Eski Eser Binaların Yapımında Yaşanan Bürokratik Zorluklar...
AnasayfaMedyaYayımlar ve Bildiriler

Eski Eser Binaların Yapımında Yaşanan Bürokratik Zorluklar...

KAYDIRIN

< Geri dönün

ESKİ ESER BİNALARIN YAPIMINDA YAŞANAN BÜROKRATİK ZORLUKLAR

42, İstanbul, 2007, s. 54-63.

Sinan Genim [TAÇ Vakfı Başkanı]: Teşekkürederim efendim. Her şeyden önce ben bir mimarım. Bu konuda eğitim aldım ve 40 yıla yakın bir süredir de mimarlık yapmaya çalışıyorum, mesleğimle de her zaman övünç duydum. Mimar sözcüğü nereden gelir diye merak ederim. Çünkü bir dönem, 1930'lardan 1935'lere kadar arkitekt olarak isimlendiriliyoruz, harf devrimini takiben yapılan bazı yapıların üstünde arkitekt yazar. Batıdan alınma bir sözcük. Mimar Arapça olduğu için onun yerine arkitekt deniliyor. Mimar Arapça ümran kökünden geliyor. Arapça ümran kelimesi dilimizde, bayındırlık, bayındırlaşma, medeniyet, ilerleme, refah, saadet ve mutluluk olarak açıklanabilir. Bu kökten türetilen bir diğer kelime ise, şenlendirme ve bayındır etme anlamına gelen imar sözcüğü. Şehirlerimiz imar ediliyor, belediye meclislerimizde herkesin çok talip olduğu imar komisyonları var. Bu komisyonları, bulundukları yöreleri, bayındırlaşan, şenlendiren, oradaki insanların mutlu bir hayat sürmesine neden olan komisyonlar diye anmak gerekir. Bu yüzden ben geniş anlamda mimarları, insanlara refah ve mutluluk getiren, bireylerin ve yaşam çevrelerinin şenlenmesine katkıda bulunan meslek mensupları olarak algılarım. Yani “Şenlendiriciler”. İnsanların yaşam çevresini zenginleştiren, onların yaşamlarını hareketlendiren ve renklendiren, çevreleriyle birlikte mutlu olarak yaşamaları için onlara evler, hastaneler, okullar, içinde bulunduğumuz salonlar gibi salonlar, sinemalar, tiyatrolar yapan veya benzeri yapılar yapmaya çalışan, insanlar olarak görürüm. Mimar benim gözümde yalnız proje çizen insan değildir. Mimar gerçekte yapı yapar. Bazı insanlar notlar alırlar, bu notlar sonucu eğer roman, hikâye, şiir yazıyorlarsa, yazar olarak anılırlar. Yalnız notlar alan, daha sonra yazacağı yazıların hazırlıklarını yapan insana yazar denmez. Eğer eskizler yapan bir insan sonuna kadar eskiz yapıyorsa, o ressam değildir. Onun gerçekte resim yapması gerekir. Projeler, yapı yapmak için gereken prensipleri içeren, yazılı değil ama, çizgisel notlar ve kayıtlardır. Mimarın düşüncelerini ihtiva eder, mimarlık çok komplike bir meslek olduğu için, hele çağımızda, statik mühendisliği, makine mühendisliği, aydınlatma, akustik gibi çok çeşitli ve farklı meslek gruplarıyla bir arada çalışacağı için düşündüklerini onlarla uygun bir şekilde çakışacak projeler halinde çizen insandır. Sonunda bir yapı yapılmıyorsa, bu projeleri duvara asarsanız resim diye kimse seyretmez. Müzayedeye çıkarsanız satılmaz. Hayatını proje çizerek tamamlamış insanların yapısal deneyimi yoksa, bir yapı yapmamışsa, hayatları hakikaten çok sıkıntılıdır. Böyle bir iki kişiyi hepimiz tanırız. Hayatını yalnızca proje çizerek geçiren, düşünceleri proje aşamasında kalan insanların ne kadar mutsuz olduklarını gördük ve görmeye devam ediyoruz. Bu sebeple mimar sözcüğünü kullanırken, gerçekten yapı yapan, projeleri ve kurguları