Dolmabahçe Sarayı’na Ait Görsel Belgeler...
DOLMABAHÇE SARAYI’NA AİT GÖRSEL BELGELER
Millî Saraylar, 3, İstanbul, 2006, s. 21-35.
Apassıonata
(Tutkulu bir duyguyla))
1952 yılında ilkokula başladım. Henüz cumhuriyetin otuzuncu yılını kutlamamıştık. Bir insan ömrü ile karşılaştırıldığında Cumhuriyetin henüz çocukluk devresini sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Belki ilkokuldaki öğretmenim değil ama ortaokul ve lisedeki öğretmenlerimin hemen hepsi eski Türkçe okumayı ve yazmayı biliyorlardı. Koskoca bir imparatorluğun yok oluşunu görmüşler, bir devletin dağılışının yaşandığı sıkıntıyı çekmişler, çağdaş bir cumhuriyete kavuşmanın onurunu taşımışlardı. Hemen hepsinde büyük bir travmanın izlerini görmek mümkündü. Başka bir alfabe ile öğrenim görmelerine rağmen hızla yeni bir alfabeye adapte olabilmiş ve devrimin verdiği güçle modern cumhuriyetin gerçekten ilk kuşaklarının eğitim sürecinde görev almışlardı.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bir yıl boyunca Rusya ve daha önce Sovyetler Birliği’ni oluşturan yeni cumhuriyetlerde tarih dersi okutulamadı. Çünkü o güne dek müfredatta olan tarih kitapları gerçekleri anlatmıyordu ve artık okutulmalarının bir anlamı kalmamıştı. Hemen hemen aynı sıkıntıları Türkiye Cumhuriyeti’nin de yaşadığını düşünüyorum. 1920’lerden sonra o güne kadar bilinen ve öğretilen tarihin yeniden düzenlenmesi gerekirdi. Osmanlı İmparatorluğu artık tarihe karışmıştı ve onun tarihe bakış açısı ile Cumhuriyetin tarih anlayışı arasında önemli farklar vardı. İmparatorluğun yücelttiği değerler ile Cumhuriyetin kabul edebileceği değerler uyuşamazdı.
Jason Goodwin, 1998’de yayımlanan "Lords of The Horizons" [Goodwin 1998] isimli kitabının giriş bölümünde "Bu kitap, mevcut olmayan bir halk hakkındadır. "Osmanlı" sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşan yoktur. Sadece birkaç profesör onların şiirini anlar. 1964’de Sofya’da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirini tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde "Bizim klasiğimiz yoktur" diye yanıt vermişti." demektedir [Goodwin 1998, x]. Söylendiği tarihten 34 yıl sonra bir kitabın giriş bölümünde yer alan bu geçmişimizi red sözcükleri, o yıllardaki tarihe bakış açımızı en güzel şekilde yansıtmaktadır.
Bizler, tarihi cumhuriyetin değerleri ile okuduk; Yıldırım Bayazıd, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, biraz da III. Ahmed, III. Selim ve II. Mahmud bize aittiler, ama IV. Murad, IV. Mehmed hele hele Deli İbrahim, II. Abdülhamid reddedilmiş bir geçmişin kötü padişahları idi. Özellikle son dönemlerde Padişahlar millet sıkıntı içinde iken büyük borçlara girerek saraylar yapmış, zevki sefa içinde çok büyük bir devletin kaynaklarını kendi menfaatleri için kullanmışlardı. Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı övünülecek değil, deyim yerindeyse utanılacak yapılardı. Hele hele o Çırağan Sarayı ibreti alem için yangın artığı olarak teşhir edilmekteydi. Bahçesine gençler için bir stad bile yapılmıştı.
