Şehir, Farklılıkların Uyumlu Birlikteliğidir...
ŞEHİR, FARKLILIKLARIN UYUMLU BİRLİKTELİĞİDİR
Milliyet Gazetesi, 06 Temmuz 2014, s. 27.
Tarihin hiçbir döneminde rekabete ve farklı düşüncelere kapalı bir şehir yaşantısı olmadı. Bir şehrin büyük bir köye dönüşmesi yalnızca plansız yapılaşmanın sonucu değildir, farklılıklara tahammül edemeyen bir şehir eninde sonunda, mahallelere bölünmüş büyük bir köye dönüşmeye mahkûmdur...
Aristoteles şehir yaşantısını “soylu bir amaç için ortak yaşam” olarak tarif eder. Burada kastedilen soylu bir amaçtan ne anlıyoruz? Düşünür ve yazarlar şehir yaşamının insanlığa kazandırdığı değerlerden bahseder. Şehir yaşantısı insanları dil, din, ırk ve renk olarak tasnif etmez, edildiği taktirde o yere zaten şehir denmez. Günümüz İstanbul’unun tüm çabalara rağmen şehirsel bir bütünlük oluşturamayan, siteler ve mahalleler halinde yaşamaya çalışan kaotik görüntüsü siyasi, sosyal ve kültürel bir ayrışmanın sonucudur. Anlaşılan bu ayrışmaya acilen müdahale etmemiz ve şehir yaşantısının gerektirdiği birlikte yaşamayı yeniden inşa etmemiz gerekiyor.
Şehirde rekabet olur, ancak bu rekabet hiçbir zaman çatışma anlamına gelmemelidir. Rekabet yaşamı aktive eden güçlü bir dinamiktir, eğer bu dinamiği uzlaşma kültürü içinde harekete geçirebilir ve sürdürebilirliğini sağlayabilirsek yeni bir kültür oluşturabiliriz. Aksi taktirde amaçsız bir şekilde sürüp giden rekabet, çatışmaya dönüşür ve insanı yorar. Gündemi sürekli olumsuz görüşler ile dolan insan hayatı çekilmez hale gelir ve bireyi usandırır. Günlük hayatı olumsuz gündemlerden oluşan şehirler içinde yaşayan insanları hoyratlaştırır ve bir arada yaşamayı zorlaştırır.
İSTANBUL’UN SIKINTISI
Günümüz İstanbul’u binlerce yıldır sahip olduğu ayrıcalıklarını yitirmiş bir kenttir. Yalnız başkent olma ayrıcalığını kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda büyük bir coğrafyanın yönetim ve ticaret merkezi olma özelliğini de kaybetmiştir. Yeni bir kültür üretmenin ve bu şehri tekrar canlandırmanın yegane yolu, geçmişin kültürel dokusundan hareket ederek, çağdaş yaşantıya dair çözümler üretmekle mümkündür. Kültürel ve ekonomik gerçeklere dayanmayan, kültürel birikim ve alt yapıdan yoksun, salt sermayeye dayalı, spekülatif söylemler üzerine kurulmuş birlikteliklerin herhangi bir şehir için gelecek oluşturması mümkün değildir.
Tarihini bilmeyen veyahut geçmişi reddeden, ona mensup olmadığını dile getiren insanların geçmişin belge ve bilgilerine sahip çıkmaları beklenemez. Geçmiş doğruları ve yanlışlarıyla bir bütündür; olumluyu yüceltip, olumsuzu reddetmek imkânına sahip değiliz. Öte yandan geçmişin içine hapis olduğumuz, her türlü gelişime kapalı bir kabuller dizisi olarak düşünülmesi de bizi dünyaya entegre olmaktan alıkoyar.