yapıya dönüşmüş insanlar olarak düşünmemiz gerekir. Son zamanlarda yapıtları giderek artan, çağımızın ünlü bir mimarı var. Frank Ghery bir konuşmasında şöyle diyor: “Sizce bir mimar ne kadar özgür olabilir? Fiziksel kanunlar, kurallar, yönetmelikler, mühendislik sınırlamaları. Bazıları benim bu ufak oyun alanımı, daha da kısıtlamaya çalışıyorlar, işte buna dayanamıyorum...” Evet, bir yapı yaparken, mecbur olduğumuz fizik kuralları var. Deprem gibi tabiattan gelen ve fiziksel olarak hiçbir zaman karşı çıkamayacağınız kurallar var. Mühendisliğin getirdiği kurallar var. Bir yapının ayakta durması, içinin aydınlık olması, ışıklandırılması, konuşmalarımızın birbirine karışmadan duyulabilmesi, ısıtılması, soğutulması gibi, bunların yanında yönetmelikler var, imar kuralları var, imar durumları var. Ama ülkemizde büyük bir sıkıntı daha görülüyor. Bütün bu kuralların yorumları kişiden kişiye değişiyor. Bilbao, Gugenheim müzesini, inanılmaz derecede etkilendiğim Prag'daki Ginger of Fred böyle bir binayı yapan, Frank Ghery gibi bir mimarı düşünürüm, eğer o şikayet ediyorsa. Bir sıkıntıdan, büyük bir sıkıntıdan bahsediyorsa, o zaman biz ne yapalım diye çok ciddi şekilde düşünüyorum ve şu sonuca varıyorum bakın. Ancak bunda müttefik miyiz bilmiyorum. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana 83 yıl geçti. Cumhuriyetimizin evrensel boyutta sunduğu bir bina yoktur dünyada. Bir düşünün. İstanbul'a gelenleri Topkapı Sarayı'na, Dolmabahçe Sarayı'na, Süleymaniye'ye, Sultanahmed'e götürüyoruz. Cumhuriyet döneminde yapılmış bina diye Atatürk Kültür Merkezine mi Galeria'ya, Canyon'a mı, Metro City'e mi götüreceğiz? Bu binaların dünyada çok daha mükemmel örnekleri yıllar önce yapılmış. Yaptığımız işte hata yok diye ısrar eden insanların ciddi şekilde düşünmesi gerekiyor? 83 yılda doğru dürüst yapılmış, modern mimarlığa örnek olacak kaç tane yapımız var? Bu örneklemeyi neden yaptım, çünkü korunması gerekli yapı restorasyonu bir mimarlık faaliyetidir. Mimarlığın bu düzeyde olduğu bir ülkede, korunması gerekli yapı faaliyetlerinin doğru dürüst olması da mümkün değildir. İleri bir mimarlık faaliyetidir üstelik restorasyon. Gerek Kültür Bakanlığı’nın yönlendirmelerine, gerek sevgili dostum Yalçın Kurt'un açıklamalarına, gerekse kamuoyunda sık sık duyduğumuz, bütün kurallar çok uygundur diyen insanlara inanmayın, 83 yıldır doğru dürüst bir bina yapmamışız. Bir de utanmadan İstanbul için gerçekten bir çirkinlik abidesi olan Atatürk Kültür Merkezi'ni Cumhuriyet dönemi kültür mirası olarak korumaya alalım diyoruz. Ciddi olarak herkesin bu işi düşünmesi lazım. Dostlarım, bir iş ya bilimle çözülür, ya zulümle. Konunun ülkemiz açısından da can alıcı noktası budur. Bugün ülkemizde koruma mekanizmaları ne yazık ki konuları bilimle çözecek kapasitede değildir. Üzülerek belirtmek isterim ki böyle bir çaba içinde de değiliz. Bu yüzden insanlarımıza, koruma adı altında zulüm yapılmaktadır. Kendi malını, mülkünü, koruyamayan bir devletin sokaktaki insanlara eziyet yapması affedilecek bir olay değildir. Bunu daha iyi açıklamak için bir örnek de vereceğim size. Bizim güzel dilimiz, Türkçemiz, gerçekten neyi ifade etmek