Mimarlık eğitimine devam ettiğim yıllarda, yüksek duvarlar içine hapsedilmiş, insanlar ile ilişkisi kesilmiş bu yapılar bende itici bir duygu uyandırırdı. Yükselen bir imparatorluğun görkemini yansıtan Topkapı Sarayı’nın yanında bu yapılar bana küçülen, peş peşe yenik düşen, kötü yönetildiği için yok olan bir devleti hatırlatırdı. Zaman zaman büyük amcamın saray baş mimarı olması nedeniyle ziyaret ettiğim Dolmabahçe Sarayı’na çekine çekine gider (Y. Mimar Hurşit Altuncu), büyük bir sessizliğin hüküm sürdüğü Hazine-i Hassa bölümünün üst katındaki yüksek tavanlı çalışma odasına girerdim. Büyük amcam kısa bir süre sonra emekli oldu ve yerine rahmetli Lemi Şevket Merey atandı. 1967’nin yaz başında staj çalışmam için beni yanına çağırdı. Her ne kadar sevmesem ve hatta bir anlamda nefret etsem de, artık ben de Dolmabahçe Sarayı’nın bir parçası olmuştum. 1967 yazı boyunca sarayda çalıştım, rölöveler yaptım, bazı düzenleme ve onarımlara nezaret ettim. Bu birliktelik 1969 yılı sonuna kadar devam etti. Bu süre içinde Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları ile Küçüksu Kasrı’nda önemli çalışmalara katkıda bulundum. Giderek bu yapıları sevmeye, onların taşıdığı değerleri anlamaya, mimarisinin ve yapılışının nedenlerini düşünmeye başladım. Bu yapılar bize anlatıldığı gibi zevki sefa için değil, giderek dünyanın gerçeklerinden uzaklaşan, kendi içine kapanan bir devletin dışa açılması, dünyanın sayılı güçlerinden biri olduğu bilincinin kendi milleti ve dış güçler tarafından anlaşılması, imparatorluğun giderek gölgelenen görkemini yansıtmaları için yapılmışlardı. Gerek kütlesel tesirleri, gerekse dış görünüşleri yadırgansa da, mimari planlama ilkeleri olarak geleneksel plan Türk Evi prensiplerine bağlı kalınmaya çalışılmıştı [Eldem 1968, 201; Eldem 1984-87, 146-147 ve 152-153]. O yılların üstünden kırk yıla yakın zaman geçti, bu saraylara giderek artan bir sevgi ile bağlandım. Bu yapılardan çok şey öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum. Ancak öğrendiğim en önemli şey, sevsek de, sevmesek de bu yapıların kültürümüzün bir ürünü olduğu ve onların varlığı ile övünç duymamız gereği oldu.
Dolmabahçe Sarayı
Bu yazıda Dolmabahçe Sarayı’nın hemen hiç bilinmeyen bazı yönlerini görsel belgelere dayanarak açıklamaya çalışacağız. Dolmabahçe vadisi daha önceleri bir koydur. 1544-1547 yılları arasında şehre gelen Petrus Gyllius bu koyda istiridye yetiştirildiğini ve hemen üstündeki yamaçta Ptolemais Philedelphos adına yapılmış bir tapınak bulunduğundan bahseder [Gyliius 2000, 89]. Daha sonraları Sultan I. Ahmed (1603-1617) döneminde Sadrazam Nasuh Paşa (Ağustos 1611-Ekim 1614) bu koyu doldurur [Süreyya 1996, IV, 1230]. Evliya Çelebi, eskiden servili küçük bir bağ bulunan bu yerin doldurulduktan sonra meydan haline geldiğini, Sultan Osman’ın (II. Osman 1618-1622) bu alanda cirit oynadığını, daha sonra bahçeye çevrilen bölgede, Yavuz Sultan Selim’e ait bir köşk ile havuz bulunduğunu söyler [Evliya 2003, I, 2, 409]. 