Toplumsal Huzur Hoşgörüyle Olur...
TOPLUMSAL HUZUR HOŞGÖRÜYLE OLUR
Milliyet Gazetesi, 22 Haziran 2014, s. 24.
Yaşayan ne kadar birey varsa o kadar iyi ve doğru olduğunu kabul etmeliyiz. Yapılması gereken farklı veya aykırı düşünceleri keskinleştirerek çatışma ortamı yaratmamak, aksine uzlaştırıcı yaşam tarzı aramak...
Aklım erdiğinden beri, Türkiye bir şeyleri bekliyor... Neyi bekliyor? Aslında cevabı hiç kimse tam olarak bilmiyor ve söyleyemiyor. Ama kendimi bildim bileli her zaman beklenen bir şeyler var. İnsan hakları, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, Avrupa Birliği üyeliği bu beklentilerinin bir kısmı. Ülkemiz için hızlı ve etkin bir değişim gerekli. Bu kökten değişim insanımızın öncelikle kendisiyle ve içinde yaşadığı toplumla barışmasını gerektiriyor. Hemen her şeyden korkan ve korkunun büyüttüğü öfke dolu bir toplumun beklentilerini gerçekleştirmesi giderek güçleşmektedir. Anlaşılan bize yeni bir yaşam biçimi gerekli. Zaman zaman gündeme gelen hoşgörü ve uzlaşma çağrıları ya görmezden geliniyor ya da örtülü bir tehdit kaynağı olarak algılanıyor. Halbuki Anadolu yani yüzyıllardır üzerinde yaşadığımız topraklar insanlığın varoluşundan bu yana büyük gerilimlere neden olmaksızın herkesin farklı inançlar ve farklı kültürlerle bir arada yaşamasına imkan vermiştir. Ne yapmalıyız, giderek küreselleşen dünyada Türk insanının yeri ne olacak? Küreselleşme ve yükselen liberal değerler Fukuyama’nın dediği gibi tarihin sonunu mu işaret ediyor? Yoksa bu gelişim de kendinden öncekiler gibi yeni açılımların bir başlangıcı mı? Dillere yeni bir kavram giriyor; “modus vivendi”. Bu kavram bize hiç de yabancı değil; çünkü Anadolu ve üzerinde hüküm süren devletler yüzyıllar boyu benzer bir ortam içinde yaşadı. Bu yaşam biçimine farklılıklara rağmen hoşgörü ile birlikte yaşamak demek istiyorum. Herkesi ve her düşünceyi olduğu gibi kabul ederek uzlaşma içinde bir arada yaşamak... İnsanlığın tek bir iyi ve tek bir doğru üzerinde uzlaşması yeryüzünde tek bir insan kalana dek mümkün değildir. Yaşayan ne kadar birey varsa o kadar iyi ve doğru olduğunu kabul etmeliyiz. O halde yapılması gereken farklı veya aykırı düşünceleri keskinleştirerek çatışmaya neden olacak bir ortam yaratmamak, tam aksine müştereklerde buluşarak uzlaştırıcı bir ortam içinde zamana yayarak birlikte yaşam biçimleri aramak olmalı.
ÖFKE VE KORKU DUYGUSU
Toplumumuzda arzulanan, değişime ve hoşgörüye açık bir yönetimdir. Olayları uzlaşma içinde değerlendirmek, toplumun tüm kesimleri ile konuşarak ve tartışarak çözümler getirmek yerine, yalnız kişisel muhakeme ve akıl sınırları içinde yaşamak, benim bildiğim ve düşündüğüm doğrudur gibi bir tutum içinde olmak sorunları büyütmekten ve toplumun katmanları arasında öfke ve korku duygusunu arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. İnsanlığın başarısı her insanın tek tek huzur içinde ve yaşamı ile gurur duyarak yaşamasına bağlıdır. Gelişmişliğin anahtarı da bence budur. Elbette bu yaşam zaman zaman bazı endişelere ve huzursuzluklara açık olacaktır; ancak huzur ve gurur içinde geçecek sürenin uzunluğu başarının büyüklüğünü gösterir. Bunun içinse olaylara ve hoşgörü ortamının gelişmesine düşünce ve çalışmalarımızla aktif bir şekilde katılmalıyız. Genel olarak bütün toplumlar muhafazakar ve biraz da tembeldir. Olaylara katılma ve düşüncelerini hoşgörü çerçevesi içinde ifade etmek yerine, şikâyet etmeyi ve olaylara seyirci kalmayı tercih ederler. İngiliz düşünür Thomas Hobbes, “uygar durumların dışında, her zaman herkesin herkesle savaşı vardır” der. Bu içgüdüsel tutum çoğunlukla toplum yerine, kişilerin olayları yönlendirmelerine ve sorunları büyüterek kavga ortamı yaratmalarına yol açar. Çözüm üretilmesi gereken bir diğer mesele ise her sorunu kişisel zaman ve çaba harcayarak tartışma ve birlikte çözüme ulaştırma yerine, kabul veya red anlamına gelen hukuka ve temel haklar dünyasına aktarma düşüncesidir. Anlaşmazlıkları yaratan ve keskinleştirenlerin kişisel sorumlulukları dışında ve çaba sarf etmeksizin olaylara seyirci kalma istekleri kanımca böyle bir düşüncenin gündeme gelmesine neden olmaktadır. Özellikle yönetici ve zaman zaman topluma öncülük yapmaya çalışan ve kendilerini ilerici olarak niteleyen insanlar tek görüş kaynaklı ısrarcı tutumlarından vazgeçmeli ve kamuoyu önündeki tartışmalarını birlikte çözüme ulaştırma çabasına dönüştürebilmelidirler. Keskinleşmenin kişiye ve topluma faydası yoktur, eskilerin söylediği gibi köprüleri onarılamaz bir biçimde atmanın, gemileri yakmanın çağımız düşüncesi içinde yeri olmamalıdır.