istediğimizi, İngilizceye, Fransızcaya, Almancaya ve pek çok dile nazaran çok daha rahat ifade eder. Farkına varmadan ifade ederiz. Koruma bir kavramdır. İsim olarak kullanılır, sıfat olarak kullanılır, zamir olarak kullanılır. Ama emir olarak kullanılmaz. Koruma, diye emir verirsiniz, korumaz kimse. Koruma diyorsunuz. Şimdi hocanın başına gelen, benim de çok sık olarak başıma gelen, aramızdaki pek çok insanın başına gelen, devletin bu emridir. “Koruma” diye bağırıyor. Yalnız biz böyle anlamıyoruz, korumaya çabalıyoruz. Ama belki de devletin verdiği emirleri bizden daha iyi anlayan, bürokrat ve teknotratlar devletin verdiği emri yerine getiriyorlar ve korumuyorlar, korunmaması için çaba sarfediyorlar. Biz hâlâ anlayamadığımız için uğraşıyoruz. Eğer devletimiz daha doğrusu devlet adına bu yetkiyi kullanan teknotrat ve bürokratlar, hâlâ koruma diye emir vererek bu işi çözeceklerini zannediyorlarsa, sanırım hepiniz anladınız bu iş mümkün değil. Bu iş emirle olmaz. Emirle yapılmaya çalışıldığı süre içinde aldığımız mesafe bu. Bundan sonra da bu anlayışla bir mesafe almamız da mümkün değil. Bu iş eğitim sonucudur, bilgi, beceri gerektirir, her şeyden önce de akıl gerektirir. Ciddi şekilde akıl eksikliğimiz var. Ülkemizde bu konuda çok ciddi olarak bir irtica yaşanmaktadır. Korunması gerekli yapı konusunda ciddi bir irtica vardır. Neden mi irtica diyorum. Bakın; Gazi Mustafa Kemal, 1923 de İzmir'deki bir konuşmasında şöyle diyor: “Yaşam felsefesinin garip bir belirtisi olarak, her yeni ve yararlı şeye karşı, mutlaka bir kuvvet karşı çıkar. Bizim dilimizde buna irtica derler...”Çünkü bazı arkadaşlarımız der ki, bundan rant beklemeyin. Dünyada rant beklenmeyen hiçbir işin başarılı olması mümkün değildir. Herkes, her işten rant bekler. Bu da yapılan işin, verilen emeğin tabii bir sonucudur. Rant beklenmeyen bir işten hayır gelmez. Artı değer teşekkül edecektir. Bir taraftan bunları koruyacağız, yenileyeceğiz, daha çağdaş bir yaşam şansına kavuşmalarını sağlayacağız. İnsan bunun sonucunda pek tabiidir bir rant bekleyecektir. Buna karşı çıkmak irticadır. İrtica yalnız öyle dini açıdan karşı çıkmakla olmaz ki, her yeni düşünceye, ülke insanının hayat standartlarını yükselten, onun yaşamını renklendiren her şeye karşı çıkış irticadır. Allah rahmet eylesin, 1923'te söylemiş. 40 yıldır bu mesleğin içindeyim. 1967’de Dolmabahçe Sarayı mimarlığıyla başladım, çok şey öğrendim. 100'ün üzerinde uygulama yaptım. Bütün çabam, geleceğe iyi kötü, benim kuşağımdan ve benden [mimarlar biraz egoist insanlardır, zaten egoist olmazlarsa bu eziyetli iş yapılmaz] bir şey bırakmaktır. Tabii bütün bunları yaparken çok şey öğrendim, öğrenmeye de devam ediyorum. 1970'te asistanlığa başladım, bunca yıldır eğitim faaliyeti içindeyim, yüzlerce öğrenci yetiştirdim. Bu konnularda yüzlerce makale yazdım, koruma konusunda konuşmalar yaptım, sempozyumlara katıldım, televizyonda konuştum, sempozyumlar düzenledik. Uzun bir süre 1967 ile 83 yılları arasında 16 yıl Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu gibi Türkiye'de bu işin öncüsü olan akademik kurulun hemen her toplantısına katıldım. Çok şey dinledim, öğrendim ve koruma konusunda nasıl davrandıklarını gördüm. Eski kurul bugünkü gibi değildi, tarihçiler vardı, edebiyatçılar vardı. