İstanbul Kültür Sarayı'ndan Atatürk Kültür Merkezi'ne...
İSTANBUL KÜLTÜR SARAYI’NDAN ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ’NE
Yayınlanmamış
1800’lü yılların ortasında günümüzde Taksim Meydanı olarak anılan alanda Beyoğlu Topçu Kışlası ile bu kışlaya ait ahırlar bulunmaktadır. Dolmabahçe’den Taksim’e doğru çıkan yolun sağı ise Büyük Mezarlık [Ayas Paşa Mezarlığı] adıyla anılan büyük bir Müslüman mezarlığı ile kaplıdır. 1845 tarihli Mühendishane-i Hümayun Haritası’nda bu mezarlığın bir bölümüne Gümüşsuyu Karakolhanesi ile daha sonraları Mızıka-i Hümayun olarak kullanılan Süvari Kışlası’nın yapıldığını görürüz. 1900’lü yılların başından itibaren mezarlığın yola bakan bölümüne çok sayıda, bitişik nizam konut yapılmaya başlanır. Gerek 1926-1927 tarihli, gerekse Ocak 1944 tarihli Pervititch Haritaları’nda Ayas Paşa Mezarlığı’nın bir ölçüde varlığını koruduğu görülürse de, günümüz Taksim Meydanı’na bakan bölümüne bir karakol [Jandarma Kışlası] ile Belediye Elektrik İdaresi’ne ait ambar ve binalar yapıldığı anlaşılmaktadır.
14 Temmuz 1928 ile 4 Aralık 1938 tarihleri arasında İstanbul Vali ve Belediye Başkanlığı görevinde bulunan Muhittin Üstündağ döneminde Henri Prost tarafından hazırlanan 15 Ekim 1937 tarihli İstanbul’un Nazım Planı’nı İzah Eden Rapor’da; Taksim Meydanı’nın büyük oranda genişletilerek bir tarafına tiyatro, konferans salonu, sergi salonları, toplantı salonları yapılacaktır açıklaması bulunmaktadır.
Muhittin Üstündağ döneminde başlayan bu çalışmalar, 5 Aralık 1938 günü İstanbul Vali ve Belediye Başkanlığı’na atanan Dr. Lütfi Kırdar döneminde hızlanır. İl Genel Meclisi’nin onayı ile biri Taksim Meydanı’nda Büyük Opera Binası, diğeri Harbiye’de Açıkhava Tiyatrosu olmak üzere İstanbul’da iki gösteri mekanının yapılmasına karar verilir. Bu konuda ünlü Fransız mimar Auguste Perret’in [1874-1954] önerileri alınır. Opera Binası’nın projeleri için uluslararası bir yarışma açılır, ancak yarışmayı kazanan proje uygulanmaz. 1946 yılı Temmuz ayında başlanan Açıkhava Tiyatrosu ise 1947 yılı Ağustos ayında yapılan bir törenle hizmete açılır.
Uzun bir süre tartışılan Opera Binası konusu ise nihayet İstanbul’un 500. Fetih yılını kutlama programına dahil edilir. Paris Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olan ve bir dönem Auguste Perret’in atölyesinde çalışan, dönemin Belediye Mimarı Rüknettin Güney ve Feridun Kip’in hazırladığı projenin uygulanmasına karar verilir. Bir dönemin Taksim Belediye Gazinosu, Florya Belediye Gazinosu, Beyoğlu Evlendirme Dairesi [Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi], Kadıköy Halkevi, Nişantaşı Konak Sineması, Taşlık İnönü Evi gibi naif yapıların mimarı olan Rüknettin Güney’in bu projesi mimari anlayışı ile pek uyumlu değildir. Monumental ağırlıklı bu yapı devletin gücünü göstermeyi amaçlamaktadır. Çünkü tam bu tarihlerde Nazi Almanyası’nın mimari anlayışını yansıtan bir sergi açılır. 31 Ocak-15 Şubat 1943 tarihleri arasında Yeni Alman Mimarisi olarak tanıtılan ve kataloğu 1942 tarihinde Berlin’de basılan bu sergi özellikle yönetici kadroyu ve o sıralar ülkemizde sürdürülmekte olan ikinci ulusal mimarlık akımını büyük ölçüde etkiler. Bundan böyle Rüknettin Güney’den istenen ince, narin ve çağdaş bir yapı değil, ağırlığı olan, İstanbul’un bu yeni düzenlenen meydanına güç katacak bir yapıdır. Bazı satır aralarında Rüknettin Güney’in bu istek karşısında şaşkınlığa düştüğü ve böylesi bir yapı projesi hazırlamaktan mutlu olmadığı görülmektedir. Rüknettin Güney’in yanı sıra projenin oluşumuna katılan 1935 yılı Güzel Sanatlar Akademisi mezunu mimar Feridun Kip hakkında fazlaca bilgi bulunmaz. Tasarladığı eserler arasında en önemlisi Doğan Erginbaş ve İsmail Utkular ile birlikte gerçekleştirdiği Çanakkale Şehitleri Anıtı Feridun Kip’in mimari anlayışını yansıtmaktadır.
