Bahçe-i Kule...
BAHÇE-İ KULE
Turing, 408, İstanbul, Aralık 2021, s. 34-43.
Dionysios Byzantios, MS. II. yüzyılda kaleme aldığı “Boğaziçi’nde Bir Gezinti” isimli kitabında “Lykadion Burnu yakınında deniz savaşları ile ünlü başka bir yer olan Nausimakhion vardır.” demekte. Lykadion Burnu, Vaniköy Körfezi ile Kuleli yerleşmesi arasında kalan burundur. 1544-1547 yılları arasında Byzantios’un anlatımını esas alarak Boğaziçi’ni dolaşan Petrus Gyllius, Lykadion Burnu’nun adının değiştiğini artık “Heliai Burnu” olarak bilindiğini aktarır. Bir dönem buradaki akıntıda öğütme taşları dönen bir değirmen bulunduğundan da bahseder. “Burada, saray bahçesi ve kule vardır; kulenin tepesinden, yüksek tepelerden getirilen sular akar.”
“… Komşu Kule Bahçesi vardır ki I. Selim’indir. Selim Han Şehzâde Süleyman’a kızar. Öldürülmesi için bostancıbaşıya teslim eder. Bostancıbaşı da ‘İşittim ve itaat ettim’ deyip Şehzâde Süleyman yerine bir başka oğlanı öldürür.
Sonra devletin hayrını isteyen bostancıbaşı Şehzâde Süleyman’ı kıyafet değiştirerek bu Kule Bahçesi’ne kor. Üç sene geçince Yavuz Selim Mısır’dan gelip ahiret kokuları almaya başlayınca, ‘Ah bostancıbaşı mazlum Süleyman için büyük hata ettik. İşte oğulsuz ölürsek Osmanlı devleti kime kalır’ deyince bostancıbaşı yer öperek Kule Bahçesi’nden Süleyman’ı getirip Selim Han’ın ayağına yüz sürer…
Süleyman’ın büyüdüğü Kule Bahçesi’nde göklere baş uzatmış bir kale kulesi gibi dokuz kat yüksek bir köşk kulesi yapılmıştır. Her katında fıskiye, havuz ve çeşitli odalar bulunan yüksek bir köşk olduğundan Kule Bahçesi derler.”
Renkli anlatımı ile Gyllius’tan yüz yılı aşkın bir süre sonra Kule Bahçesi’nden Evliya Çelebi bu sözlerle bahseder.
XVII. yüzyılın sonlarına doğru bölge hakkında bilgi veren Eremya Çelebi; “İlerdeki Kulebahçesi aynı zamanda büyük bir padişah köşküdür. Buraya girip binaları ve bahçeyi gördükten sonra dışarı çıkmak istemezsiniz.” diyerek bahçenin ve yapıların güzelliğini dile getirir.
Yüz yılı aşkın süre sonra bu kez bölge hakkında Sarraf Hovhannesyan bize bilgi ulaştırır. “Burada bulunan burnun adı Zeytin Burnu’dur. Zeytin Burnu’ndan sonra, Narlı Bahçe veya Kuleli de denilen Kule Bahçesi gelir. Güzel ve ağaçlık bir vadi olup az içerde, tepenin üzerindeki kulenin yanında, evvelce Sultan I. Süleyman'ın sarayı ve bahçesi mevcut olup, sur duvarının izi hala görülür.
Sultan III. Ahmed’in meşhur sadrazamı İbrahim Paşa, söz konusu sarayın taşlarını H. 1134 yılı, Şaban ayının 22’sinde (7 Haziran 1722) Kağıthane’deki köşkün inşası için oraya nakletmiştir. Kuleli’nin yanında, sahilde padişaha ait köpeklerin barındırıldığı bina ve ayrıca ayıların bağlandığı bir yer vardır.”