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar gibi estetik hocaları vardı, ressamlar vardı, Zeki Faik İzer. Koruma konusunda çok iyi bir rahle-i tedris gördük. İyi eğitim aldığımız yıllardı, şimdi artık bazı şeyleri daha iyi görüyorum. Beşiktaş'ta, 1989'dan bu yana, dördüncü dönem belediye meclis üyeliği yapıyorum, 5 yıl Büyükşehir meclis üyeliği yaptım. Bir dönem koruma kurulu üyeliği yaptım. Yani bu olayın hemen her tarafında bulundum, projeci olarak proje çiziyorum, yapı yaptım, öğrettim, yazdım, konuştum. Meclis üyeliği yaptım, imar komisyonlarını biliyorum, koruma kurulu üyeliği yaptım. Zaman zaman kendimle dertleşirim, derim ki, ben ne halt ediyorum. Bunca sene Mısır Çarşısı’nın önünde el arabasında zerzevat satsaydım ticaret odasından bir adam çıkıp gel arkadaş, 40 senedir satıyorsun ki, 40 senedir buradasın, bir fikrini alalım, nasıldır bu zerzevat işi, nedir ne düşünülür bu konuda deyip, gerekirse beni zezevatçılar piri filan ilan edip, şurada şu mecliste otur da bizim toplantılarda, senin konun gelirse, sana bir iki şey soralım der. Bütün bu bağırmama, çağırmama rağmen, ciddi olarak karşıma oturmuş ne Kültür Bakanlığı’ndan, ne de bir başka kurumdan insan var. Yalnız ben değilim tabii bu konuda fikri alınacak, Prof. Sayın Sezgin burada, Turan Giritlioğlu burada, bu konuda duayen insanlar var. Türkiye'de bu konuda kanun yokken biz bu işleri yapardık, birazdan oraya geleceğim. Kimse çıkıp da, yahu siz ne diyorsunuz demiyor, herkesin bu konuda bir fikri var. Ama kendine dönüp de sormuş değil. Benim bu konuda fikir sahibi olacak kadar bilgim var mı? Tabii bütün bunlara karşılık inanın yer yüzünde hiçbir ülkenin sahip olamayacağı kadar zengin bir kültürel mirasa sahibiz. Biz burada şimdi yalnız yapıları konuşuyoruz. Üstelik de sivil yapıları, dini yapılar konusuna girmedik. Onun dışında inanılmaz bir etnografya, giyim, yemek, müzik mirasından konuşmadık bunların dışında somut olmayan, soyut, daha Kültür Bakanlığı’nın farkına bile varmadığı, kanunda bile yer almayan, kültürel mirasa sahibiz. Bu yalnız bizim sıkıntımız, öbür daldaki insanların da inanılmaz sıkıntıları var. Bu konu ciddi bir bilim dalıdır. Üzerinde ciddi şekilde düşünüp felsefe oluşturulması gerekir. Ama bütün bunlara rağmen koruma kavramı, insanların daha rahat, daha mutlu yaşamalarına hizmet ediyorsa, vardır. Çünkü her türlü bilim insan içindir. İnsanlığın gelişimi içindir. İnsanı yok farz eden, devletin gücünü kullanarak, insana nasıl yaşamasını tarif eden, teknokrat ve bürokratlar eliyle bir bilim uygulanmaya kalkılırsa, bilim olmaktan çıkar, zulüm olur. herkes şikayet ediyor, o zaman bilim değildir. Bilimden kimsenin şikayet etmemesi lazım. Bilim gelişerek, İnsanların gelişimine katkıda bulunur. Şikayet ettiğimiz konu, bilim değildir. 