1673-1684 yılları arasında bölgeyi gezen Eremya Çelebi de buranın saraya ait bir bostan olduğunu belirtir [Eremya 1988, 39]. Beşiktaş Bahçesi ile Kabataş’taki Karabâli Bahçeleri arasındaki denizin 400 arşın genişliğinde doldurulması ile elde edilen bu alan hasbahçeler arasına katılmıştır [Ayvansarâyî 2001, 489]. Sultan IV. Mehmed ile Sultan I. Mahmud’un bu hasbahçede bazı köşk ve binalar yaptırdıkları bilinmektedir [Erdoğan 1958, 170]. Bu köşkler içinde Sultan I. Mahmud tarafından H. 1161 / 1748 yılında yaptırılan Bayıldım Köşkü özel bir önem arz etmektedir [Eldem 1974, 231 vd; Tanmun 1998, 61 vd]. İlk Dolmabahçe Kasrı olan bu yapının bugüne kadar bilinen tek fotoğrafı James Robertson’un 1853 tarihinde çektiği karedir. Kasrın ve önündeki set duvarlarının bir kısmının görüldüğü bu karede kasır çevresinde bazı hafriyat çalışmaların yapıldığı anlaşılmaktadır. Kısa süre sonra çekilen bir diğer fotoğrafta ise artık Bayıldım Kasrı yer almamaktadır. Görüldüğü gibi, Bayıldım Kasrı sanıldığı ve pekçok kaynakta belirtildiği şekilde ahşap yapı korkusu ile Sultan Abdülaziz döneminde değil, çok daha önceleri 1853-1857 tarihleri arasında Sultan Abdülmecid döneminde yıktırılmıştır. Robertson tarafından 1853 yılında çekilen bir diğer fotoğrafta ise Bayıldım Kasrı’nın tamamı görülmektedir. Dolmabahçe Sarayı’nın Selamlık Bahçesi hizasındaki tepenin önünde oluşturulan set bahçe üzerine inşa edilen Bayıldım Kasrı, kırma çatılı, muhtemelen alaturka kiremit kaplı, anlaşıldığı kadarıyla ön bölümleri iki katlı, arka bölümü zemine oturan, alçak ve yayvan bir yapıdır. Gerisinde sık ağaçların yer aldığı bir bahçe vardır. Olağanüstü bir İstanbul ve Üsküdar manzarasının görüldüğü bu ahşap yapıdan 1835-1836 yılları arasında şehirde bulunan Miss Pardoe övgüyle bahseder [Pardoe 1838, 95]. 1834 yılında Saliha Sultan’la Halil Rıfat Paşa’nın 1836 yılında ise Mihrimah Sultan ile Said Paşa’nın düğünlerinde misafirlerin ağırlanması ve ziyafetler için kullanılan [Şehsuvaroğlu 1986, 58; Ahmed Lûtfî 1999, 4-5, 817 ve 867] bu köşkün bir diğer görünüşüne ise J. Charallyan’ın 1852 tarihli fotoğrafında rastlıyoruz. Saçakları ve üst kat pencerelerinin bir bölümünün görüldüğü bu kare sarayın Selamlık Bahçesi’nden çekilmiştir. Ernest Edouard de Caranza’nın 1852 tarihli fotoğrafında ise Bayıldım Kasrı kareye girmekle beraber net görüntü net değildir.