Doğan Erginbaş, İsmail Utkular ve Ömer Güney ekibinin 1939-1947 yılları arasında gerçekleştirdiği Harbiye’deki İstanbul Radyoevi Binası mimari anlayışlarını yansıtan bir eserdir. Muhtemelen Feridun Kip, Rüknettin Güney’in naif mimari anlayışını etkilemek ve anıtsal bir bina projelendirilmesini sağlamak üzere görevlendirilmiş olmalıdır. Doğan Tekeli bir konuşması sırasında mimar Fatin Uran’ın da bir dönem bu ekibe yardımcı olduğundan söz etmektedir.
29 Mayıs 1946 günü İstanbul’un fethinin 494. yıldönümünde büyük bir törenle temeli atılan yapı o dönemin gazetelerinde İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun temeli atıldı şeklinde duyurulur. İstanbul Belediyesi’nin faaliyetlerini anlatan ve 1949 tarihinde yayımlanan Cumhuriyet Devrinde İstanbul isimli yayında ise bu yapı Opera Binası olarak tanıtılmaktadır. Uzun yıllar boyunca devam eden inşaat çalışmaları Belediye ve valilik bütçesinin yetersizliği nedeniyle fethin 500. kutlama yılına yetiştirilemez, tüm çabalara rağmen ancak kaba yapı belirli oranda tamamlanabilmiştir. 500. kutlama programının tamamlanmasından sonra yapı kendi haline bırakılır, zaten bu arada iktidar değişikliği olmuş, belediyedeki anlayış değişmiş ve Rüknettin Güney belediye mimarlığından ayrılmıştır.
İnşaatın tamamlanamaması, dünya genelinde mimari anlayışın değişmesi ve artan teknojik imkanlar gibi nedeni ile, 1953’de önce Prof. Paul Bonatz, daha sonra Prof. Clemens Holzmeister İstanbul’a davet edilerek yapının tamamlanması için fikir ve bilgilerine başvurulur. Rüknettin Güney ve Feridun kip tarafından yeni istekler ve artan teknolojik imkanlar çerçevesinde hazırlanan tadilat projesi 1956 yılı Nisan ayında bitirilir ve idareye teslim edilir.
Bu kere İstanbul’un mali gücü ile yapının bitirilemeyeceğine karar verilerek, 15 Temmuz 1953 günü yürürlüğe giren 6165 sayılı kanun ile yapı Maliye Bakanlığı’na devredilir. Bayındırlık Bakanlığı, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde görevli konuk profesör Gerhard Graubner’den yapının hali hazır durumu hakında bir rapor ister. Prof. Graubner’in olumlu raporu sonrası inşaatın devamına karar verilir. 1956 yılında Bayındırlık Bakanlığı bünyesinde opera olarak projelendirilen yapının kültür sitesine dönüştürülmesi için bir proje bürosu kurulur ve başına Mimar Hayati Tabanlıoğlu getirilir. Yapının mevcut projesi tamamlanan kaba inşaatın el verdiği olanaklar çerçevesinde yenilenir. 13 yıl gibi uzun süreli bir çalışma sonrası 12 Nisan 1969 tarihinde “Aida” operası ve “Çeşmebaşı Balesi” nin galası ile dönemin Cumhurbaşkanı Vecdet Sunay tarafından açılışı yapılan bu yapının ismi İstanbul Kültür Sarayı’dır. Bir buçuk yıl sonra 27 Kasım 1970 günü Arthur Miller’in meşhur oyunu “Cadı Kazanı”nın oynandığı sırada çıkan bir yangın yapıyı büyük oranda tahrip eder. Muhtemelen teknolojik donanımının yetersizliği nedeni ile çıkan bu yangının bir sabotaj sonucu çıktığı söylenirse de kimse bu suçlamaya inanmaz.