H. 1195 / 1780-1781 tarihli bilinen en eski Bostancıbaşı Defteri’nde Vaniköy Camii’ni takiben Çengelköy’e doğru dört yalıdan sonra Seksoncular Ocağı ve bitişiğinde Kule Bağçesi Ocağı kayıtlıdır. Günümüze kadar yayınlanmış Bostancıbaşı Defterleri arasındaki H. 1229-1230 / 1814-1815 tarihli defterde ise Maskara Akıntısı denilen mahalden sonra Seksoncular Bostanî Ocağı, Mescidi Şerif, Kulebahçesi Mesiregâhı nam mahal, Kulebahçesi Bostaniyan Ocağı, Mâi-leziz Çeşmesi ve Kirişhâne sıralanmaktadır. Bu kayıtlardan da anlaşılacağı gibi söz konusu alanda iki bostancı ocağı dışında herhangi bir saray yapısı bulunmamaktadır.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı “Bazı kayıtlara göre Eflak Voyvodasının Fatih Sultan Mehmed’e gönderdiği av köpekleri sebebiyle Samsoncu veya Saksoncu ortası açılmıştır.” demektedir.
Yeniçeri Ocağı’nın ocak ağaları denilen büyük kumandanlarından olan Samsoncu veya Seksoncubaşı (Ser Seksonî) cemaat ortalarından yetmiş birinci ortanın çorbacısı yani bölük komutanıdır. Seksoncubaşı’ nın emri altında bulunan orta, ayı avına ve savaşa hazırlanan köpekleri beslerlerdi. Seksonculara köpekleri eğitmeleri için Tophane üzerinde bir yaylak tahsis edildiği bilinmektedir. XVI. yüzyıldan itibaren Bostancılar arasından tazıcılar, zağarcılar ve seksoncular yetiştiği için bu ortanın seksonlarına ihtiyaç kalmaz ve bundan böyle bu görev Bostancı Ocağı’ na devredilir.
Bahçe-i Kule yanındaki Seksoncu Ocağı’ nın hangi tarihte tesis edildiği konusunda bir bilgiye rastlamadık. Evliya Çelebi ve Eremya Çelebi’nin anlatılarında da böyle bir yapıdan bahsedilmez. Ancak 1800’lü yılların başında bölge hakkında bilgi veren Hovhannesyan “Kuleli’nin yanında, sahilde, padişaha ait köpeklerin barındırıldığı bina ve ayrıca ayıların bağlandığı bir yer vardır.” diyerek, buradaki Seksoncu Ocağı’ndan bahseder. 1794 yılında yayınlanan Boğaziçi Sayfiyeleri isimli kitabında İnciciyan, buranın padişahın ikinci biniş yeri olduğunu ve Narlıbahçe, Maskara akıntısının bulunduğu burnun ise Zeytunburnu adıyla da anıldığını söylemektedir.
Bahçe-i Kule’ nin tarihi XVI. yüzyıla kadar uzanmaktadır. H. 991 / 1583-1584 ile H. 1146 / 1733-1734 tarihleri arasını kapsayan on beşten fazla Mevacib Defteri’ nde adı çoğunlukla “Bağçe-i Kule”, nadiren de “Bağçe-i Kulle” şeklinde geçen bu bahçenin Kanûnî Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde ve bazı görüşlere göre ise Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde tesis edildiği söylenmektedir. Bahçe-i Kule hakkında çok az bilgi bulunmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Evliya Çelebi’nin aktarımı dışında bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak 28 Şubat-9 Haziran 1573 tarihleri arasında İstanbul’da bulunan Fresne Canaye “Senyör Stanga bizi, öncekinden (Sultaniye Bahçesi) hiç de daha az güzel olmayan, çok uzun hıyabanları, servileri, çiçekleri, serin sulu çeşmeleri, mağaraları ve çok hoş gölgelikleri bulunan başka bir cennete götürdü: Chulabachia. Bahçe, çok sarp olmayan, tiresin düz bir tepenin üstünde. Ayrıca, kıyıya doğru, üst üste binmiş beş oda yüksekliğinde, kare biçimli bir kule var; büyük taşlarla ve kalın duvarlarla, suyun tepeye kadar çıkmasını sağlayan bir ustalıkla yapılmış: Öyle ki, kulenin her odasında bir çeşme var; odalarının dört yanı, günün her saatinde serinleme olanağı verecek, altın yaldızlarla boyanmış teraslarla çevrili. Bütün kapılar ve pencereler tunçtan. Kulenin eteğinde, büyük bahçeden ayrı, çok güzel bir küçük bahçe ve seçkin balıklarla dolu bir havuz bulunuyor. Bu kulenin mimarisini irdeleyen biri, saraylar yapmak için para harcamayı göze aldıklarında, Türklerin sanat açısından Hıristiyanlardan hiç de geri kalmadıklarını kolayca anlar. Bu kule Türkiye’de gördüğüm en yüksek yapı…” sözleriyle gezmek imkânı bulduğu bu bahçeden bahseder).