UZLAŞMA KÜLTÜRÜ OLMALI
İstanbul’un global ticaretten uzaklaşarak içine kapanması, yüzyıllardır süregelen imparatorluk merkezi olma vasfını yitirerek milli temeller üzerinde oluşan modern Türkiye’nin sıradan bir taşra kenti gibi görülüşü, toplumsal renkliliğini kaybederek tek düze bir toplum haline gelmesi, rekabet duygusundan hızla uzaklaşmasının sonucudur. İçinde yaşadığımız bu şehirde hemen herkesin aynı şeyleri düşünmesi bekleniyor, aksi taktirde büyük oranda toplum dışı bırakılmayla karşı karşıya kalınabiliyor. İnsanlarımız arasında uzlaşma kültürü ortadan kalkmış gibi; eğer benim gibi düşünmüyorsan aramızda sana yer yok. Bu düşünce yapısı şehir yaşantısı için kabul edilebilir bir davranış değil elbette. Tarihin hiçbir döneminde rekabete ve farklı düşüncelere kapalı bir şehir yaşantısı olmadı. Bir şehrin büyük bir köye dönüşmesi yalnızca plansız yapılaşmanın sonucu değildir, farklılıklara tahammül edemeyen bir şehir eninde sonunda, mahallelere bölünmüş büyük bir köye dönüşmeye mahkumdur.
Günümüzden altı yüz yıl önce İbn-i Haldun “Mukaddime” adlı eserinde şehir yaşantısından övgü ile bahsederek “Şehir ve kasabalar özel kurumlar olmayıp, toplumun iş ve gelişimi için inşa edilmekte olduğundan, şehirlerde büyük heykeller, büyük yapılar ve büyük binalar vücuda getirilir” derken şehir yaşantısının dinamik yapısından söz etmektedir. “Bu yapıların her biri, ancak birçok kimsenin ve kuvvetin bir araya toplanması ile yapılır, pek büyük yardımlaşmalarla ortaya çıkabilir. Bunlar toplum için mecburi ve kaçınılmaz ihtiyaçlardan olmadığı için, toplumu oluşturan fertler kendi istekleriyle bir araya toplanarak bu yapıları yapmazlar; ancak zorla sevk edildikleri taktirde bir araya toplanarak yaparlar, onları bu işlere sevk eden kuvvet ise hükümettir.”
Şimdi dönüp içinde yaşadığımız şehre bakalım: İstanbul’u yaşanabilir, çağdaş bir şehre dönüştürmek için yapmamız gereken çok fazla düzenleme var. Hükümet yapılması gerekenleri gündeme getirince, hemen her şeye karşı çıkan bir grup insan olmaz diyor. Peki ne yapalım sorusuna ise bir cevap bulunamıyor. Oysa ki şehir insanı çalışır ve üretir, hem kendi kişisel refahı hem de gelecek için.
HİÇ DENİZ GÖRMEMİŞ
Hayatında hiç deniz görmemiş bir kişi, deniz hakkında kitaplar okumuş ve denizle ilgili her şeyi bilirim diye ortaya çıkarak, herkese denizi anlatmaya başlamış. Günün birinde yolu deniz kenarına düşmüş; denizi görünce ben deniz hakkında hiçbir şey bilmiyorum, demiş. Bu anekdot bana bizim de benzer bir yanılgıya düştüğümüzü düşündürüyor. Hemen herkes şehir hakkında konuşuyor ama ancak çok küçük bir azınlık onun nasıl oluşturulması hakkında yeterli bilgiye sahip. Hemen hepimizin önerisi var ama fikirlerimizi gerçekleştirecek bilgiden yoksunuz. Bu yüzden de yapmak yerine eleştirmekle zaman ve enerji harcıyoruz.
Son zamanlarda şehirli olma kültürüne sahip insan sayımız giderek azaldı. Bu kültürü yeniden inşa ederken çeşitli sorunlarla karşılaşıyoruz. Ahmed Hamdi Tanpınar’ın bir yazısında dile getirdiği gibi “Şehir bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır.”
Yaşayacağız ve göreceğiz, ne zaman ki yeniden bir terbiyenin ve zevkin etrafında birleşirsek o zaman övünç duyduğumuz şehirlere de kavuşmuş olacağız...