Suriye ve İki Kitap...
SURİYE VE İKİ KİTAP
Milliyet Gazetesi, 27 Temmuz 2024, s. 2.
Son günlerde ülkemizde Suriye konusu gündemde üst sıralarda yer almaya başladı. Yaklaşık on üç yıldır süren iç savaş sonrası özellikle ülkemize yapılan göçler ve bunun yarattığı rahatsızlık konunun bir an önce çözüme kavuşturulmasını gerektiriyor.
Ancak yıllar önce yaptığımız hataları bir kere daha yapmamak için bu kez bölgeyi geçmiş dönemleri de göz önüne alarak yeniden ve detaylı bir şekilde değerlendirmemiz lazım. Bu konuda çalışanlara ve fikir üretenlere her şeyi bir yana bırakıp önereceğim iki kitabı dikkatle ve ivedilikle okumalarını tavsiye ederim. Belki daha önce okumuş olabilirler, ancak son yıllarda ortaya çıkan olayları göz önüne alarak bir kez daha okurlarsa konunun çözümü açısından faydalı olacağını düşünmekteyim.
Haçlı Seferleri
Önerdiğim kitapların ilki Lübnanlı yazar Amin Maalouf tarafından yazılan “Les Croisades vues par les Arabes”dir. “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri” ismiyle dilimize tercüme edilen bu kitapta dönemin tanıkları eliyle yazılan çoğu tespitin bölge için hâlâ geçerli olduğunu görmekteyiz. Günümüzden dokuz yüz yılı aşkın süre önce gerçekleşen Haçlı Seferleri sırasında bölgenin yaşadığı karmaşa, aşiret ve küçük şehirleri yöneten Arap kökenli yöneticiler arasındaki uyuşmazlığın nasıl bir kıyıma neden olduğunu okumak insanın büyük üzüntü duymasına neden oluyor. Küçük beklentiler, ufak da olsa bir yönetimin başında olma hırsı, bölge insanının büyük can ve mal kaybına uğramasına neden olmuştur. Birinci Haçlı Seferi, 15 Temmuz 1099 günü Kudüs’ün Haçlıların eline geçmesiyle sonuçlanır. Kırk gün süren kuşatma sonrası ele geçirilen şehir yağmalanır, çoluk çocuk gözetmeksizin nerede ise tüm şehir ahalisi boğazlanır. Müslümanların yanı sıra Kudüs Musevilerinin durumu da içler acısıdır. Sığındıkları sinagog ateşe verilir, çıkmak isteyenler ise sokaklarda öldürülür. Bir şekilde canını kurtaran herkes muhacir olup başkaca şehirlere sığınırlar. Kısa süre sonra Suriye ve Filistin’in tüm kıyı şehirleri Haçlıların eline geçer. Bu tarihi takip eden nerede ise iki yüz yıla yakın süre boyunca bölgede hüküm süren Müslüman yöneticiler birbirlerine karşı Haçlılarla ittifak yapmaktan hiç kaçınmazlar. Bölgede bulunan gruplar arasındaki ilişkiler her zaman için sorunludur.