Gerek Fresne Canaye gerek Evliya gerekse Eremya Çelebi’nin aktarımlarına göre Bahçe-i Kule’de benzeri görülmemiş bir seyir kulesi mevcuttur. Muhtemelen sultanların zaman zaman yaptığı geziler sırasında ziyaret ettikleri bu bahçe ve kulenin varlığı Sultan III. Ahmed (1703-1730) dönemine kadar devam eder. Raşit Tarihi’nde rastladığımız bir kayda göre uzun süredir kullanılmayan ve bu nedenle harap olan Kulelibâğçe Kullesi, bu tarihlerde yıkılmakta olup, taşları ve mermerleri Kağıthane’ye taşınarak ve Sadâbâd Kasrı’nın yapımında kullanılır. Kulenin yıkılmasına karşı Seksoncu Ocağı faaliyetine devam etmekte olup 1804-1809 tarihleri arasındaki olayları nakleden Mütercim Asım Efendi Tarihi’ nde Kulleli Bahçesi’ndeki ayılar ve köpeklerden söz edilir.
1814-15 tarihli Bostancıbaşı Defteri’nde sözü edilen Mescit-i Şerif ile Kaymak Mustafa Paşa tarafından H. 1137 / 1724-1725 tarihinde yaptırılan ve hâlen kullanılmakta olan Kulelibahçe Mescidi birbirinden farklı yapılardır. Bostancıbaşı Defteri’nde belirtilen mescit Seksoncular Mescidi adıyla bilinmekte olup, zaman içinde kaybolmuştur. Muhtemelen, Hadîkatü’l-Cevâmî’ye Ali Sâtı Efendi tarafından yapılan zeyl de adı geçen bu mescidin, Seksoncular tarafından kullanıldığı ve yakınında bir kör ayı bulunduğu anlatılmakta, yakın çevresinde Asâkir-i Hassa-i Şâhâne süvari ve piyadesi için kışlalar yapıldığından söz edilmektedir.
15 Haziran 1826 günü vuku bulan ve tarihimizde “Vaka-i Hayriyye” olarak isimlendirilen yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra Osmanlı Ordusu’nun yeniden tanzimine karar verilir. Sultan II. Mahmud tarafından kurulan “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla yeni bir ordu kuruluşu gerçekleştirilir. Davutpaşa, Selimiye ve Rami kışlalarında eğitim görmeye başlayan bu yeni ordu mensuplarının bir kısım süvari ve piyade birlikleri için Bağçe-i Kule’de yeni bir kışla yapımına da karar verilir. Ahmed Lûtfî Efendi, H. 1244 (14 Temmuz 1828-2 Temmuz 1829) vukuatı arasında Sultan II. Mahmud’un “Rikab resmi bayramı ikinci günü Kuleli Kasrı’nda tebdilen icra olundu.” açıklamasını yapar. Bu nottan da anlaşılacağı gibi 1829 yılı başlarında Kuleli Kışlası büyük ölçüde tamamlanmış olmalıdır. Bu ilk kışlanın ahşap olarak yapıldığı söylenir. 1837 tarihine kadar kışla olarak kullanılan yapının, 1837-1842 tarihleri arasında “Asâkir-i Hassa-i Şâhâne” alayları için karantina binası olarak kullanıldığı bilinmektedir.
