Tarih Notları...
TARİH NOTLARI
Vatan Kitap, 135, / 15 Mayıs 2015, s. 44 - 46.
BERNARD LEWİS VE TARİH NOTLARI
Dürüstlük ve güvenilirlik imajı çizebilmek için
vazgeçilmez bir ön şart bulunmaktadır: Dürüst ve güvenilir olmak.
Bernard Lewis
Ortadoğu ve İslam tarihçiliğinin önde gelen uzmanlarından Bernard Lewis, hayatı boyunca pek çok makale ve bilimsel araştırmanın yanı sıra yirmi dokuz dile çevrilen otuz iki kitap yazar. Bu kitapların sonuncusu olan ve yazarın doksan altı yaşında Buntzie Ellis Churchill’ın katkılarıyla kaleme aldığı “Notes On A Century” isimli kitabı 2012’de Weidenfeld&Nicolson yayınevi tarafından yayınlanır. 2014’de ise “Tarih Notları” adıyla Arkadaş Yayınevi tarafından Çağdaş Sümer’in başarılı tercümesiyle dilimize kazandırılır.
Bernard Lewis 31 Mayıs 1916 tarihinde Hary ve Jenny Lewis’in çocuğu olarak Londra’da doğar. Anneannesi Anne Miller İngiltere’ye 1895’de günümüzde Beyaz Rusya sınırları içinde kalan Grodno kentinden gelmiş ve Amerika’ya gitmek yerine büyükbaba Jospeh Levy ile evlenerek İngiltere’de kalmayı yeğlemiş Musevi asıllı bir Rus’tur. Lewis’in çocukluğunda üzüntü kaynağı kardeşinin olmamasıdır. “Tanıdığım pek çok kişinin erkek ve kız kardeşleri vardı, ama benim yoktu. Bazen kendimi yalnız hissederdim. Çocukluğuma dair bir miktar sızıyla hatırladığım tek şey budur.”
“Tarih Notları” on beş bölümden oluşmaktadır. Lewis’in “İlk Yıllar” adıyla başladığı birinci bölümde yer verdiği çocukluk anıları o dönemdeki İngiliz toplumunun yaşantısını yansıtmaktadır. Örneğin, babası ile arasında geçen bir diyalog İngiliz toplumunu anlamamız açısından önemlidir. İngilizlerin büyük bir çoğunluğunun Muhafazakâr veya İşçi Partisi’ne oy verdiği bir dönemde babasının liberallere oy vermesi üzerine “Neden Liberaller” diye sorar Lewis: “Babam bir an bile duraksamaksızın yanıtladı: Çünkü İşçi Partisi’ni desteklemeyecek kadar çok ve Muhafazakâr olamayacak kadar az paramız var.” (s.11). 1920’lerde bir İngiliz’in oy kullanırken göz önüne aldığı ekonomik değer, üzerinden yüzyıla yakın bir zaman geçmesine rağmen bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Francis Bacon (1561-1626) “Denemeler”de “Alışkanlıklar ile Eğitim Üzerine” başlıklı XXXIX. bölümde: “...alışkanlıklar yaşayışımızı en çok etkileyen şeyler olduğu için, elden geldiğince iyi alışkanlıklar edinmeye bakmalıyız. Bilindiği gibi alışkanlık en iyi küçük yaşta başlarsa kök salar, buna da eğitim diyoruz. Gerçekte eğitim erken alışkanlıktan başka bir şey değildir.” sözleriyle erken yaştaki eğitimin önemini vurgular. Bernard Lewis de İngiliz eğitim sisteminin bu özelliğinden yararlandığını söyler. İlk gittiği okul Kensington’daki küçük bir özel okuldur. Ailesinin taşınması nedeniyle çeşitli okullara devam eder. Bu arada William Brimicombe ve Fransız eşi Marcelle Manusset tarafından yönetilen küçük bir okula devam ederken dile yatkınlığını fark eden eğitimciler onu dil öğrenmeye teşvik ederler. Burada İngilizce, Fransızca ve Latince üzerine mükemmel bir eğitim alır. Her iki öğretmen de ona hem modern dilleri hem de klasik dilleri keşfetmenin heyecanını aşılamayı başarırlar. William Brimicombe on üç yaşında iken ona ilk Fransızca kitabı olan “Monte Cristo Kontu”nu armağan eder ve okuması için yardımcı olur.