Böl ve yönet
Bu karmaşa bölgeye önce Zengîlerin, daha sonra Eyyûbîlerin ve Memlûkların hâkim olmasına kadar nerede ise iki yüz yıl boyunca devam eder. Zaman zaman Haçlı kralları ile yapılan geçici iş birliklerinin yarattığı olumsuzluklardan hiç ders alınmaz. Ne zaman ki önce İmâdüddin Zengî, daha sonra oğlu Nûreddin Mahmud Zengî, onu takiben Selahaddin Eyyubi bölgeye hâkim olur karmaşa önlenir. 2 Ekim 1187 günü Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü geri alır. Ardılı Kâmil Muhammed, Haçlılarla yıpratıcı bir savaşa girmemek için Kudüs’ün idaresini belirli şartlarla on yıl süreyle İmparator II. Friedrich’e bırakır. 11 Temmuz 1244 günü şehir geri alınır ve önce Eyyûbî sonrasında da Memlûk idaresi altında yaşamına devam eder. Bölge, 30 Aralık 1517 günü Osmanlı İmparatorluğu’na katılır. 11 Aralık 1917 günü İngiliz Birlikleri Kudüs’ü işgal eder. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması üzerine dış güçler ile iş birliği yapan yerel toplulukları yüz yılı aşkın süredir devam eden karmaşa beklemektedir. Gerek İngilizlerin gerekse Fransızların bölgede bin yılı aşkın sürelik anıları vardır; “Böl ve yönet”. Binlerce yıldır bir birlik oluşturamamış bölge halkı yüz yılı aşkın süredir büyük bir kaosu tekrar tekrar yaşamaktadır. Suriye’yi yalnızca bir Müslüman devlet olarak görmenin sıkıntılarını hep birlikte yaşıyoruz. Ortodoks, Katolik, Ermeni Apostolik Kilisesi, Süryani Ortodoks Kilisesi, Protestanlar, Nasturi, Keldani, Melkit toplulukları, Sünnîler, Şiiler, İsmailliler, Nuseyrîler, Yezîdiler, Dürzîler adını hatırlamakta zorlandığım diğer inanç gruplarının yanı sıra aynı inancı paylaşmakla birlikte etnik olarak farklı insanlar… Dilimizde yer alan bir tabirle tam bir “Gayya kuyusu”.
İbn Haldûncu sosyoloji
İkinci önerim ise Malezyalı bilim insanı Syed Farid Alatas’ın “Applying Ibn Haldun: The Recovery of a Lost Tradition in Sociology” isimli kitabıdır. Dilimize “İbn Haldûncu Sosyoloji-Kayıp Bir Geleneğin İhyâsı” adıyla kazandırılan bu kitabın, 8. Bölümünde yer alan “Modern Arap Devletlerine İlişkin İbn Haldûncu Bir Persfektif: Suudi Arabistan ve Suriye” başlıklı değerlendirmesi özellikle okunmalıdır.
Siyasi mülk ve tabii mülk
Dr. Alatas, “Diğer Arap devletlerine kıyasla Suriye, İbn Haldûncu çerçeveyi kullanmak isteyen düşünürlerin dikkatini çok daha fazla çeker… Gerard Michaud, devleti birincil ve ikincil asabiyet ilişkileri açısından tanımlar. Ona göre iktidar (birincil asabiyete sahip olan) azınlık Nuseyrî topluluğunun elindedir…” sözleri ile anlatır. 1970 yılında iktidara gelmesinin ardından Hafız Esed; Nuseyrî topluluğu üzerinde daha fazla kontrol sağlamak için Şam Sünnîleriyle çok yakın ilişkiler içinde oldukları gerekçesiyle bazı liderleri saf dışı bırakır. Başlangıçta siyasi mülk halinde olan devlet bir süre sonra tabii mülk haline dönüşür. “Mülk” sözcüğü sözlüklerde; “Bir şeye sahip olmak, tasarrufta bulunmak” olarak açıklanmaktadır. “Siyasi mülk” “Tasarrufta bulunmak, yönetmek”; “Tabii mülk” ise “Sahip olmak” anlamına gelmektedir. Bir grup insanın devleti; kendi sahip oldukları mal, değer olarak görmelerini ve bu sahipliği devam ettirmek istemelerini çağımızda anlamak gerçekten zordur. Ancak Suriye konusunun ardında yatan gerçek; nüfusun yüzde 11’ini oluşturan bir grubun ayrıcalıklarını koruma, tabii mülk olarak gördükleri ülke üzerindeki hâkimiyetlerini kaybetmeme direncidir. Suriye’de Nuseyrî iktidarı nasıl ortaya çıkar? Şia mezhebinin azınlık bir kolunu oluşturan Nuseyrîler, yüz yıllar boyu ötekileştirilmiş, Hristiyan ve Sünnî toprak sahipleri tarafından nerede ise sömürge koşulları altında arazilerde çalıştırılmışlardır. Suriye’de erkekler bedel ödeyerek askerlik hizmetinden muaf olabilmektedirler. Nuseyrî köylülerinin büyük bir bölümü bu bedeli ödeyecek mali güçten yoksun oldukları için asker olmaktadırlar. Ordunun büyük çoğunluğunu oluşturan Nuseyrî askerlerinin emir komuta düzenini sağlamak için başlangıçta belirli oranda Nuseyrî subaylar görev yapmaya başlarlar. Suriye’deki çoğunluğu oluşturan Sünnîlerin sınıf, ideoloji ve dinî kabuller açısından bir birliktelikleri yoktur. Sünnîlerin yanı sıra Şiiler, İsmailliler, Dürzîler, Yezidiler gibi aynı inancı farklı ibadet anlayışı ile taşımakta olan grupların mütecanis bir birliktelik oluşturmaları mümkün değildir. Bu nedenle ordu içindeki Nuseyrî subayların mensubiyet ilişkileri açısından birlik halinde olmalarına karşın, özellikle çoğunluğu oluşturan Sünnî subaylar böylesi bir birliktelikten uzak, daha çok bireysel olarak hareket etmektedirler. Kısa süre içinde ordunun yanı sıra istihbarat örgütüne, daha sonra ekonomiye ve büyük toprak alanlarına sahip olan Nuseyrî topluluğunun bu ayrıcalıklı durumundan vazgeçmesi çok zordur.
