman kaliteli ürün vermek için çalışan insanlarımıza destek vermek ülkemize ödenecek bir borç olarak kabul edilmelidir.”