
Bâb-ı Âlî...

BÂB-I ÂLÎ
Turing, 417, İstanbul, Mart 2024, s. 24-35.
Ferit Devellioğlu; “Bâb-ı Âlî”nin, yüksek kapı anlamına geldiğini, “Osmanlı İmparatorluğu zamanında, İstanbul’da; sadâret, dâhiliye ve hâriciye nezâretleri ile şûrâ-yı devlet dâirelerinin bulunduğu binâ. Mecazen Osmanlı hükûmeti.” olarak belirtir.
Mehmet Zeki Pakalın ise “Bâb-ı Âlî / Yüksek Kapı” isminin; “İlk bakışta manasız gibi görülse de resmî müesseseye, idare ve siyaset kuvvetinin toplandığı bir daireye verilmesinin çok eski bir Doğu ananesinden kaynakladığı hatırlanırsa sebep ve gerekçesi anlaşılır.” demektedir.
İstanbul’un fethine kadar devlet işleri, padişahın bulunduğu saraylarda görülür. Vezirlerle devlet erkânı saraya gelerek padişahın başkanlığında toplanır, devletin ve halkın işlerine bakılır. Divan adı verilen bu meclis Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri mevcuttur. Fetihten bir süre sonra Divan, Topkapı Sarayı’nda “Kubbealtı” denilen bölümde toplanmaya başlar ve Fatih Sultan Mehmed’in birkaç yıl bu divana bizzat başkanlık yaptığı söylenmektedir. Rivayete göre, bir köylünün padişah ile sadrazamı teşhiste gösterdiği hata, bundan böyle Fatih Sultan Mehmed’in divana kafes arkasından katılmasına sebep olur.
Fetihten sonra sadrazamlar İstanbul’un çeşitli bölgelerinde oturmaktadır. “Vezirkapısı”, “Babıâsafi”, “Paşakapısı” olarak isimlendirilen bu ev ve konaklar daha sonraları “Bâb-ı Âlî” olarak anılır. Günümüzde “İstanbul Valiliği” olarak kullanılan yapılar topluluğunun bu bölgeye yerleştiği tarih belirsizdir. Mehmet Zeki Pakalın, daha sonraları “Bâb-ı Âlî” olarak anılan bölgedeki binanın “Paşakapısı” olarak kullanılmaya başlanmasını 1656 yılına tarihlendirir. Sadrazam Derviş Mehmet Paşa’nın kullanımına tahsis edilmiş olan konağın onun vefatından sonra yerine gelen sadrazamlar tarafından kullanıldığını ve saraya yakın olduğu için tercih edildiğini söyler. Ancak bu konağın “Paşakapısı” olarak kullanımından zaman zaman sarfınazar edilir.
Osman Nuri Ergin, Sultan III. Ahmed döneminde (1703-1730) Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı sırasında (1718 -1730) Bâb-ı Âlî’nin makam olarak tahsis edildiğini söylemektedir.
Reşad Ekrem Koçu ise Fındıklılı Mehmed Ağa’nın “Nusretnâme” isimli kitabında H. 1098 / 1686-1687 olayları sırasında Sultan IV. Mehmed’in tahttan indirilip yerine kardeşi III. Süleyman’ın padişah oluşu ile ilgili bölümünde; Siyavuş Paşa’nın Alay Köşkü önünde miri saraya kondurulmayıp “Eski Odalar” denilen Şehzadebaşı’ndaki Yeniçeriler Kışlası karşısındaki Kara Mustafa Paşa Sarayı’na getirildiğinden söz eder. Bu açıklamaya dayanarak Reşad Ekrem Koçu, “On yedinci asırda, sadrazamlara mahsus miri bir saray olarak mevcudiyeti ve sarayı hümayunun hemen yanı başında bulunmak münasebetiyle ehemmiyeti pek aydın olarak anlaşılır.” demektedir.
1660 yılı Büyük İstanbul Yangını sırasında Has Bahçe’den Unkapanı’na kadar çok büyük bir alanın yandığı bilinmektedir. Bu büyük yangın sırasında yanan bazı saraylardan bahsedilirse de hiçbir yerde Bâb-ı Âlî veya Paşakapısı adı geçmez.