Dolmabahçe Sarayı hemen hemen aynı alanda bulunan ve bir dönem Melling tarafından büyük oranda yenilenen Beşiktaş Sahilsarayı’nın yerine inşa edilir. Sultan II. Bayezıd döneminde Dolmabahçe koyundan az ileride Küçük Arab İskelesi yakınında Kapdan Paşa Yalısı olarak tanınan ve daha sonra Cağaloğlu Yalısı adını almış bulunan yapı saraya intikal ederek Beşiktaş Bahçesi adı ile hasbahçeler arasına katılır [Erdoğan 1958, 167]. Sultan I. Ahmed döneminde burada yedi kubbeli bir köşk yaptırıldığını ancak padişahın bir türlü bu yapıda oturmadığı bilinir [Erdoğan 1958, 167]. Daha sonra Sultan IV. Mehmed döneminde bu yapı büyük oranda yıktırılarak tadil edilir. Ayrıca buradaki bostan cirit meydan olarak tanzim edildikten sonra Sultan IV. Mehmed Üsküdar Sarayı’dan buraya naklihane ettirilmiştir [Erdoğan 1958, 168]. Anlaşılan yaz aylarında ilk olarak Beşiktaş Sahilsarayı’nda ikamet eden padişah Sultan IV. Mehmed’tir. Daha sonra 3 Temmuz 1719 günü devrin padişahı Sultan I. Ahmed’in Tersane Bahçesi’nden Beşiktaş Sarayı’na geçtiğine dair bir kayıt vardır [Silâhdar 1969, II, 389]. Beşiktaş Sahilsarayı Sultan II. Mahmud tarafından yaz ayları boyunca kullanılmıştır [Ahmed Lûtfî 1999, 2-3, 342 ve 4-5, 819; Beydilli 2001, 120-132-135, 151]. Yedinci ve sekizinci çocukları Şâh Sultan (13 Ca 1227 / 4 Haziran 1812) ve Mihrimâh Sultan (29 Ca 1227 / 10 Haziran 1812) bu sarayda dünyaya gelirler [Beydilli 2001, 147-148, 158]. Ahşap olan bu sarayın devamlı bakım istemesi ve onarım maliyetlerinin giderek artması yıkılarak yenilenmesini gerektirir. Ayrıca yapılan reform çalışmaları ve hız kazanan Avrupa ile temaslar sonrası sarayın mimari anlayışı da değişmiştir. Artık büyük ebadlı ahşap yapılar yerine kâğir ve imparatorluğun haşmeti ile orantılı, batı tarzı yapılara özlem vardır.
4 Mayıs 1836 günü Mihrimah Sultan ile Said Paşa’nın nikahları dolayısıyla yapılan tören alayının Dolmabahçe Sarayı’ndan hareket ettiğini bilmekteyiz [Ahmed Lûtfî 1999, 4-5, 879]. 8 Ağustos 1840 günü bu kere Atiyye Sultan’ın Fethî Paşa ile yapılan düğün töreni dolayısıyla Dolmabahçe sahasının adı geçer [Ahmed Lûtfî 1999, 6-7-8, 1057]. Tüm bu kayıtlara karşı, Beşiktaş Sahilsarayı’nın hangi tarihte yıkıldığı ve hangi tarihte yeni sarayın yapımına başlandığı bilinmez. Genel olarak eski sarayın sökümüne 1844, yeni sarayın yapımına ise 1845 yılında başlandığı kabul edilmektedir [Gülersoy 1984, 47; Esemenli 2002, 34]. Ancak, yapının çeşitli noktalarında yer alan tuğraların altlarındaki tarihler sarayın 1842 ile 1856 tarihleri arasında çeşitli bölümler halinde inşa edildiğini göstermektedir [Taşdelen-Gürün 2005, 13]. Sultan Abdülmecid’in saraya hangi tarihte taşındığı konusunda çeşitli kaynaklarda önemli farklılıklar görülür. Ahmed Lûtfî Efendi tarihinde Valide Camii’in 24 Mart 1855 tarihindeki açılışı ve 9 Nisan 1857 günü Beşiktaş Sahilsarayı’nda yapılan bir toplantı dışında bu konuda bir açıklama yoktur [Ahmed Lûtfî 1984, IX, 115 ve 134]. Ancak, 7 Şevvâl 1271/11 Haziran 1856 tarihli Cerîde-i Havâdis gazetesinde, sarayın yapım ve döşenmesinin bitmiş olduğu ve Sultan’ın 7 Haziran 1856 günü saraya geçtiği belirtilmektedir [Taşdelen-Gürün 2005, 15].