1946 yılında başlayan çalışmalar her ne kadar 1969 yılında tamamlanmış gibi görünse de, artık elde yangın geçirmiş bir yapı vardır. Tekrar onarıma başlanır ve sekiz yıl süren bu onarım sırasında yapıda ve teknolojik donanımında pek çok değişiklik yapılır. İstanbul Kültür Sarayı bu kere Atatürk Kültür Merkezi adıyla 6 Ekim 1978 günü kullanıma açılır. Bu ikinci yenileme sırasında Bayındırlık Bakanlığı adına yapının mimari oluşumunu Hayati Tabanlıoğlu sağlar, yapının sahne tekniği çalışmaları ve teknolojik donanımı ise Alman mimar Willi Ehle tarafından gerçekleştirilir.
Yukarıdaki açıklamalarımızda da görüldüğü gibi bu yapının oluşumuna Rüknettin Güney ve Feridun Kip başta olmak üzere Auguste Perret, Paul Bonatz, Clemens Holzmeister, Gerhard Graubner, Hayati Tabanlıoğlu, Willi Ehle gibi çok sayıda mimarın katkıları vardır. Bu kadar çok kişinin katkı koyduğu ve bu kadar uzun süren bir inşaatın hayırlı bir sonuç doğuramayacağı ise bir hukuk terimi olan “izahtan varestedir” sözcüğü ile açıklamak gerekir. Bu yapının temeli atılırken bir şişenin içine konulan tutanakta Lütfi Kırdar, Muhsin Ertuğrul, Vasfi Rıza Zobu, Galip Arcan, Behzat Budak gibi dönemin ünlü sanatçılarının imzaları vardır. Bu imzalar ile binanın İstanbul Belediyesi ait olduğu bildirilmektedir. Hatta binanın Maliye Bakanlığı’na devri sonrası Vasfi Rıza Zobu’nun “Temelde kaldık, çatıya çıkamadık” sözü meşhurdur.
Yapının gerçek mimarı olarak anmamız gereken Rüknettin Güney’in adı nedense pek fazla bilinmez ve hatırlanmak istenmez, sanki üstü örtülmek istenen bir anlayış hakimdir. “Mimariden Konuşmak ve Bilinmek İstemeyen 20. Yüzyıl Türk Mimarlığı” isimli kitabında Şevki Vanlı, Rüknettin Güney için “bir yanlız yetenek” başlığını koyar. Dönemin yoğun Alman etkisindeki Türk mimarlarına karşın, eğitimini Fransa’da tamamlamış ve modernizmin öncülerinden Auguste Perret’in yanında çalışan Güney, dönemin otoriter yapıları yerine, çevre ile sıcak ilişkiler kuran, ince kolonlu, büyük cam yüzeyleri ile dışarıya ışık ve dostluk saçan yapılar projelendirmesiyle ünlüdür.
Rüknettin Güney’in neoklasik 1943 tarihli İstanbul Opera Binası ile Taksim Elmadağ düzenleme çalışmaları dışındaki tüm çalışmaları çağdaş ve moderndir.
İstanbul Kültür Sarayı, daha sonraki adıyla Atatürk Kültür Merkezi daha yapıldığı dönemde, ağır bir Alman etkisi taşıyan bir yapıdır ve daha sonraki tüm yenileme çalışmaları sırasında da bu etkiden kurtulamamıştır. Taksim Meydanı gibi İstanbul’un Cumhuriyet değerlerini yansıttığı ileri sürülen bir alanda, insanı ezen, görünüşü ile korkutucu, tüm iyileştirme çabalarına karşın itici görünüşünden kurtulamayan bir yapının tekrar tekrar onarılıp gündeme getirilmeye çalışılmasının ne şehrimize, ne de insanımıza hiçbir faydası olmadığına inanıyorum.
Yaklaşık 66 yıldır bu yapıya, bitmez tükenmez kaynak ayrılmış, inanılması güç oranda para sarf edilmiştir. Bir kere daha aynı hataya düşülmesi gerçekten affedilmez bir davranış olacaktır. Gelecek kuşakların, “Cumhuriyet Dönemi yapısı olarak miras bıraktığınız bu çağ dışı, insanı görmezden gelen yapımı” diyeceklerinden korkarım...