Bâb-ı Âlî adının geçtiği bir diğer belge Antoine Galland’ın günlüğüdür. 1 Ocak 1673 tarihli notta, “İmparator’un Bâb-ı Âlî’deki sabık elçisi…” deyimi geçer. Bu net olmayan açıklama bir yapıyı mı yoksa hükûmeti mi belirtmek için kullanılmıştır? Karar vermek oldukça güç. Ancak Antoine Galland, 20 Temmuz 1673 tarihli bir başka notunda, “Bu nizam ile onun saray surlarına yakın olan evine vardı. Kâhya tarafından karşılanarak bir odaya alındı ve kendisine iskemle verildi. Büyükelçi iskemleye oturup bir müddet bekledikten sonra, kaymakam geldi.” sözleri ile Büyükelçinin bir ziyaretinden bahseder. Sadaret vekili olan kaymakamın bu buluşmayı kendi evinde mi, yoksa Bâb-ı Âlî’de mi yaptığı net değildir, ancak saraya yakın bir bölgede olduğu açıktır. O takdirde 1673 yılı gibi erken tarihte bölgede hükûmet işlerinin görüşüldüğü bir yapı olması gerekir.
Bâb-ı Âlî adının geçtiği ilk yangın 30 Zilkade 1152 / 28 Şubat 1740 günü vuku bulan yangındır. Sadrazamın ikâmet ettiği, aynı zamanda sadaret dairesi olan bölümde çıkan yangın, kısa zamanda büyür ve bütün binayı sarar. Bir süre sonra denetim altına alınan yangının Harem Dairesi’ne sıçramasına mâni olunursa da ertesi gün tam sönmemiş ahşap malzemenin tekrar alev alması sonucu Harem Dairesi de tümden yok olur. Bâb-ı Âlî’nin yeniden yapım çalışmaları kısa sürede sonuçlandırılırsa da 22 Zilhicce 1168 / 29 Eylül 1755 gecesi Hocapaşa semtinde çıkan yangın o tarihlerde “Paşakapısı” olarak bilinen yapıların tümüyle yanmasına yol açar. Bu durumda Kadırga Limanı’ndaki Esma Sultan Sarayı, Bâb-ı Âlî olarak kullanılmaya başlanır. Kısa süre içinde yeniden yapılan binalar H. 1169 / 1756 yılı sonlarında tamamlanarak tekrar “Bâb-ı Âlî” olarak kullanılmaya başlanır ve sadrazam yeni yapılan binaya taşınır.
Mustafa Cezar 1755 yılında vuku bulan yangının günümüzde İstanbul Valiliği’nin bulunduğu alandaki Bâb-ı Âlî binasının yangınlarından ilki olduğunu söylerse de bu düşüncenin gerçeği yansıtmadığını düşünmekteyiz.
Bâb-ı Âlî, Alemdar Vakası denilen olay sırasında bir kez daha yanar. 26-27 Ramazan 1223 / 15-16 Kasım 1808 gecesi Alemdar Mustafa Paşa’yı yakalamak ve öldürmek isteyen yeniçeriler, Bâb-ı Âlî’yi kuşatarak ateşe verirler. O sırada Bâb-ı Âlî’nin Harem Dairesi olarak kullanılan ve “Tomruk” adıyla anılan bölümünde olan Alemdar Mustafa Paşa, burada bulunan cephaneyi ateşleyerek yapının ve çevresinin havaya uçmasına neden olur. Bâb-ı Âlî yanınca yeni bina yapılıncaya kadar Beyazıt’ta bulunan Valide Sultan Kethüdası Yusuf Ağa’nın konağı “Paşakapısı” olarak kullanılmaya başlanır. Yangın sonrası bir sene müddetle boş kalan arsaya 15 Şubat 1810 günü yeni binanın inşaatına başlanır. 31 Aralık 1810 günü tamamlanan yeni bina “Bâb-ı Âlî” olarak kullanılmaya başlanır.
Yeniçeriliğin kaldırılmasının hemen sonrasında 27 Zilhicce 1241 / 2 Ağustos 1826 günü Hocapaşa semtinden başlayan yangın Bâb-ı Âlî’nin bir kez daha yanmasına neden olur. Vaka-i Hayriye’den sonra, Bâb-ı Fetva (şehülislamlık dairesi) olarak kullanılmasına karar verilen Süleymaniye’deki Ağa Kapısı’nın geçici olarak Bâb-ı Âlî olarak kullanılmasına karar verilir. Bir yılı aşkın süre burada çalışan Bâb-ı Âlî’nin, 22 Ekim 1827 günü yeni yapılan binasına taşındığı bilinmektedir.