20 Ağustos 2000 tarihinde Sayın Süleyman Demirel bir beyanatında şöyle diyor; “Tüm dünyada devletin görevi değişiyor, fonksiyonu değişiyor. Türkiye de bu fonksiyon değişikliğine ne kadar çabuk uyabilirse, o kadar yararlı olacaktır. Bir taraftan devletçi, bir taraftan serbest piyasacı olmaya devam edemeyiz. Türkiye'nin en mühim meselesi budur. Zihniyet hâlâ merkezci, devletçi ve kırtasiyecidir. Bu zihniyetin içine, siyasetçiler dahil, devletin kadroları dahil, basının bir kısmı dahildir...”Süleyman Demirel gibi, 6 kere Başbakanlık yapmış, 7 sene Cumhurbaşkanlığı yapmış, 40 yıldır politik hayatın içinde olan bir insanın, bu tür bir tespiti varsa, bunun üzerinde hepimizin çok ciddi şekilde düşünmesi gerekir. Bu konuşma çok fazla seslendirilmedi biliyorsunuz. Ülkemizde korunması gerekli kültür faaliyetleri veya koruma faaliyeti, 1800'lü yılların ortalarında, 1850'lerde başlar. Asarı Atika nizamnamesi, Ebniye Nizamnamesi gibi. Cumhuriyet döneminin ben bu işe sahibim demesine rağmen, ilk yasası 1710 sayılı Eski Eserler Kanunu, 6 Mayıs 1973'te yürürlüğe girer. Sadi Irmak'ın, güvenoyu almayan hükümetinin Kültür Bakanı Nermin Neftçi’nin çabalarıyla, 6 ay içerisinde hazırlanır, kabul edilir ve yürürlüğe girer. Daha öncede böyle bir taslak vardı ama, güvenoyu alma ihtiyacı duyan hiçbir hükümetin böyle bir kanun geçirmesi, yasa yapması mümkün değildir. Dikkat ederseniz 1710 sayılı kanun Cumhuriyetin kuruluşundan 50 yıl sonra, günümüzden 34 yıl önce yürürlüğe girer. Cumhuriyet 50 yıl Osmanlı döneminden kalmış yönetmeliklerle ve kanunlarla koruma mevzuatını tayin etmiştir. Biz bu işe başladığımız zaman kanun yoktu dedim, kanun vardı ama, imparatorluk döneminden kalan kanundur. Cumhuriyet’in kanunu 1973'tür. Bu kanun 1983, 1987 de ve 2004 üç defa tadilat geçirdi ve bugünkü içinden çıkılmaz ne olduğu belli olmayan bir hâle dönüştü. 1983 öncesi koruma konusundaki tek yetkili makam gayrimenkuller açısından söylüyorum, Türkiye'nin ilk, belki de tek akademi niteliğindeki bir kurumu olan Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu'dur. Kuruluşunda hangi kurumların ne nitelikte üye verecekleri, kanunda belirtilmiş, bu üyeler bir araya gelmişler, ondan sonra aralarından ayrılan, vefat eden, iş göremez hâle gelen üyelerin yerine, kendileri yeni üyeler seçmişler. Özerk bir kurumdur. Siyasetin bu işte eli ayağı yoktur. 1983'te aklı evvel bir grubun öncülüğüyle, siyaset işe intikal etti ve bugünkü duruma gelindi. İleri gideceğimize, yavaş ama gayet sağlam adımlarla gerisin geriye gidiyoruz, gitmekte de devam ediyoruz. Zihniyette bir değişiklik yok. Çünkü günümüzden 500 yıl evvel İbni Haldun diyor ki, “Şehirlerde yaşamak için hadarilik gerekir. Bedevilik şehir yaşantısına uygun değildir, uyum sağlayamaz.” Hadarilik, incelik ve uzlaşma kültürü gerektirir. Bedevilik ise, korku ve zulüm üzerine kurulmuştur. Bu konuda ve pek çok konuşmada kanunlarla korkutuluyoruz. Bu kanunları arkasına alan bürokrasinin bize zulüm yapmasını da yaşıyoruz. Çünkü bu bedeviliktir. Hadarilik ise medeniyettir, inceliktir. Uzlaşma kültürü gerektirir. Şehirlerde yaşamak, yaşamı geleceğe taşımak istiyorsanız, taraflar arasında uzlaşmayı kabul etmek, uzlaşma kültürünüzü geliştirmek durumundasınız. Ben emir verdim böyle yapılacak, bana getir ben onaylayayım ile olmaz bu iş. Bu zihniyet değişikliği çok önemli bir noktadır ve bunu nasıl becereceğiz esas ona bakalım. O yüzden ben özel konulara değinmek istemedim. Ayrıca bütün