Robertson tarafından çekilen 1853 tarihli fotoğrafta sarayın inşaatının devam ettiği görülmektedir. Muayede Salonu’nun çatı kaplamaları tamamlanmakta olup, Saltanat Kapısı’nın gerek iç, gerekse dış bölümünde moloz yığınları seçilmektedir. Selamlık Bahçesi’nin deniz bölümünde bazı düzenlemelerin yapıldığı ve geniş çim tarhların oluşturulduğu gözlenir. Sarayın Hazine Kapısı’nın önü ise tam bir inşşat şantiyesi gibidir. Meydandan gelişi güzel dizilmiş bir tahta perde ile ayrılan şantiye alanında pek çok malzeme bulunmaktadır. Hazine-i Hassa bölümünün cephesinde kurulmuş iskele bu bölümdeki çalışmaların bitmediğini göstermektedir. Burada ilgi çekici bir ayrıntı seçilmektedir. Eski Mefruşat Dairesi’nin çatı bitişinde balüstratların görülmesine karşı, Hazine-i Hassa Binası çatısı farklı bir şekilde bitmektedir. Kısa süre içinde Hazine-i Hassa Binası’nın tüm cephesine iskele kurulacak ve bu bölümün çatı bitişi Eski Mefruşat Dairesi’ne benzetilecektir. Robertson ve Beato imzalı, 1856-1857 tarihleri arasında çekildiği düşünülen bir diğer fotoğrafta, Hazine-i Hassa Binası çatısında benzer balüstratlar görülecektir. Ancak daha sonra gerek 1876-1877 tarihli Pascal Sebah fotoğrafında, gerekse 1880 tarihli Guillaume Breggren fotoğraflarında Eski Mefruşat Dairesi ile Hazine-i Hassa Binası’nın çatı bitişlerinin ilk yapılışlarına dönüştürüldüğünü görmekteyiz.
Sarayın Sultan Abdülmecid tarafından kullanıldığının bilindiği 1856-1857 tarihleri arasında çekilen Robertson-Beato fotoğrafında Mabeyn-i Hümâyûn / Selamlık Bölümünün çatısında yapılan bir onarım çalışması ve bu bölümün deniz cephesine kurulduğu anlaşılan bir askı elamanı dikkat çekicidir. Mabeyn-i Hümâyûn Bölümünün girişindeki üçgen alınlık içinde bulunan Sultan Abdülmecid’e ait tuğranın altındaki H. 1263 / 1847 tarihinin yapının bitiriliş tarihi olduğu düşünülürse yaklaşık on yıl sonra çatıda bir onarım gereksiminin ortaya çıktığı kabul edilebilir. Bu fotoğrafın ilginç bir diğer yönü yapıların tamamlanmasına müteakip Hazine Kapısı önündeki şantiye kaldırılması ile oluşturulan bahçedir. Geniş bir düz alan olarak düzenlenen bu bahçede büyük tarhlar gözlenmektedir. Gerek bu bahçede, gerekse Selamlık Bahçesi içinde hiçbir yüksek bitki yoktur. Alçak bitkiler ve çim alanlarla yapılan bu bahçe düzenlemesi Osmanlı bahçe düzeninden ziyade, batı tarzı bir bahçe düzenini çağrıştırmaktadır. Bu tür bir bahçe düzeni ile yapılar ağaçların arkasına saklanmamış, gerek ana yapı, gerekse giriş kapıları ve ek binalar tüm görkemleri ile seyredilebilir olarak bırakılmışlardır.
Ön planda Saray Tiyatrosu’nun bitmiş olarak göründüğü bir diğer panoromada ise gerek ön bahçe, gerekse Birinci Avlu’da bazı ağaçların büyüdüğü ve yapıların bir bölümünü örtükleri görülmektedir. Birinci Avlu’da yükselen ağaçlar görülmesine karşı, ön bahçede bazıları büyüyen ve gelişen alçak bitkiler seçilmektedir. Birinci Avlu’da görülen ağaçlar ise fotoğraftan anlaşılan formları gereği kavak benzeri yaprağını döken ağaçlar olmalıdır. Ön bahçenin net olarak görüldüğü 11 Ağustos 1863 [Eldem-Akozan 1982, 13; Kuban 1994, 282; Cezar 2002, 429]. Sarayburnu’nda görülmekte olan Topkapı Sahilsarayı 25 safer 1280/11 Ağustos 1863 günü yanar] öncesine tarihlenen