Son dönemde üzerinde yoğun tartışmalar yapılan ve bir simge haline getirilen bu yapı mimarlık tarihinde de kendine yer bulmakta sıkıntı çekmiştir. Metin Sözen ve Mete Tapan tarafından Cumhuriyet’in Ellinci Yılı münasebetiyle 1973 yılında yayımlanan “50 Yılın Türk Mimarisi” isimli çalışmada bu yapıdan söz edilmez. Yalnızca “İstanbul Kültür Sarayı” adı altında bir fotoğrafı vardır. Son günlerde yapılan konuşmalar da, yukarıda söylemeye çalıştığımız insanı görmezden gelen bu mimariyi hemen herkesin teşhis ettiğini görmekten mutluyum. Ancak “...bu yapıyı 24 saat kullanılacak hale getireceğiz, Marmara Kafe’ye alternatif mekanlar yaratacağız” gibi sözlere katılmam mümkün değil, eğer bu yapının mimarisine o kadar büyük oranda müdahale edilecekse, o insanı yok farz eden cepheyi korumanın ne anlamı var. Yeniden ikinci bir cephe giydirme çabası ise “peki biz neyi koruduk” sorusunu gündeme getirecek olup, koruma kavramı ile bağdaşmayan bir mimari yaklaşımdır.
Eğer gerçekten bu yapı yıkılırsa, buraya bir cami yapılır, alışveriş merkezi inşa edilir, otel yapılır gibi korkuların esiri olarak ne olursa olsun yıktırmayalım, öyle veya böyle kıyısından köşesinden bir şeyler yaparak zaman kazanalım gibi bir düşüncenin esiri olarak ortada dolaşan insanları gördükçe, Atatürk’ün bu ülkeyi emanet ettiği gençliğe önemli bir görev düşüyor diye düşünüyorum. Gerçekten Atatürk’ü sevenlerin, ortaya çıkıp var güçleri ile Atatürk’ün en önemli sözlerinden birini haykırmaları gerekir. “İdare-i maslahatçılar esaslı reform yapamazlar” ülkemizin ve mimarimizin şiddetle bir reforma ihtiyacı var. Bu yapı için kamunun kaynaklarını harcayarak yapılacak her türlü girişim önlenmelidir. 66 yıldır bu ülke çağdaş olmayan, yetersiz bir yapının onarımı için bitmez tükenmez para harcamıştır, artık yeter. Birilerinin korkularının maliyetini toplumun sırtına yüklemelerine karşı çıkmamız gerekir. İçinde yaşadığımız zaman, korkanların değil, atılım yapanların gelecekte kendilerine yer bulabilecekleri bir dönemdir.
Uluslararası bir yarışma sonrası bu alana çağdaş bir opera ve konser salonu yapılmasını isterim. Çağının ilerisinde, tüm dünyanın merak ve beğenisini sağlayacak bir yapı, insanımızın övüneceği bir bina. Taksim Meydanı’nı şenlendirecek, onunla birlikte yaşayacak ve şehrimizi dünyanın gündemine taşıyacak bir yapı. Önce projeler hazırlanır, onaylanır daha sonra da yapımı yıllar süren, yıllarca da toplumun önünü tıkayan bu çirkin yapı yıkılır. Bizim şehrimizin, İstanbul’un da Cumhuriyet Dönemi’nin bir yapısı ile dünya gündeminde yer almaya hakkı vardır. Küçük endişeler, kısır birliktelikler yeni atılımların önünü tıkamamalıdır. Kaynaklarımızı bazı kişilerin ve grupların korkularını bastırmak için ziyan etme yerine, dünyanın beğenisine sunulacak yapılar yapmak için kullanmayı başarmalıyız.
Bu arada bazı basın yayın organlarında sık sık yapının mimarı olarak Hayati Tabanlıoğlu’nun adının geçtiğini görmekteyiz. Bu yapının ilk mimarlarının Rüknettin Güney ve Feridun Kip olduğunu bilmemiz gerekir. Rahmetli Şevki Balmumcu’ya Paul Bonazt’ın Ankara Sergi Sarayı için yaptığı haksızlığa, İstanbul’da da Rüknettin Güney ve Feridun Kip’in uğramasını ve bir mimara yapılan bu hoyrat tutumu unutmamamız lazımdır. Elbette Hayati Tabanlıoğlu’nun bu yapı için sarf ettiği emeğe de saygı duymamız gerekir. Ayrıca yapının telif hakkının Bayındırlık Bakanlığı’na ait olduğu da unutulmamalıdır. Çünkü Hayati Tabanlıoğlu bu yapının yapımı sırasında Bayındırlık Bakanlığı’nın bir görevlisi olarak hizmet vermiştir...