Selâmân ü Ebsâl...
SELÂMÂN Ü EBSÂL
Milliyet Gazetesi, 28 Şubat 2022, s. 8.
Özür dileme zamanında söylenmesi gereken tek şey,
estağfurullah demek ve bu kelimeyi diline kaydetmektir.
Molla Camî
Bazı hikâyeler vardır ki, binlerce yıl boyunca çeşitli yazarlar ve düşünürler onun üzerine kurgular yapar, düşüncelerini ve söylemek istediklerini onlar üzerinden aktarmaya çalışırlar. Selâmân ü Ebsâl bazen de Ebsâl ü Selaman, Salâman u Absâl veya Salaman’la Absal adıyla tekrarlanan hikâye de bunlardan biridir. Huneyn b. İshak (ö. 873) tarafından Yunanca’dan Arapça’ya çevrilen Selâman ü Ebsâl hikâyesinin gerçek kökeni hakkında çok sayıda araştırma yapılmıştır. Yaygın kabule göre Platon’dan önce gerçekleşen veya onun döneminde ortaya çıktığı düşünülen sembolik bir aşk hiâyesini konu alan bu eserde, Nuh Tufanı öncesi Herkül’ün oğlu Hermanus adında bir kral vardır. Çocuk sahibi olmak isteyen, ancak kadınlarla yakınlaşmak istemeyen krala bir filozof “adam otu” verir. Dokuz ay sonra bu ottan bir erkek çocuk doğar, ismini Selâmân koyarlar. Hikâyenin bundan sonrası çok sayıda mesnevide aktarıldığı gibidir. Bu hikâyenin Helence aslı günümüze kadar bulunamamıştır, bazı araştırmacılar Selâmân ve Ebsâl kelimelerinin “Süleyman” ve “Abşâlûm” dan bozma Süryanice birer isim olduğu, daha sonra şekil ve cinsiyet değiştirilerek hikâyeye dahil edildiklerini düşünseler de bunların birer Helence isim olduğu Arapçalaştırmak amacıyla farklı yazılıp değişik okunarak bu şekli aldıkları da tartışılmaktadır.
Doğu edebiyatında ve düşünce tarihinde, felsefi ve temsili hikâye yazma geleneğinin temeli olan Selâman ü Ebsâl’den esinlenip bu tarzda yeni bir kitap yazan ve bu hikâyeden eserlerinde söz eden ilk kişi İbn Sina’dır (980-1037). Selâman ü Ebsâl hikâyesi üzerine yoğun araştırmalar yapan Nasireddin Tûsî (1201-1274) bu hikâyenin dört farklı versiyonundan söz eder. Huneyn b. İshak’ın (ö. 873) tercümesi, İbn Sina’nın (1106-1186) “Hay bin Yakzan”ı, İbn Tufeyl’in (1106-1186) “Hay bin Yakzan” hikâyesi ve İbnü’l Arabî’nin naklettiği hikâye. Tusi’nin bu derlemesinden sonraki tarihlerde iki İranlı şair, Molla Camî (1414-1492) ve Nüvîdî-yi Şirâzî (ö. 1610) bu hikâyeyi mesnevi nazım şekliyle kaleme alırlar. Türkçe’de bu konudaki tek yayın Bursalı Lâmî Çelebi’nin Yavuz Sultan Selim’e takdim ettiği söylenen Salâmân u Absâl hikâyesidir. Molla Camî’nin anlatısı esas alınarak yapılan tercüme şeklindeki bu hikâye içine yer yer Lâmi Çelebi kendi düşünce ve önerilerini de dahil eder.
Bazı hikâyelerde Süleyman ve Absal biri erkek diğeri kadın olarak anlatılırken, bazı hikâyelerde Süleyman ve Absal iki erkek kardeştir. Genel anlatım olarak bu hikâye bir aşk hikâyesidir. Okurken eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek için yazılmış gibi bir anlatım içerir, ancak gerçek niyet satır aralarında gizlidir. Bu nedenle çok sayıda düşünür, bu hikâyeye notlar düşüp, eklemeler yapıp, anlatılmak istenen gerçek düşüncenin ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışmışlardır.
Bu tür eserler gerçekte söylemek isteyip de söylenemeyen veya açık bir şekilde yazıldığı taktirde insanın başını derde sokacak, hatta canından olacağı düşünce ve öğütlerin bir hikâye içinde söylenmesinin sonuçlarıdır. Anlaşılan, insanlık binlerce yıldır, gerçek düşüncelerini ve önerilerini açıklamakta sıkıntı çekmiş ve hâlen de çekmektedir. Ancak ne kadar sıkıntılı bir dönem içinde olsalar da bazı insanlar düşüncelerini ve yaşadıkları dönemin iyilik ve kötülüklerini bir şekilde geleceğe yansıtmak için çeşitli yollar bulmuş ve bulmaya devam etmektedir.
Lâmi Çelebi’nin satır aralarına sıkıştırdığı atasözleri; “Dağ üstünde bağ olmak”, “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”, “Küfr ile durulur, zulm ile durulmaz” ve daha niceleri.
Ne anlatılmak istenmektedir “Dağ üstünde bağ olmak” sözüyle? Zaman içinde “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ” olarak da söylenen bu söz, kanımca sıkça yayınlanan benzer yorumlardan daha farklı bir anlam taşımaktadır. Dağ yalçın bir yükseltidir, tepelerinde ağaç bulunmayan, yer yer alçak bitkilerin, çoğunlukta rüzgârın etkisiyle sağa sola yatmış, dik duramayan bodur ağaçların bulunduğu bir görüntü. Burada kastedilen insanın yükseklere çıktıkça, bağ vasfını muhafaza etmesi, alçak gönüllü, hamiyetli olması mıdır, yoksa yalnızlaşıp çorak bir hâle dönüşmesi mi?
Hemen akla gelen bir diğer soru ise, insanın yükseldikçe sert etkilere ve müdahalelere maruz kalması, çevreye bir dağ görüntüsü verirken, önceden sahip olduğu güzellikleri kaybetmesi mi anlatılmaya çalışılmaktadır? Dağ başında bağ olmak acaba kaç kişiye nasip olan bir özelliktir?
Pek çok ünlü düşünür ve filozof onun için mi bir süreliğine, insanlardan uzaklaşıp yalnız başına tefekküre dalmak istemiştir. İnsan çevresine nasıl bir görüntü verirse versin veya kendini yüceltenler arasında yaşarken nasıl hissederse etsin, yalnız başına kalınca gerçek kendiyle karşı karşıya kalır. Acaba onun için mi bazı insanlar yalnız kalmayı, çevrelerinden soyutlanarak yalnız yaşamayı, bu sayede gerçek kendini tanımayı tercih etmişlerdir?
Kökeni binlerce yıl eskiye dayanan bir hikâye, yüzlerce yıl boyunca tekrar tekrar yazılmış. Her tekrarda günün gerçeklerine uygun tespit ve öğütler eklenmiş, kimine yol göstermiş, kimine üstünde düşünmesi için ip ucu vermiş, kimi ise eğlenceli bir hikâye deyip geçmiş. Benim aklıma ise yine çocukluğumda dinlediğim masallar geldi. Gökten üç elma düştü, biri bu hikâyeleri yazanlara, biri sizlere, biri de bana...
Camî, Salâman’la Absal, Çev. Abdülvehhab Tarzi, İstanbul, 1944.