iki fotoğrafta ise geniş çim alanlar, renkli çiçek öbekleri ve alçak bitkiler seçilmektedir. Ön bahçe, bir bölümü günümüze ulaşan taş babalara bağlı demir parmaklıklar ile yoldan ve meydandan ayrılmış olup, biri meydana, diğeri yola açılan demir parmaklıklı iki giriş kapısına sahiptir. Her iki giriş kapısının taş babalarının üstünde havagazı fenerleri bulunur. Ayrıca ön bahçenin meydana bakan bölümünde parmaklıkların dışında da bir çim alan mevcuttur. Bu alanı yoldan alçak bir ahşap parmaklık ayırmakta olup, üç adette yüksek havagazı feneri seçilmektedir. Ön bahçeyi, yoldan ayıran parmaklıkların dışında içine belirli aralıklarla dikilmiş yaprağını döken ağaçların bulunduğu bir toprak alan yer almaktadır. Düzgün döşeli bir taş kaldırım onun dışında ise yine düzgün aralıklarla dikilmiş yaprağını döken bir grup ağaç vardır. Kaldırım ve bu ağaçları yoldan ayıran açık renk boyalı güçlü bir ahşap parmaklık sonrası geniş cadde görülmektedir. Ön bahçenin tek ağaç dikilen bölümü Mefruşat Dairesi ile Selamlık Bahçesi’nin birleştiği noktaya dikilen yaprağını döken ağaçlardır. Fotoğrafın kış mevsiminde çekilmesi dolayısıyla ağaçlar yapraksızdır ve bu nedenle seçilmeleri zordur. Benzeri bir görüntü Gümüşsuyu sırtlarından çekilen bir karede de karşımıza çıkar. Ön bahçede Mefruşat Dairesi’nin köşesi hariç ağaç yoktur. Hazine Kapısı’nın önünde muhtemelen küçük çakıl taşları ile kaplı geniş bir düz alan ve muntazam düzenlenmiş çiçek tarhları ile alçak bitkiler görülür. Bazı fotoğrafta kendi bildiğine büyümüş olarak görülen alçak bitkilere zaman zaman form verildiğini anlıyoruz. Selamlık Bahçesi’nin büyük bir bölümü de çim alanlar ve alçak bitkilerle donatılmıştır; çakıl taşı kaplı geniş alanların ortasına yapılan bu düzenlemeler, özellikle sarayın deniz cephesi boyunca uzanmakta olup sarayın tüm cepheleri net bir şekilde görülmektedir.
Aniden bir değişiklik olur ve tüm ön bahçeki düzenleme ortadan kaldırılır. Çiçek tarhları, bitkiler, bahçe parmaklıkları sökülür, tüm alan sanki bir tarla gibi yol ve bahçe sınırlarına dikilen ağaç fidanları ile karşımıza çıkar. Muhtemelen Sultan II. Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında yapılan bu çalışma sonrası, Hazine Kapısı’na giden yol bile nerede ise bir çamur deryası gibidir. Kısa süre öncenin o bakımlı bahçesi yok olmuş, bir özensizlik, bir terk edilmişlik egemen olmuştur. Caddeki yol arnavut kaldırımı yol dokusunun seçildiği bir diğer fotoğrafta ise, diplerinde büyümüş otlar ile biraz serpilmiş bu ağaçlar görülmektedir. Her üç fotoğrafa da dikkatlice baktığımızda gerek Hazine-i Hassa, gerekse Mefruşat Dairesi’nin saçak bitişlerindeki kurşun kaplamada bozulmalar olduğunu görürüz. Her iki fotoğrafta da Selamlık Bahçesi’nde saray yapısına yakışmayan uzun kavak ağaçlarının bulunduğu görülmektedir. Anlaşılan saray uzun bir zamandır bakımsız kalmıştır ve genelde bir terk edilmişlik havası mevcuttur.
Bu fotoğraflarda ilgimizi çeken bir başka görüntü ise sarayın cadde cephesine dikilen uzun direklerdir. Robertson’un fotoğrafında üzerinde üç adamın oturduğunu gördüğümüz uzun direk, anlaşılan bu direklerden biridir. Muhtemelen bayrak direği olarak kullanılan bu direkler, bilinmeyen bir tarihte sökülür.