On iki sene sonra Bâb-ı Âlî bir kez daha yangın geçirir. 5 Zilkade 1254 / 20 Ocak 1839 günü Bâb-ı Âlî’nin Dahiliye Dairesi bitişiğindeki ahırlarda başlayan yangın kısa süre içinde tüm binanın yok olmasına yol açar. Kısa bir süre sonra yolun karşı tarafında olan Maliye Dairesi Bâb-ı Âlî olarak kullanılmaya başlanır. Bu olayı Ahmed Lûtfî Efendi; “Cennet-mekân Sultan Mahmûd Han hazretlerinin akîb-i cülûslarında Alemdar Mustafa Paşa vak’asında muhterik olan Bâb-ı Âlî ol vakit binâ olunmuş idi. Kırk üçde (1827-28) vuku bulan Hocapaşa harîk-i kebirinde dahi muhterik oldu. Kapının inşasına Sadr-ı a’zam Selîm Paşa nezaretiyle birâderi Halîl Bey binâ emîni olmuş idi. Bu def’aki ihrirâki ile yirmi üçden beri otuz sene zarfında üç def’a vuku bulmuş ki her on yılda bir kere muhterik olmuştur. Şu üç def’ada sarf olunan. mebâliğin (paranın) tam kargire sarfı vaki olsa idi ne ala olur idi” sözleri ile anlatır. Günümüzde de aynı hataya devam edilmekte, müze ve devlet dairelerinin ahşap yapılması istenmektedir. Üzerinden iki yüz yıla yakın bir süre geçmesine rağmen bu işlerle ilgili bürokrasinin hâlâ akıllanmadığının bundan daha iyi bir göstergesi olabilir mi?
Yazılı kaynaklarda 27 Rabiulahir 1282 / 19 Eylül 1865 gecesi çıkan ve İstanbul’un en büyük yangınlarından biri olan 1865 Hocapaşa Yangını’nda Bâb-ı Âlî’nin zarar gördüğüne dair bir açıklama bulunmaz. Muhtemelen bu yangın sırasında esen sert poyraz rüzgârı yangının Bâb-ı Âlî’ye zarar vermesine mâni olur.
21 Cemazeyilevvel 1295 / 23 Mayıs 1878 gecesi Bâb-ı Âlî bir kez daha yanar.
Şûray-ı Devlet Dairesi’nde baş gösteren yangın Dahiliye ve Hariciye Nezaretleri’ne ait bölümlerin de tutuşması nedeniyle büyük zarara ve çok sayıda evrakın kaybedilmesine yol açar. Genel olarak Bâb-ı Âlî’nin son kez 6 Safer 1329 / 6 Şubat 1911 günü yandığı söylenirse de dönemin tanığı Lütfi (Simavi) Bey bu yangının 23 Aralık 1910 gecesi vuku bulduğunu belirtmektedir. Binanın vakanüvis odasındaki kıymetli evrakın da yok olmasına neden olur. İstanbul’un Ankara’da kurulan hükûmete bağlılığını ifade etmesi üzerine 7 Ekim 1921 günü Trakya Süvari Fırkası kumandanı Esat Bey, aynı zamanda İstanbul Valisi olarak atanır. Bundan böyle Bâb-ı Âlî, İstanbul Vilayet Binası olarak kullanılacaktır.
Bâb-ı Âlî isminin en erken XVII. yüzyıl ortalarından itibaren kullanılmaya başlandığını kabul etmenin doğru bir karar olduğunu düşünmekteyiz. Muhtemelen 1660 Büyük İstanbul Yangını sonrası şehirde bulunan devlete ait olup sadrazamların kullanımına tahsis edilen saraylar ile mevcut vezir konakları büyük ölçüde tahrip olduğu için, saraya yakın bölgede yapılan bir yapının sadrazam sarayı olarak kullanımına karar verilmiş olmalıdır. Ancak her ne kadar belirli bir yapının sadrazam konağı, yani Bâb-ı Âlî olarak kullanımına karar verilirse de her sadrazamın bu karara uygun davrandığını söylemek mümkün değildir. Örneğin Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın uzun bir dönem Çırağan’da bulunan yalısından devlet işlerini yürüttüğü bilinmektedir.