14 yaşındayken başladığı Londra Politeknik Gündüz Okulu’nun gelişimindeki katkıları ise büyüktür; Lewis Politeknik’teki İngilizce öğretmeni C. E. Eckersley’e şükran duyduğunu belirtir. O dönemde öğrenciler aylık deneme yazmak zorundadırlar. Öğretmenin verdiği iki-üç konu içinden seçilen bu denemeler, daha sonra incelenir, eleştirilir ve notlandırılarak İngilizcenin nasıl yazılacağına yönelik bir alıştırma olarak sınıfta tartışılır. “Onun rehberliğinde yazılan aylık denemelerin gayet iyi bir İngilizce nesir üslubu geliştirmeme çok büyük yardımı oldu; yorumları kayda değer bir gelişme göstermemi sağladı ve bana muazzam bir cesaret verdi. Bay Eckersley, bugünkü emsallerinin aksine, kendime duyduğum saygımın zedelenmesinden endişe duymuyor ve gerekli olduğunu düşündüğünde çalışmamı eleştirmekten çekinmiyordu.” (s.17).
“Çok erken yaşta önemli bir keşif yaptım: Kitap okumanın zevki, eğer kişi onun gerçek sahibiyse, isteğe bağlı olarak büyük oranda arttırılabilir ve tazelenebilir.” (s.17) Bernard Lewis’in babası İtalyanca bilmemesine rağmen bazı ünlü opera aryalarını özelikle sabahları tıraş olurken yüksek sesle okuma alışkanlığına sahiptir. Lewis küçükken zaman zaman babasının bu alışkanlığını taklit etmeye başlar: “On dört yaşında İtalyanca öğrenmeye karar verdim. Bu dil okulumda öğretilmiyordu ve ailemizin ya da yakın çevremizde İtalyanca bilen kimse yoktu, fakat bu beni caydırmadı. Babam benim için İngilizce yazılmış bir İtalyan gramer kitabı buldu ve onun fonetiğe dair şüphe uyandırıcı yardımlarıyla şevkle çalışmaya koyuldum.” (s.19).
Bernard Lewis 13 yaşına girdiğinde yapılması gereken Bar Mitzvah töreni için İbranice öğrenmeye başlar. Ailesinin bulduğu öğretmen Leon Shalom Creditor onun Tevrat ve hahamlık İbranicesi’nin yanı sıra ortaçağ İbranicesi ve modern İbranice ile tanışmasını sağlar. Daha sonraki yıllarda Tevrat’tan, Aramice içeren Talmut’a geçerler. Bay Creditor yazdığı bir kitabı Lewis’in ailesine sunarken, “Bernard Lewis’in annesine ve babasına. O benim öğrencimdi, artık ben onun öğrencisiyim.” notunu düşecektir. (s.21)
Onlu yaşlarını sürdürürken özellikle İbranice’den şiir tercümeleri yapmaya başlar. Daha sonra bu tutkusunu ve kendisini geliştirme çabalarını öğrendiği diğer dillerden de şiir tercümeleri yaparak sürdürür. Annesi, onun eğitimini hemen hemen tüm Musevi ailelerin vazgeçilmez tutkusu olan ve şüphesiz dünyanın hemen her yerinde uygulama alanı bulunan tıp dalında yapmasını, doktor olmasını istemektedir. Babasının tercihi ise hukuk okuması ve avukat olmasıdır. Ancak onun gönlünden geçen akademik bir yaşantı ve onun da ötesinde iyi bir yazar olmaktır. Politeknik’teki rehber öğretmeni başarısını göz önüne alarak Oxford bursuna başvurmasını önerir. Ancak babası bu öneriden hoşlanmaz, ona göre Oxford öğrencileri bütün zamanlarını sadece içerek ve parti yaparak geçirmektedirler. Bunun üzerine kaydını Londra Üniversitesi’ne yaptırır. Buradaki ilk yılında İbranice, Latince ve biraz da Yunanca çalışır ve Arapça öğrenmek için başka bir koleje daha yazılır. Tam bu sırada Ada isimli genç bir hanımla tanışır; Rus asıllı bir Musevi olan Ada onun sıradan Musevi halkının otantik dili olan Yidiş öğrenmesini ister ve bu konuda kendisine yardımcı olur.