bu sözlerim birer şikayet ve eleştiri konusu olarak değil, içinde bulunduğumuz durumun bir tespiti olarak ele almanızı ve üzerinde ciddi olarak düşünmenizi rica ediyorum. Çünkü gerek bir öğretim üyesi olarak, gerekse bir meslek mensubu olarak bunca çabamın tek sebebi, gelecek nesillerin, yetiştirdiğimiz öğrencilerin, önünü açmak, onlara güvenle takip edecekleri bir yol çizmek içindir. Yoksa bize kimsenin dokunacak hali yok. Yani biz kurula bir proje götürdüğümüz zaman, bir hafta olmaz ama, ikinci hafta onaylarlar. Açık ve net bir şekilde Sayın Başkana da söyledim. Kurullar ne proje tasdik ederlerse etsinler. Biz bildiğimizi yaparız, çünkü o yapı bizim adımızla yapılıyor, altına imzamızı atıyoruz ve gelecekte, belediye şöyle dedi veya kurul böyle dedi de bu yapı böyle gecekondu oldu diye cevap verme şansımız yok. Allah cezanı versin, yapa yapa bunu mu yaptın derler adama sonra. Sorumluluğu biz taşıyoruz, kişisel olarak, altına imza atan öbür teferruat değil. Eğer ülkemizin geleceği için, geleceğini oluşturmak için çaba göstereceksek, cidden en iyi beyinleri ve konusunda uzmanlaşmış insanları, işin dışında tutmaya çalışmak en büyük basiretsizliktir. Çözümlerimizi ve taleplerimizi kayıtsız şartsız yerine getireceğine inandığımız insanları iş başına getirmek gerçekten çözüm için yeteli bir sonuç değildir. Çözüm üretebilecek insanlar, kalıcı ve doğru kararlar verecek insanlara ihtiyacımız var. Biz bunlardan yardım istemeliyiz. Gerçekten Osmanlı döneminde bunu yaptığımız için bir ara dünyaya egemen bir imparatorluk haline gelmişizdir. Ayırımcılıklarla gittiğimiz zaman da imparatorluğun sonunu getirmişizdir. Konuşmamı Ziya Gökalp'in 1918'de yayınladığı, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak” isimli kitabının 3. bölümünden aldığım bir anlatısıyla sonlamak istiyorum. İmparatorluk parçalanıyor, daha Cumhuriyet fikri bile pek ortada yok. Ziya Gökalp 1918'de diyor ki; “... Memurların üretimle hiçbir ilgileri yoktur. Oysa zihni yetilerin, alışkanlıkların, iradenin ve karakterin gelişmesi, sanayi imalat gibi, eylemli uğraşlarla, ticaret ve serbest meslek gibi yaratıcı düşünceye dayanan mesleklerde ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki, köylü ve memur sınıfıyla sınırlı kalan bir ulus, örgütlenme gücünden uzaklaşmış olur ...” Bir açıklama yapıyor. Memur pasiftir diyor, köylüyle de bu iş olmaz diyor. Bugünkü felsefe tam tersidir. Devlet tarafından boyuna iteleniyoruz. Öyle veya böyle. Devleti temsil edenler tarafından, elbette devletin bizi fiilen itelemesi söz konusu değil. Ama uygulamaları ile iteleniyor, dürtüyor. Kültürel varlıkların korunması devletin emir ve komuta zinciri altındaki teknokrat ve bürokratlara bırakılamayacak kadar ülkemizin geleceği açısından önemli bir konudur. Bu kadar hayati bir konu üzerinde, ciddi olarak uzmanlaşmış olmak ve uzmanlara destek olmak gerekir. Devletin uzmanları dinlemesi bu uzmanların söylediğine göre hareket etmesi gerekir. Kendi bildiğine göre değil. Bu konudaki karar vericilerin, artık ticaret ve serbest meslek faaliyetinin farkına varmaları gerekir. Bürokratlar ve teknokratlar yalnız değiller, bu oyunu hep birlikte oynuyoruz. Bu sözü