Reşad Ekrem Koçu, Efdalüddin Bey’in “Osmanlı Tarih Encümeni” mecmuasında yayımlanan “Alemdar Mustafa Paşa” isimli makalesinde bir vesileyle Bâb-ı Âlî’yi; “Bâb-ı Âlî şimdi bulunduğu arsa ile arka taraftaki Tomruk (Harem) Dairesi denilen kısımdan ibaret olan alan üzerinde alt katının bir kısmı kâğir olan harem ve selamlık daireleri, ahırları, anbarları, silahhane ve cebehane ile onların önündeki avlu ve bahçeler bulunmaktaydı... Bu dairenin Soğukçeşme tarafından girilen hakikaten âli olan büyük bir kapıdan girilen. Altı avlusu ve bu avludan Nallı Mescid tarafına çıkılan bahçe kapısı ve bu bahçe çevresinde çavuşbaşı, tevkiî, telhisci kapıları ve Nallımescid mahallesine bakan divanhane ve bunun merasim kapısı vardı.” sözleri ile tasvir ettiğini belirtir.
Ne yazık ki Bâb-ı Âlî’nin geçmiş dönemlerine ait yeteri kadar açıklayıcı bilgi yoktur. Bazı anlatıların satır aralarına sıkışmış açıklamalar bize yeteri kadar bilgi vermemektedir. Daha detaylı bilgi için yüz yıllardır çizilen şehir silüetlerine ve erken dönemlerden itibaren yapılan haritalara başvurmak gerekir. Bâb-ı Âlî’ye ait erişebildiğimiz en erken tarihli görüntü Johann Baptist Homann’ın 1714 tarihli İstanbul Planı’dır.
Bu haritada Topkapı Sarayı’nın sol alt köşesinde, Ayasofya’nın altına düşen bölgede görülen ortası avlulu kare planlı yapı “Turckisch Canzeley / Türk Kançilaryası” olarak belirtilmektedir. 1720 yılında Nicholas Tindal tarafından hazırlanan ve 1734 yılında Dimitri Kandemir tarafından yayımlanan haritada ise hemen hemen aynı bölgede “7” sayısı ile işaretli yapı, haritanın açıklama bölümünde “The Grand Vezirs Palace” olarak belirtilmektedir.
1764 tarihli bir diğer haritada aynı bölgede “5” sayısı ile belirtilen bir yapı “Palais du Grand Visir” olarak gösterilmiştir.
1776 tarihli Choiseul Gouffier Haritası’nda “Visirazam Serai” olarak belirtilen yapı önceki haritalarda görülen lekelere nazaran daha detaylı olup, ortasında büyük avlu bulunan dikdörtgen plana sahiptir. Bu yapının 1755 Yangını’ndan sonra yapılan saray olması gerekir.
1785 tarihli Pierre Tardieu Haritası’nda da benzer konturlara sahip bir yapı yer almaktadır.
1819 tarihli François Kauffer Haritası’nda ise 1808 Yangını’ndan sonra yapılan biri ortasında avlu bulunan kare planlı diğeri ise avlusunun bir bölümü dışa açılan iki yapıdan oluşan Bâb-ı Âlî binalarıyla karşılaşmaktayız.
1836-1837 tarihli Moltke Haritası’nda ise bu kez karşımıza 1826 Yangını’ndan sonra yeniden yapılan Bâb-ı Âlî görüntüsü çıkmaktadır. “Höhe Pforte / Yüksek Kapı” olarak belirtilen yapının 1785 tarihli Pierre Tardieu Haritası’nda görülen iki avlulu yapıya göre oldukça farklı olduğu anlaşılmaktadır.
1839 Yangını ve 1878 Yangını’ndan sonra tekrar inşa edilen Bâb-ı Âlî’yi bu kez Eylül 1904 tarihli Goad Haritası’nda izlemek mümkün olmaktadır.