Henüz üniversitenin ilk yıllarını okumakta olan Lewis, bu dönemde İngilizce, Fransızca, Latince, İtalyanca, İbranice, Yunanca ve Yidişçe olmak üzere yedi dilde belli bir aşamaya gelmiş, Aramice ve klasik İbranice’ye aşinalık kazanmış ve Arapça dersleri almak üzere çalışmaktadır. Eğitimine devam ederek Yunanca bilgisini de geliştirir. Bitirme tezi olarak “Doğu Sorunu”nu seçer. Londra Üniversitesi’nin döneminin en büyük hocası olarak bilinen R. W. Seton-Watson tarafından verilen bir özel alan dersine katılması istenir. Kendisinden orijinal belgeleri yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini incelemesi istenir. Gençliğin verdiği masumiyet ile sorar: “Peki ya Türk belgeleri?”; onların önemi olmadığı, hem olsa da bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadığı söylenir. Lewis için “Doğu Sorunu” üzerine araştırma yapan bir araştırmacının Türk belgelerini görmezden gelmesi kabul edilebilir bir şey değildir. “Doğu Sorunu” üzerine okuduğu kitaplarda Türkiye sahne arkasındadır ve tüm aktörler Avrupalılardır: “Böylece en azından kimi belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.” (s.32).
21 yaşında İslami loncalar üzerine yaptığı ilk çalışmayı yayınlar, ikinci çalışması İsmaililer ile ilgilidir. 1938’de yayınladığı üçüncü çalışması ise Âdem’in cennetten kovuluşu ile ilgili bir hikâyenin yorumu hakkındadır. 1936’da tarih alanında bitirme sınavına girer ve birincilerin birincisi olarak mezun olarak 100 poundluk bir ödül kazanır. Lisansüstü çalışmasına başlamak için Orta Doğu Tarihi hocalarından Sir Hamilton A.R. Gibb’e başvurur ve İsmaililer üzerine çalışmak istediğini söyler. Sir Gibb kendisine bu konuyla ilgili bir teze danışmanlık yapacak ehliyete sahip olmadığını söyler ve Paris’te büyük Fransız bilgini Louis Massignon ile çalışmasını önerir. Bu bölümde farkına vardığı bir gerçek, insanların geçmişi günün koşullarıyla okumaya eğimli olmalarıdır. 1936-1937 akademik yılını Massignon ile çalışarak ve çeşitli akademik kurumlarda dersler takip ederek Paris’te geçirir. Bu arada en sevdiği hocalardan biri Adnan (Adıvar) Bey’dir: “Çok hoş bir insan ve muazzam bir hocaydı ve ikimiz gayet iyi anlaşmıştık.” (s.39).