söylerken, toplantının bu mekânda yapılmasından dolayı şanslıyım Ticaret Odaları’nın bu işe sahip çıkması gerekir. Biz de varız bu işte demeli ve ağırlığını koymalıdır. Yalnız sen oluşturamazsın ve karar veremezsin demeli. Bu uyarı, işin yaratıcı düşünceye dayanan meslek mensuplarının ağırlıklı olarak temsil edildiği bir gruba bırakılması, çözümlerin bugünkü gibi zulüm yerine değil bilimle, uzlaşma kültürü içinde çözülmesine olanak verecektir. Teknokrat ve bürokrat ağırlıklı bir yapıda, problemleri asgariye indirmek için, herkesin aynı şeyi düşünmesi istenir. Devletimizde bu alışkanlık vardı. Hepimiz aynı şeyi düşünelim isteniyor, ama hiç unutmayın ki, herkesin aynı şeyi düşündüğü toplumlarda gerçekte kimse hiçbir şey düşünmüyordur. Bu gibi toplumlarda insanlar, nasıl olsa biri benim yerime düşünür diye hiçbir şeye karışmaz olurlar. Konuşmamın bu son paragrafını dün akşam yazdım, daha önce bu konuşmamı yazılı olarak hazırlamıştım. Dün başımdan bir olay geçti, bir daha oturdum düşündüm. Belki bu son sözümden sonra 301'den yargılanır ve kahraman olurum ama, geçmişten kalan ve toplumca unutmak istediğimiz, söylemediğimiz, söyleyemediğimiz bir sözcüğü kullanmak zorundayım. Osmanlı metinlerinde zaman zaman eskiler veya bu konularla ilgili olanlar bilirler, “Etrak-ı bi idrak” diye Arapça bir deyiş vardır. Bu kelime ile Osmanlı'nın Türkleri aşağıladığı düşünülür. Çünkü bu deyişin Türkçesi “İdraksız Türkler” demektir. Niçin böyle bir deyim ortaya çıkmış? Niçin idraksız Türkler denilmiş, durup düşünmek lazım? Niye bu sözü söyledim. Dün bir sempozyumun ön toplantısına katıldım. Gazeteler yazıyor, medya söylüyor. Yahu bu işer bu kadar olur, biz zaten göçebe toplumuz. Nerede ise 1000 senedir bu topraklarda, Anadolu'da oturuyoruz, 2000 sene önce Orta Asya'da yaptığımız yapılar var. Üstelik bu yapıların bazıları yerden ısıtma. Biz mimarlık tarihinde okuduk, tarih kitaplarımızda yazıyor. Uygurlar saraylar yapmışlar, 1000 yıl, 1500 yıl önce. Hâlâ göçebelik lafının altına sığınmak, bazı şeylerden kaçmak, tembelliktir, kendimizi aldatmaktır. Kendi kendimize biz göçebeyiz de ondan oluyor bu işler diye konuşuyoruz, bir aldatmaca, yalan söyleme içindeyiz. Konuşmalar ilerledikçe herkes bu konuda hem fikir oldu, yok böyle bir şey, bunca yıl sonra göçebelikten bahsetmek yalan söylemek demektir. Zaten bilimsel bir heyet toplantısı idi, kolay anlaştık. Ondan sonra işin esasına döndük. Dedim ki: “Nisan ayının 9-11'inde yapılacak bu iş, daha yazılacak yazılar var, katılımcılar konuşmalarının ön metinlerini verecekler, bunlar basılacak, bu işi biraz hızlandıralım, biraz hareketlendirelim.” Anında cevap geldi, “Üzme hocam kendini, göç yolda düzülür.” Göç yolda düzülür. 