Saray’ın inşası sırasında Selamlık Bahçesi’ne yapılan limonluk binalarını da bu fotoğraf vasıtası ile öğreniyoruz. Saltanat Kapısı’nın bahçeye bakan her iki yanındaki girinti şeklindeki boşluğa yapılan limonluk binaları, dış duvarın yüksekliğindedir. Beşik çatılı bu yapılar, kompozit başlıklı, sık aralıklı sütunlara oturan, arşitravlı bir kiriş ile bitirilmiştir. Çatıları geniş ahşap kirişlerin üstüne konulan demir bir karkas ile kaplanmaya başlanmıştır. Muhtemelen bu demir karkas cam ile örtülecektir. Yapımı hemen hemen tamamlanan bu limonluk binalarını 1876 sonrası çekilen fotoğraflarda göremeyiz. Limonluk binaları yıkılmış ve bu alan bahçeye katılmıştır.
Seyrinize sunduğumuz bu fotoğrafların içindeki en ilginç kare hiç şüphesiz 98 numaralı karedir. Muayede Salonu önündeki bahçeden çekilen bu fotoğrafta, ön planda Selamlık Bölümü’nün bir kısmı ile Muayede Salonu ve Harem Bölümü görülmektedir. Şaşırtıcı olan bu bölümde küçük bir liman inşa edilmiş olmasıdır. 5 Kasım 1853 tarihli Illustrirte Zeitung’da [Tuğlacı 1981, 66; Gülersoy 1984, 67] yayımlanan bir gravürde karşımıza çıkan bu görüntünün gerçek olmadığı, gravürü çizen kişinin hayal gücüne dayandığı ileri sürülmüşse de bu fotoğraf küçük limanın gerçekten var olduğunu göstermektedir. Muayede Salonu’nun giriş merdivenlerinin inşa edildiğini gördüğümüz karede, küçük liman tamamlanmış olup, deniz seviyesinden yedi basamakla bahçeye çıkıldığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen padişahın saraya denizden erişmesi için yapılan bu küçük barınağın boyutunu ve niçin inşa edilip, niçin iptal edildiğini bilemiyoruz. Benzeri küçük bir kayıkhane de daha ileride, Veliaht Dairesi ile Musâhibân Dairesi arasında kalmaktadır. 1980 sonrası bu küçük liman yapılan kazılar ile açığa çıkarılmış ve yapılan onarım sonrası kullanılır hale getirilmiştir.
Bugüne kadar, Dolmabahçe ve diğer Milli Saraylar ile ilgili olarak yapılan araştırmalar ve yayınlar maalesef yetersizdir. Bu yapıları hala yeteri kadar benimsemiş değiliz. Aradan geçen bunca zamana karşı içimizde bir burukluk, bir uzak durma hissi var. Belki de bu sarayların doğasından gelme bir çekingenlik onlara gereken ilgiyi göstermemize mani oluyor. Üstelik son zamanlarda yapılan bazı düzenlemeler ile bu yapılara yaklaşmak da giderek zorlaşıyor. Zaten yüksek duvarlarla çevrili bu yapıların çevresine bir de yüksek parmaklıklar yaparak tümden millete kapatılması yanlış olmuştur. Bu arada Dolmabahçe Sarayı ön bahçesindeki yolun her iki yanına yapılan yüksek çiçek düzenlemeleri, bu ve diğer bahçelerin giderek bir koruya dönüşen ağaç düzeni yapıları büyük oranda örtmekte ve görünmelerine mani olmaktadır. Tüm dünyada bu ve benzeri yapıların çevresi ağaçlardan arındırılmıştır, çünkü bu alanlarda önemli olan ağaçlar değil, yapılardır. Sanki bu ve benzeri yapılarımızı onlardan utanıyor, onları saklanması gereken birer obje gibi görüyor ve ağaçlarla meraklı bakışlardan gizliyor gibiyiz. Gerçekten dirayetli bir yöneticinin bu ve benzeri yapılarımızı yeşil sevdalısı ellerden kurtarıp, görünür hale getirmesini dilerim. Tüm baskılara ve aykırı görüşlere direnecek bir yönetici, gerek Dolmabahçe Sarayı’nın, gerekse diğer saraylarımızı ağaçların gölgesinden kurtarıp, yüz elli yıl öncesinin emsalsiz görüntüsüne ulaştırabilir. Ne yazık ki XXI. yüzyılın başında, XIX. yüzyılın yöneticilerinin ön görüsüne sahip olamıyoruz...