1842 yılında onarılarak tekrar kışla olarak kullanılmaya başlanan yapı 1844 yılında yanar. 1855-1856 Kırım Savaşı sırasında İngiliz ve özellikle Fransız askerlerinin tedavisi için hastane olarak kullanılan kışlanın arka bölümünde bir dönem ölen Fransız askerleri için ayrılmış bir de mezarlık bulunmaktaydı. 1859 yılında ikinci kez yanan kışla 1863 yılında Sultan Abdülaziz tarafından kâgir olarak yeniden yaptırılır. Bu tarihi takip eden on üç yıl boyunca tekrar kışla olarak kullanılan yapı, 1872 yılında Harbiye ve Tıbbiye Mekteplerine hazırlık için orta öğrenim seviyesinde eğitim vermek üzere kurulan idâdilere (lise) tahsis edilir. Bu tarihten sonra yapı Harbiye İdâdisi (Mekteb-i İdâd-ı Şâhâne), Kuleli Askeri İdâdisi adını alır.
Erişebildiğimiz en erkeni Guillaume Sanson’a ait 1675 tarihli “Bosphori Thracii Haritası”nda olmak üzere çok sayıda eski haritada Kuleli Bahçesi yer almaktadır. Sanson’a ait haritada Philaces (Phylake) Koyu içinde yer almakta olan alanda “Philaces Kulesi” yazılıdır. Muhtemelen bu tarihlerde harap vaziyette olsa da kule mevcudiyetini korumaktadır. Daha sonraları yapılan 1688 tarihli “Vincenzo Maria Coronelli”, 1714 tarihli “Johann Baptist Homann” haritalarında da “Kule Bahçesi” ismi yer almaktadır.
1720 yılında hazırlandığı bilinen ve 1735 yılında yayımlanan ve Dimitri Kandemir tarafından çizilen haritada ise 149 nolu not olarak “Kule Bahçesi-İmparatorluk Bahçesi” adıyla saraya ait olduğu anlaşılan bu bahçe belirtilir. John Rocque tarafından hazırlanan 1742 tarihli “A Plan Constantinople” isimli haritada Kandilli bölgesinde çok katlı, üzerine kubbe ile örtülü bir kule şekli görülürse de bunun Kandilli Sarayı’na mı, Kule Bahçesi’ne mi ait olduğunu anlamak oldukça zordur.
1772 tarihli “Tobias Conrad Lotte”, 1776 tarihli “François Kauffer”, 1819 tarihli “Kauffer-Bocage”, 1821 tarihli “Franz Field” ve 1821 tarihli “H. Wild” haritalarında da her ne kadar artık kule sökülmüş olsa da “Kule Bahçesi” isim belirtilerek gösterilmiştir.
Sultan II. Mahmud tarafından yapılan “Asâkir-i Hassa-i Şâhâne” süvari alayları için inşa edildiği bilinen kışla binasının en erken planı, Helmuth von Moltke tarafından 1836-1837 yılında hazırlanan ve 1842 yılında Berlin’de basılan “Moltke” haritasında da görülmektedir. “Kuleli Kışlası-Süvari Muhafızlarının Kışlası” açıklaması ile haritada belirtilen yapı sahilden içeri doğru uzayan bir dikdörtgen olarak görülmektedir. Bu çizim burada yapılan ilk yapının konturlarını belirtmesi açısından önemlidir. 1845 tarihli “Mühendishane-i Hümayun” haritasında da aynı yapının konturları görülmekle birlikte bu kez Vaniköy semtine doğru ana kışladan ayrık ikinci bir yapı seçilmektedir.