1.5 saat biz bütün bir grup adamı, hocalar, göçebe değiliz diye konuştuk, ondan sonra cevap göç yolda düzülür. Şimdi bu konu üzerinde ciddi olarak düşünmek lazım. Bir dönem etrak-i bi idrak diye deyimle damgalanmışız, artık bu etrak-i bi idraklikten çıkıp, idrake kavuşup, bu işi ben yaptım, oldu diye değil. Ciddi olarak üzerinde düşünerek yapmak lazım. Bugün gündeme gelmedi ama, İstanbul'u, 2010 Avrupa Kültür Başkenti yapmak için yola çıktık ve bu proje gerçekleşti, yürüyor. Ama, diğer taraftan bu işin en önemli ayağı, en önemli müessesesi olan Koruma Kurulları bu çalışmanın farkında değil. İstanbul'da yaşıyorsunuz, görüyorsunuz, her taraf dökülüyor. Koruma Kurulları bu şehre çeki düzen vermek için hiçbir hareket içinde değil. Yeni bir yapının projesini onaylatıp, inşa etmek için gereken sürede 2010'a gelmiş olacağız. Son zamanlarda Paris, Lizbon, Valencia, Barcelona, Madrit, Pekin bir dizi şehri ziyaret ettim. Gördüğüm hemen her şehir inanılmaz yapı faaliyeti içinde. XVIII. yüzyıl, XIX. yüzyıl yapılarının içini boşaltmışlar, hepsini yeniliyorlar, bu yapıların içleri müthiş modern. Kimse de çıkıp bu yapılara dışarıdan bakın, işte tarihi sahtekarlık, insanları yanıltıyor demiyor. Barcelona'da, Palace Espanya'da yılbaşı öncesi, Barcelona'da, İspanya Avrupa Birliği'ne katıldıktan sonra Katalonya bölgesinde boğa güreşi yasaklandı. Katalanlar boğa güreşi bizim kültürümüz değil, İspanyol Kültürü, artık boğa güreşi seyretmek istemiyoruz dediler. Barcelona'da fuarların yapıldığı büyük alandaki boğa arenasını boşaltmışlar, iki katlı arenayı kesmişler, yükseltmişler, altına beş kat otopark yapmışlar. Arena çeliklerin üzerinde havada duruyor. İçine de çarşı yapıyorlar. Sonra ülkeme geliyorum büyük bir kaos. Eyüp'teki iki katlı ev ile Süleymaniye'deki yarısı yırtık bina için üzerine tahta mı çakılsın, sıva mı yapalım diye, herkes birbirini yiyor. Sevgili Yalçın Kurt, Kültür Bakanlığı olarak biz her şeye hakimiz dedi. Geçen aylarda Büyük Millet Meclisi’nde maden yasası kabul edildi. Sevgili dekanımız bu konuyu söylemek istedi. Kültür Bakanlığı ve Yüksek Kurul üyeleri bir baktılar ki, farkına varılmadan, kanunun bir maddesi gereğince, Maden Genel Müdürü otomatikman Koruma Yüksek Kurul üyesi olmuş. Maden Genel Müdürü toplantıya gelmiş, “Ben Yüksek Kurul üyesiyim” demiş. Nereden çıktı demişler, “Maden kanununun şu maddesi gereğince, ben üye oldum” demiş. Şimdi kalkıp da Ankara Bürokrasisi’nin ben bu işleri düzenledim, kanunlar sağlam, işler tıkır tıkır yürüyor demesi doğrusu beni güldürüyor. Kanunların yazılı metinler halinde olması, insanların hayatlarını devletlerine güvenerek düzenlemeleri yüzünden, koca 7 yıldır projesinin onaylanmasını bekliyor ve de Vakıflara kira ödüyor. Ben de bir halt ettim ve devletime güvenerek Cunda Adası'nda tapu kütüğünde korunması gerekli kültür varlığı şerhi bulunan 3 tane ev aldım. 2001 yılında satın aldım va projelerini hazırladım, üç sene koruma kurullarıyla didiştikten sonra çıkan karar, bu yapıların korunması gerekli kültür varlığı olmadığı, o yüzden de projelerine bakılmayacağıydı. Devlet beni resmen dolandırdı, devletin tapu kayıtlarına güvenerek aldığım üç ev başımıza bela oldu. Ne oldu, korunması gerekli üç yapıyı onarmak için yola çıktık ve dolandırıldık. Mahkemeye müracaat ettim, konu 2004'ten beri, Bursa idare mahkemesinde görüşülmeyi bekliyor. Ama tapu kütüğünde hâlen korunması gerekli kültür varlığı şerhi var. Hepinize beni sabırla dinlediğiniz için sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum, sağ olun, var olun...

Yenilem Proje Danışmanlık Ticaret A.Ş. © 2024. Her Hakkı Saklıdır. Site: İkipixel

TAKİP EDİN