1911 Yangını’ndan sonraki Bâb-ı Âlî yapılarını ise 1913-1914 tarihli Alman Mavileri’nde görmekteyiz.
Eylül 1904 tarihli Goad Haritası’nda, ince, uzun bir dikdörtgen olarak belirlenen Bâb-ı Âlî binalarının batı yönündeki bölüm üzerinde “Sublime Porte / Bâb-ı Âlî” adı yazmaktadır. Daha açık bir renk ile belirtilen Alay Köşkü yakınındaki binanın üzerinde de aynı not bulunuyor, orta bölüm ise boş bırakılmış. Nallı Mescit’in yakınındaki bina ise Maliye Nezareti olarak kullanılmaktadır. 1913-1914 tarihleri arasında hazırlanan Alman Mavileri’nde ise günümüzde valilik olarak kullanılan yapı ile Alay Köşkü’ne yakın bloğun varlığını koruduğu gözlenirken, her iki binanın ortasında yer alan bloğun olmadığı anlaşılmaktadır. 1911 yılında vuku bulan yangın sonrası her iki binanın onarıldığı ancak ortadaki bloğun yapılmadığı anlaşılmaktadır. 1934 tarihli İstanbul Şehri Planı’nda da yapıların orta bölümünde yer alan bloğun tekrar inşa edilmediği anlaşılmaktadır.
Haritalardan elde edebildiğimiz bilgilere burada son verip, gravür ve fotoğraf gibi görsel belgeleri değerlendirmek isterim. Cornelis de Bruyn’ın 1679-1680 tarihli panoramasında Alay Köşkü civarında Bâb-ı Âlî olarak nitelenecek bir yapı görülmemektedir.
1752 tarihli François Vivares & Richard Dalton panoramasında da üzeri konik bir külahla örtülü olarak belirtilen Alay Köşkü’nün çevresinde Bâb-ı Âlî olarak nitelenecek bir yapı grubu seçilememektedir.
Hâlbuki daha önce belirttiğimiz gibi gerek Antoine Galland’ın 1673 tarihli notunda gerekse Johann Baptist Homann’ın 1714 tarihli İstanbul Planı’nda bölgede bir Türk İdari binası olduğu kayıtlıdır. Henry Aston Barker tarafından 24 Ocak-6 Haziran 1800 tarihleri arasında çizilen İstanbul panoramasında, yüksek duvarlarla çevrili avlular içinde Bâb-ı Âlî binaları seçilmektedir. Görülen yapıların, denize doğru bakan cephelerinin çok pencereli olduğu anlaşılmaktadır.
Bu yapılar 26-27 Ramazan 1223 / 15-16 Kasım 1808 gecesi vuku bulan ve tarihimizde Alemdar Vakası denilen ayaklanma sonrası yanar.
Muhtemelen 1850’li yıllara, Kırım Savaşı dönemine ait renkli gravürde, her ne kadar Ayasofya Camii ve Sultanahmed Camii abartılı bir şekilde belirtilmiş olsa da Bâb-ı Âlî binaları orta bölümünde yer alan çift taraflı merdiven dahi oldukça gerçekçi tarzda gösterilmiştir.
Bâb-ı Âlî binalarına ait ilk fotoğraf James Robertson’un 1854 tarihli panoramasında karşımıza çıkar.
Birbiriyle bağlantılı, büyük bir binalar kompleksi olarak görülen üç katlı yapıların denize dönük cephelerinde çok sayıda pencere bulunmaktadır. Artık kurumsal bir yapı kazanan Bâb-ı Âlî, bürokrasinin artması nedeniyle giderek daha büyük yapılara ihtiyaç duymaktadır. Aynı döneme ait bazı gravürlerde de karşımıza çıkan bu görüntü, bölgenin yoğun yapılanması sırasında Bâb-ı Âlî’nin önemli bir alanı kapsadığını göstermektedir. Muhtemelen 1875 yılında çekildiğini düşündüğümüz Guillaume Berggren panoramasında bu kez Bâb-ı Âlî binalarını daha net bir şekilde görebilmekteyiz.
Anlaşıldığı kadarıyla 1854 ile 1875 yılları arasında genel görünüşte önemli bir fark oluşmamıştır.
Bâb-ı Âlî’nin ana girişi Alay Köşkü karşısındaki anıtsal giriş kapısıdır. Bu kapının çok sayıda gravürü ve fotoğrafı bulunmaktadır. Sultan II. Mahmud döneminde (1808-1839), Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra yapılan binalar topluluğunun ihtişamını belirtmek için yapılmış olması gerekir.