Kuleli Kışlası ile ilgili iki tane gravür bulunmaktadır. Bunların ilki, 1838 yılında Londra’da basılan, Robert Walsh’ın metinlerini yazdığı, Thomas Allom’un gravürlerini çizdiği “Constantinople and the Scenery of the Seven Churchs of Asia Minor” isimli kitabın ikinci bölümünde görülen gravürdür. Walsh ; “Resim Boğaz kıyısında süvariler için inşa edilmiş İstanbul civarındaki en büyük ve dikkat çeken yapılardan biri olan muhteşem kışlayı gösteriyor. Boğaz’a girerken ilk göze çarpan Üsküdar’daki bu büyük kışladır.” demektedir. “Cavalry Barracks On The Bosphorus / Boğaziçi’nde Süvari Kışlası” adıyla bilinen bu gravürde görülen kâgir yapının ortasında beşik çatılı bir bölüm, her iki ucunda ise günümüzdekine benzer kurşun külahlı iki kule bulunmaktadır. Thomas Allom yaklaşık on ay süren İtalya, Yunanistan ve Türkiye seyahati sırasında 2 Temmuz 1837 günü İzmir’den Osmanlı topraklarına girer, ülkede ne kadar kaldığı konusunda tam bir mutabakat olmasa da kaldığı süre içinde çizdiği gravürler tüm dünyada ilgi çeker.
Hemen hemen aynı tarihlerde İstanbul’da bulunan William Henry Bartlett’in “The Bosphorus, from above Beshık-tash” isimli gravürünün sağ üst köşesinde Kuleli Kışlası görülmektedir. Bu görüntüdeki yapı ile Thomas Allom’un çizdiği yapı arasında hiçbir benzerlik yoktur. Bartlett'in bölgeyi çizdiği bir diğer gravür ise “The Summer Palace at Beglıer-Bey” isimli gravürdür. Bu çizimde küçük bir yerleşme olarak Çengelköy görünmesine karşı, Kuleli Kışlası’na ait bir iz yoktur. Buna karşın İcadiye Tepesi üzerinde kule benzeri çok katlı bir yapı bulunmaktadır.
Süvari Kışlası’nın Allom’un gravüründe belirttiği gibi bir yapı olmasının mümkün olmadığını düşünmekteyiz. “Illustrated London News”ın 1854 yılında yayınlanan nüshasında “Kuleli Kışlası İstanbul Kraliyet Topçusu Jason’dan iniyor 1854” açıklaması ile yayınlanan gravürde, Kaymak Mustafa Paşa Camii rıhtımından kışlanın önüne yanaşmış Jason gemisi ve Kışla binası görülmektedir. Bu görüntüde kışlanın alt katındaki kemerli bölüm kapatılmış gibidir. Ancak onun üstünde yer alan teras ve önündeki parmaklıklar 1838 tarihli gravürle aynıdır. Kışlanın orta bölümünü teşkil eden, beşik çatılı Hünkâr Kasrı hemen hemen aynıdır. Kasrın çatısında abartılmış bir şekilde Sultan Abdülmecid’e ait olduğunu bildiğimiz şemse tarzı bir alem mevcuttur. Bu görüntü kışlanın 1844 yangınından sonra yapılmış halini yansıtmaktadır. Kışlanın köşelerinde üzerleri kırma çatı örtülü, üç katlı birer köşe yapısı yer almaktadır. Her ne kadar bu yapıların, 1838 tarihli gravüre benzer her katta üçer penceresi varsa da eski görünüşe nazaran daha alçak olup, çatı ile örtülüdür. Walsh’ın açıklamalarına göre bu kışlayı gördüğü anlaşılıyor. Yazılı metinlerde Sultan II. Mahmud’un yaptırdığı kışlanın ahşap olduğu belirtilmişse de bu gravürde görülen yapı ise kâgir gibi duruyor. 1826-1828 yılları arasında böylesi bir kışlayı hangi mimar yapmış olabilir?