Paris’ten döndükten sonra Sir Gibb bir sohbet sırasında “Dört yıldır Orta Doğu üzerine çalışıyorsun; sence de artık orayı görmenin zamanı gelmedi mi?” diye sorar. Bunun üzerine Lewis Mısır’a gitmeye karar verir. Mısır’ın ardından Filistin, Suriye ve Lübnan’ı kapsayan bir gezi sonrasında ilk kitabı olan “İsmailliliğin Kökenleri”ni yayınlar. Bu kitap için yaptığı çalışmalar, İslam dini hakkında daha net bilgiler edinmesini sağlar. “İslam; Hıristiyanlık ve Musevilik gibi etik bir dindir ve cinayet ve şantajın inanç ya da pratiklerinde hiçbir şekilde yeri yoktur.” Haşhaşiler hakkındaki görüşlerini, “Ortaçağ Haşhaşileri saldırılarını sadece hedef aldıkları kurbanla sınırlar ve etraftaki masumların zarar görmemesi için özen gösterirlerdi. Haşhaşiler kaçmaya kalkışmazlardı, çünkü görevi başarıyla tamamladıktan sonra yakalanmak bir şeref olarak görülürdü. Bu gelenek de, ne yazık ki, kaybolmuştur.” (s. 51) olarak özetler. Bu arada hukuk öğrenimine de devam etmektedir. “Hukuka dayalı bir medeniyeti anlamama yetecek kadar hukuk öğrenmiştim, ama beni bir avukata dönüştürmeye yetecek kadar değil.” (s. 53-54)
Sir Gibb’in yardımları sonucu Londra Üniversitesi’nde yardımcı öğretim görevlisi olarak göreve başlar. İlk dersi “İslami Yakın ve Orta Doğu” üzerine bir deneme dersidir ve Mısırlı, Filistinli Arap, Iraklı ve İranlı olmak üzere dört öğrencisi vardır. Babası bunu duyunca şaşırır: “Orta Doğu tarihi mi öğretiyorsun?”, “Evet”, “Anlamıyorum. Neden Londra Üniversitesi Araplara Arap tarihi öğretmen için sana maaş ödesin ki?” Lewis burada sorulması gereken bir diğer soru daha olduğunu söyler: “Neden Araplar kendi tarihlerini çalışmak için İngiltere’ye gelmek istiyorlardı? Bu daha sonra yeniden karşıma çıkacak bir soruydu.” (s.54-55).
1939 baharında Naziler Çekoslovakya’nın geri kalanını işgal ederek savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterirler. Bernard Lewis bu dönemde Dış İşleri Bakanlığı’na gönderilir. Şaşırtıcı bir şekilde bakanlıkta Türkiye uzmanı yerine konulduğunu görür. Bir gün yanına verildiği memur Türk Büyükelçisi ile randevusu olduğunu, onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. Dönemin Türk büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras’tır. Konuşmaları sırasında Büyükelçi iki önemli tespitte bulunur: “Biz Türkler, güçlü bir tarih algısına sahibiz. Polonya’nın parçalanmasının Türkiye’ye yönelik bir tehdit olduğunu biliyoruz.” (s.369) 1939’da Polonya gibi sınırdaş olmadığımız, hatta uzak bir coğrafyada yer alan bir ülkenin parçalanmasının Türkiye için bir tehdit oluşturduğunun farkına varan bir yönetim anlayışından, komşularımızın parçalanmasının ülkemiz için nasıl bir tehdit oluşturduğunu göz ardı eden bir yönetim anlayışına nasıl geldiğimizi araştırmamız gerekir. Büyükelçinin devamında yaptığı açıklama da ilginçtir: “Yerine getirilmesi için başkalarının yardımına bağımlı olacağımız yükümlülüklerin altına girmek bizim politikamız değildir.” (s.57) 1939-1945 dönemi Bernard Lewis için büyük deneyim yıllarıdır. Bu çalışma düzeni aynı zamanda İngiliz espri anlayışını geliştirmesine yardımcı olur. Savaş sırasında postaları ve özellikle de telgrafları okumak istihbarat açısından hayati bir öneme sahiptir. Bu okumalar sırasında aklına 1929’da A.B.D. Dışişleri Bakanı Hanry Stimson’un bir sözü gelir: “Centilmenler diğer insanların postalarını okumazlar.” Ama savaş sırasında elbette centilmenliğe yer yoktur.
Almanlar Sovyetler Birliği’ni 1941’de işgal ettiğinde Churchill Moskova’ya oldukça aksi bir İskoç generali başkanlığında askeri heyet gönderir. Sovyet tarzına uygun olarak Ruslar ona hiçbir şey anlatmaz ve hiçbir şey göstermezler. İskoç General, rapor vereceği hiçbir şey olmadığından Londra’ya rapor göndermemeye karar verir. Churchill bu duruma sinirlenerek Moskova’ya sert bir telgraf gönderir: “Londra, Başbakan’dan Moskova, Britanya Askeri Heyeti Başkanı’na. Bildiğimiz tek şey Moskova’da yağmur yağdığı. Daha fazla bilgi memnuniyetle karşılanacaktır.”. Moskova’dan gelen yanıt şöyledir: “Moskova’daki Britanya askeri misyonu komutanı subaydan Londra, Başbakan’a. Mesajınızdan Moskova’da yağmur yağdığını öğrenmek ilginç. Burada pencereden dışarı bakmaya iznimiz yok.” (s.69)
Bernard Lewis beş yüz sayfayı bulan anılarını şöyle bitiriyor. “Yaşamımı sevdim. Tatmin edici bir kariyerim oldu. Yirmi dokuz dile çevrilen otuz iki kitap hiç de fena değil. Mekânlar ve kültürler keşfettim ve on beş dille oynayabildim. Beni sevmeyenler ya da tüm kalbimle anlaşamadıklarım bile, genellikle ilginç ve hatta zaman zaman ufuk açıcıdırlar. El üstünde tuttuğum bir ailem ve özverili dostlarım var. Çok şanslıydım ve hâlâ öyleyim.” (s.396)
“Tarih Notları”, yüz yıla yakın bir deneyimi bize taşıyan, Türkiye’yi ve yakın coğrafyayı tanımak için mutlaka okunması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir kitap. Kitabın çeşitli bölümlerinden yaptığım alıntılara burada yer vermek istiyorum. Üstelik atladığım pek çok ilginç nokta olduğundan da hiç şüphem yok.
Lewis 1980’lerde Viyana Kardinal Başpiskoposu Franz Koenig’in ev sahipliğini yaptığı bir toplantı için Viyana’da bulunduğu sırada Kardinal hoş geldiniz konuşması sırasında hoşgörünün öneminden bahseder. Konuşma sırası Lewis’e geldiğinde George Washington’dan bir alıntı ile başlar: “Artık hoşgörüden söz etmeyelim, sanki bir insan grubunun müsamahası sayesinde diğerleri doğuştan gelen doğal haklarını kullanabiliyorlarmış gibi.” (s.289). Bunun üzerine Kardinal bundan böyle hoşgörüden söz etmeyeceğini, bunun yerine karşılıklı saygı sözünü kullanacağını ifade eder.
Bernard Lewis’in İslam dünyası için önemli bir tespiti vardır: “Kadınların baskı altında tutulmasının İslam toplumuna çok büyük zararlar verdiğine inanıyorum. Sadece nüfusun yarısının yetenek ve hizmetlerinden kendisini mahrum bıraktığı için değil, aynı zamanda diğer yarının büyük bir kısmını da eğitimsiz ve ezilmiş annelerin ellerine teslim ettiği için. ... Her şeyden önce kadınlar nüfusun yarısını oluştururlar ve pek çok açıdan herhangi bir dini, etnik ya da iktisadi olarak tanımlanmış gruptan çok daha önemlidirler.” (s. 292-293) Atatürk’ün bir dizi konuşmasında sürekli tekrar eden tema da buydu: “Şu an en acil görevimiz modernleşmek, modern dünyayı yakalamaktır. Eğer nüfusun yalnızca yarısını modernleştirirsek modern dünyayı yakalamada başarılı olamayız.” (s.292-293)
Bernard Lewis ile Turgut Özal arasında geçen bir konuşma da ilginçtir: “Kavga bittiğinde ve konuşmalar başladığında, galip tarafın masasında olmak isteriz ve orada misafir listesinde olmak isteriz, menüde değil.” (s.369)
Dilerim bizlere de Profesör Lewis’in istediği gibi bir ömür, “Yüze kadar, yirmi gibi” (s.395) nasip olur.