Bu kapının günümüze ulaşmayan benzerlerine ise Eski Saray’ın 1826 sonrası Seraskerlik Binası olarak düzenlenen giriş kapısında ve Nusretiye Camii avlu giriş kapılarında rastlamaktayız. Eğrisel, dalgalanma hissi veren geniş saçaklar ve farklı bir alem dikkat çekicidir.
Bâb-ı Âlî’nin ana giriş kapısının iç avludan görünüşünü 1860 yılında Claude-Marie Ferrier’in çektiği bir karede görmekteyiz.
Avluyu çevreleyen duvar üzerine oturan üçgen bir alınlık, kapının her iki yanında muhtemelen güvenlikten sorumlu kişilerin ikâmet ettiği birer oda. Avluya giriş hafif eğimli bir rampa ile oluyor, avlunun bazı bölümleri taş kaplıyken, çoğunluğunun toprak olduğu anlaşılıyor. Ferrier avluda biraz daha yürümüş ve bir kare daha çekmiş.
Sağda, Bâb-ı Âlî binaları, her ne kadar bu binalar kendi içlerinde üç bölüm hâlinde değerlendirilse de avlu görünüşlerinde tek bir yapıymış gibi görülüyor. Fotoğrafta ve bazı gravürlerde iki taraflı merdivenle çıkılan, önünde kolonatlı bir arkad bulunan orta bölüm önemli gibi görülse de sadrazamın bulunduğu bölüm en sağdaki yapıdır. Aynı fotoğrafın bir de gravürü bulunmaktadır. Muhtemelen Avrupa dergi veya gazetelerinde baskı için kullanılan bu gravür, Ferrier’in fotoğrafından esinlenerek yapılmış olmalı.
Bâb-ı Âlî’nin en ilginç fotoğrafını Abdullah Kardeşler çeker, muhtemelen 1870’li yıllarda Topkapı Sarayı Harem Binaları’nın çatısından çekilen bu karede, 1878 Yangını öncesi binalarını görmekteyiz. Bu karede sadrazamın kullandığı binanın önünün alçak bitkilerle kaplı olduğu ve birkaç adet servi ağacı bulunduğu anlaşılmakta. Nallı Mescit’e doğru olan bölümün önünde kolonatlı bir arkad seçiliyor.
Daha sonra VII. Edward (1901-1910) adıyla tahta geçecek olan Galler Prensi Albert Edward 1869 yılı Nisan ayında İstanbul’u ziyaret eder. Bu ziyaret sırasında Bâb-ı Âlî’yi ziyaret ederek şerefine verilen bir resepsiyona katılır. Dönemin yazılı basınında büyük yer bulan bu ziyaret sırasında çizilmiş iki adet de gravür bulunmaktadır.
23 Aralık 1876 günü I. Meşrutiyet ilan edilir. 31 Mart 1877 günü toplanan Meclis-i Mebûsan 14 Şubat 1878 günü bir fermanla kapatılır. Bundan böyle uzun yıllar boyunca padişahın mutlak idaresi söz konusudur. Bâb-ı Âlî’nin yetkinliği tartışılır hâle gelir, her ne kadar bir hükûmet varsa da son karar saraya aittir. 23 Temmuz 1908 günü ilan edilen II. Meşrutiyet sonrası Bâb-ı Âlî’nin önemi artar ve artık tek karar mercii olarak kabul edilir. Bu arada 1911 Yangını sırasında yapı topluluğu büyük zarar görmüş olup avlusu yangın artığı ile doludur. Bu nedenle eski giriş kapısı değil Babıali Caddesi’ne açılan kapı kullanılmaya başlanır. Ancak bu kapı hiçbir zaman bir ülkenin başbakanlık binasının girişine yakışmayan, doğrudan esas kata girişi sağlayan bir kapıdır.
Bu görünüm imparatorluğun içine düştüğü zafiyeti göstermesi açısından bir ibret vesikasıdır. Ancak bugüne kadar gerek haritalar gerekse çizili belgeler ve fotoğraflara dayanarak detaylı bir araştırma yapılmamış, çoğunlukla yalnızca yazılı belgeler değerlendirilmeye çalışılmıştır. Dilerim bundan böyle bir kısmını bu yazımda sizlere sunduğum görsel belgelere dayanan bir araştırma yapılır ve bazı bilinmeyen noktalar açığa kavuşturulur.
