KAYNAKÇA
Ahmed Lûtfî 1984
Ahmed Lûtfî Efendi, (Yay. Münir Aktepe), Vak’a-nüvis Ahmed Lûtfî Efendi Tarihi, IX, İstanbul, 1984.
Ahmed Lûtfî 1999
Ahmed Lûtfî Efendi, (Ed. Nuri Akbayar), Vak’a-nüvis Ahmed Lûtfî Efendi Tarihi, 1-8, İstanbul, 1999, 4 Cilt.
Ayvansarâyî 2001
Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, (Haz. Ahmed Nezih Galitekin), Ali Sâtı’ Efendi, Süleyman Besim Efendi, Hadikatü’l -Cevâmi, İstanbul Câmileri ve Diğer Dînî-Sivil Mi’mâri Yapılar, İstanbul, 2001.
Beydilli 2001
Kemal Beydilli, Osmanlı Döneminde İmamlar ve Bir İmamın Günlüğü, İstanbul, 2001.
Cezar 2002
Mustafa Cezar, Osmanlı Başkenti İstanbul, İstanbul, 2002.
Eldem 1968
Sedad Hakkı Eldem, Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul, 1968.
Eldem 1974
Sedad Hakkı Eldem, Köşkler ve Kasırlar, II, İstanbul, 1974.
Eldem 1984-87
Sedad Hakkı Eldem, Türk Evi, İstanbul, 1984-87, 3 Cilt.
Eldem-Akozan 1982
Sedad Hakkı Eldem-Feridun Akozan, Topkapı Sarayı, İstanbul, 1982.
Erdoğan 1958
Muzaffer Erdoğan, "Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri", Vakıflar Dergisi, 4, Ankara, 1958, s. 149-182.
Eremya 1988
Eremya Çelebi Kömürciyan, (Çev. ve Notlar. Hrant D. Andreasyan), İstanbul Tarihi, İstanbul, 1988.
Esemenli 2002
Deniz Esemenli, Osmanlı Sarayı ve Dolmabahçe, İstanbul, 2002.
Evliya 2003
Evliya Çelebi Derviş Muhammed Zılli, (Haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul, İstanbul, 2003.
Goodwin 1998
Jason Goodwin, (Çev. Armağan Anlar), Ufukların Efendisi Osmanlılar, İstanbul, 1998.
Gülersoy 1984
Çelik Gülersoy, Dolmabahçe, İstanbul, 1984.
Gyllius 2000
Petrus Gyllius, (Çev. Erendiz Özbayoğlu), İstanbul Boğazı, İstanbul, 2000.
Kuban 1994
Doğan Kuban, "Topkapı Sarayı", DB İstanbul Ansiklopedisi, VII, İstanbul, 1994, s. 280-291.
Pardoe 1839
Miss Pardoe, The Beauties of the Bosphorus, London, 1839.
Tanman 1998
M. Baha Tanman, "Bayıldım Köşkü", DB Beşiktaş, İstanbul, 1998, s. 61-64.
Silâhdar 1969
Silâhdar Fındıklılı Mehmet Ağa, (Sadeleştiren: İsmet Parmaksızoğlu), Nusretnâme, İstanbul, 1969.
Süreyya 1996
Mehmed Süreyya, (Haz. Nuri Akbayar), Sicill-i Osmanî, İstanbul, 1996, 6 Cilt.
Şehsuvaroğlu 1986
Haluk Şehsuvaroğlu, Boğaziçi’ne Dair, İstanbul, 1986.
Taşdelen-Gürün 2005
Ömer Taşdelen-Aydan Gürün (Ed), Dolmabahçe Sarayı, Ankara, 2005.
Tuğlacı 1991
Pars Tuğlacı, İstanbul Ermeni Kiliseleri, İstanbul, 1991.