BARIŞI BULMAK İÇİN ARA
Zaman zaman ülke yönetimde görev alan kişilerin İstanbul’u suçladığını görmekteyiz. Örneğin bir geçmişte kala bir söyleşisinde rahmetli Ecevit, “Türkiye’de bozuk düzenden çıkar sağlayan çevreler İstanbul’da yoğunlaşmış durumda. Ankara ise daha çok devletin bakış açısının geçerli olduğu bir yer” demekte her hangi bir beis görmemekte. Ülkemizin öncelikle toplumsal mutabakata şiddetle ihtiyacı olduğu bir dönemde hoşgörüyü ve uzlaşmayı tercih etmesi gereken deneyimli siyasetçiler ne yazık ki öfkeyi tercih ediyorlar. Nedeni ise açık çünkü Ankara’nın söz dinleyen muhafazakarlığına karşın İstanbul gelişmeye daha yatkın; istekleri ve beklentileri mevcut siyaset ortamını tehdit ediyor ve siyaset açıkça öfkesini dile getiriyor. Yöneticilerimiz acaba İstanbul derken değişimi, Ankara derken değişim karşıtlığını mı dile getiriyor? Eğer cep telefonu taşıyorsanız, internete giriyorsanız, e-mail adresiniz varsa siz de küreselleşme akımına katılmışsınız demektir. Tüm direnmenize rağmen gelişim ve küreselleşme sizi de içine almıştır. Bunun dışında kalanın ise yaşama şansı yoktur, çünkü her çağda gelişen ve büyüyen bilgi ve iletişim, yaşayanlara yön vermiştir. Günümüzden altıyüzyıl önce İbn Haldun “toplumlar gelişimin dışında kalamaz, ancak yok olmaya mahkum kabileler gelişim dışında kalabilir” demekte. Medyanın giderek hayatımızın hemen her anında yer aldığı, iletişim teknolojisinin sınırlarının sonsuza uzandığı bir dünyada kamunun bilgi edinme hakkının sınırları ciddi şekilde tartışılmalıdır. Bu hakkın sınırları nereye kadar uzanır, bu hak özel yaşamın sınırlarını nereye kadar zorlayabilir? “Barışı bulmak için barış ara” sözünden hareketle bir uzlaşmaya varmak gerekiyor. Hemen herkesin özel yaşamının ortaya serildiği ve yargılandığı bir dünyada bazı kişilerin özel yaşamları nasıl oluyor da koruma duvarları ardında kalıyor ?
PATLAMANIN EŞİĞİNDEYİZ
Zaman zaman kişisel tartışmaların ve ticari ilişkilerin çatışması ile rakip medya kuruluşlarının özel yaşamlarının gündeme geldiği bir ortamda medyanın tümden doğruları savunduğuna kim inanabilir? Kendi özel yaşamlarını tartışma dışı tutan bir medyanın başkalarının özel yaşamını bilgi edinme hakkı adı altında üstelik yargılayıp, suçlayarak topluma sunması ne derece doğrudur? Uzlaşarak birlikte yaşam hakkı için öncelikle çözülmesi gereken bir konu da budur. Bağımsız yargı dışında hiç kimsenin ve hiç bir kurumun kişileri veya toplumları kendi görüşleri ve kabulleri doğrultusunda yargılaması ve mahkum etmesi kabul edilemez bir tutumdur. Bu tutum, toplumsal sorunları çözüme kavuşturmaktan ziyade, olayları ve davranışları keskinleştirmeye, toplumumuzun geniş bir kesimine yayılmış olan korku ve ezilmişlik duygusunun pekişmesine neden olmaktadır. İçinde yaşadığımız toplumun öfkesini arttırmaya yönelik bu olumsuz çabalar, sosyal bir patlamanın eşiğinde olduğumuz gerçeğini gözardı etmektedir. Bu topraklar üzerinde yaşayan hiç kimsenin sosyal bir patlamanın getireceği anarşinin yaratacağı kaosun dışında kalabileceğini düşünemiyorum. O halde hepimiz çok daha akıllı olmaya mecburuz. Ülkemizi yeni bir yaşam biçimine geçirecek kadrolara aciliyetle ihtiyaç var. Bu kadroların görevi kararlılık, akılcı ve hedefe yönelik siyaset olmalıdır. Öfkenin ve utancın istismar edildiği kavgacı bir toplumdan hoşgörünün, kabul edilmişliğin ve gururun egemen olduğu küreselleşen bir topluma geçmek için gereken çabaları gösterecek bir yapılanmaya gereksinim duyuyoruz. Türkiye’nin öncelikleri ve hedefleri açıktır: çağdaş gelişmişlik seviyesine ulaşmak. Osmanlı Devleti 1850’lerde başlayan ve 1920’lerde son bulan birinci küreselleşme çağını yakalayamadı ve küçüldü. Şimdi ilkinden çok daha büyük bir küreselleşme akımı ile karşı karşıyayız. 1990’larda başlayan ve içinde yer aldığımız bu akımın bir parçası olmak için coşku gerek bize. Küreselleşme her toplum için aynı reçeteyi sunmuyor. Gelecekte söz sahibi olabilmek için her toplum kendi çözümlerini kendi dinamikleri içinde bulmak, yaşadığı sorunları kendisi ve çevresi ile kavga etmeden çözmek zorunda...