Dr. Esed kişisel olarak bazı iktidar unsurlarından vazgeçmeyi kabul etse bile, 1970 yılı sonrası giderek artan bir oranda tabii mülk haline gelen bu durumdan azınlık olan Nuseyrî toplumunun vazgeçmesi ve bazı tavizlere yanaşması çok zor olacaktır. Ayrıca geçen yıllar içinde iki topluluk arasındaki çatışmalar sonrası ortaya çıkan intikam hissinin nasıl düzeltilebileceği cevapsız bir soru olarak varlığını korumaktadır.
Arap Baharı
Suriye’den talep edilen daha fazla demokrasi ve insan haklarına saygıdır. Bunun nasıl sağlanabileceği konusu ise hiç gündeme gelmemekte, Dr. Esed’in bazı tavizler vermesinin bu işin halli için gerekli tek yol olduğu düşünülmektedir. Arap Baharının sonuçları Libya, Irak ve Suriye’de milyonlarca kişinin hayatını kaybetmesine, büyük bir ekonomik yıkıma neden olmuştur. Mısır, Tunus, Lübnan ise daha az oranda etkilenmesine karşılık sıkıntılı günler yaşamış ve hâlen de yaşamaktadırlar. Demokrasi, benzeri çoğu ülkede olduğu gibi sonsuz özgürlük, dilediğini dilediği şekilde yapma ve devletin kendisine kayıtsız şartsız bakma yükümlülüğü olduğu sanılan ülkelerde başarısız olmakta. Verilen oylara karşılık sonsuz talebin olduğu ülkemiz dahil çoğu ülkede demokrasinin kökleşememesinin temel nedeni arz edilen ile talep edilen arasındaki fark belirlemektedir. Karşılanması zor taleplerin büyüklüğü demokrasinin kalitesini de belirliyor. Çoğu kişi veya grup demokrasiyi devleti tabii mülkü olarak kullanmak için yönetime talip olmakta. Suriye’yi bu gerçekler ışığında değerlendirmek gerekir. Bu coğrafyada yer alan hemen her ülke benzeri insan topluluklarından oluşmaktadır. Eğer ülkenin dengesi bozulursa yeni bir denge oluşturuncaya kadar çok büyük oranda insan ve mal kaybı yaşanması kaçınılmazdır. Dikkatli ve akıllı olmamız gerekiyor, yan bahçemizde yıllardır süren bir kaos ortamı hâkim, bu kaosta gelişen eylemleri ülkemizden uzak tutmamız gerekiyor. Suriye’nin bir an önce istikrara kavuşması ve eski güzel günlerine kavuşması en büyük dileğimdir...
“Birisi barışı başlatmalı. Tıpkı savaşı başlattığı gibi!”
Stefan Zweig
Amin Maalouf, (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay), Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, İstanbul, 1998.
Syed Farid Alatas, (Ter. Kamuran Gökdağ-Enes Ateş), İbn Haldûncu Sosyoloji-Kayıp Bir Geleneğin İhyâsı, İstanbul, 2020.