Tuğlacı, 1828’de açılışı yapılan kışlanın Krikor Balyan tarafından yapıldığını, tek katlı ve ahşap olduğunu, bu kışla yanınca Sultan Abdülmecid’in bu kez Garabet Balyan’a kâgir bir bina yaptırdığını, ön cephesindeki iki kuleden dolayı, Kuleli Kışlası adı verildiğini söylemektedir. Tuğlacı’nın yaptığı bu açıklamaların hiçbir bilimsel temeli bulunmamaktadır. Herşeyden önce kışlanın adının “Kuleli” olmasının nedeni 1826-1828 yıllarında yapıldığı söylenen kuleler dolayısıyla değil, daha önce bu alanda olduğu bilinen Kule’den daha doğrusu “Bahçe-i Kule” isminden geldiği sunduğumuz haritalardan anlaşılmaktadır.
Gerçekte 1838 tarihli gravürde gördüğümüz şekilde bir yapı var mıdır? İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı ile yaptığımız bir sohbet sırasında bu yapının Fossati Kardeşler tarafından yapıldığı ileri sürüldü. Gaspare Fossati 1837 tarihinde, Giuseppe Fossati ise 1839 tarihinde İstanbul’a gelirler. Buna karşın Gaspare Fossati’nin daha Rusya’da çalışırken aldığı bir sipariş sonucu o sırada yapmakta olduğu Saint Petersburg’daki Amirallik Dairesi’nin projelerini İstanbul’a gönderdiği ve Kuleli Kışlası’nın bu projeler esas alınarak inşa edildiği kaynak belirtilmeden söylendi. Ancak hiçbir kaynak belirtilmeden söylenen bu açıklamayı ihtiyatla karşılamak gerekir. Çünkü Saint Petersburg Amirallik Dairesi Çar I. Petro döneminde 1706 tarihinde inşa ettirilir, 1716 yılında Amirallik Dairesi olarak kullanılmaya başlanır ve bir prestij binası olup kışla değildir.
Kuleli Kışlası ile ilgili erişebildiğimiz en erken tarihli fotoğraf 1890 tarihli Sebah&Joaillier’in bir karesidir. Boğazın Rumeli yakasından çekilen bu karede Kuleli Kışlası ve sağ üst tarafından Kuleli Hastanesi görülmektedir. Kışlanın, Vaniköy’e doğru sol yanındaki bloğun daha yapılmamış olduğu anlaşılıyor. Her iki ucunda kuleler görülen bir yapı da bulunmuyor. Kışlanın kâgir olduğu ve her iki yönden merdivenlerle çıkılan ana giriş kapısının üzerinde Hünkâr Kasrı olarak kullanılan bölüm görülmekte. 1920-1930 tarihleri arasında uçaktan çekilmiş ikinci karede ise yapının sol tarafına dikdörtgen planlı bir blok ilave edildiği anlaşılıyor. Ayrıca görülmekte olan yapının kuleleri de yok. Üçüncü kare ise Kaymak Mustafa Paşa Camii rıhtımından, muhtemelen 1912-1920 tarihleri arasında çekilmiş. Bu karede de kışlanın köşelerinde günümüzdekilere benzeyen kuleler bulunmamakta.
“Kuleli Kışlası”, daha doğru adıyla “Kuleli Mektebi” günümüzdeki görüntüsüne 1968-1969 yılları arasında yapılan restorasyon sonrası kavuşur, bu restorasyon çalışmalarında 1838 tarihli gravür esas alınarak yapının iki köşesine kurşun külahlı birer kule yapılır. Üzerinden elli yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra artık bu yeni görüntüye alışılır ve bu yapının geçmiş görüntüleri unutulur. Sanki ilk inşasından beri aynı görüntüyü muhafaza ediyormuş gibi bir algı oluşur. Sanırım artık merak edip, arşiv araştırmalarıyla bu konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyor...