Koruma Kültürü Üzerine Düşünceler...
KORUMA KÜLTÜRÜ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Korumada 50 Yıl Sempozyumu (17-18 Kasım 2005), İstanbul, 2005, s. 33-38.
Sıradan bir insan olmaktansa,
koruma cemaatinin istenmeyen mimarı olmayı tercih ederim.
Güzel Türkçemiz bize pekçok dilin vermediği bazı imkânlar verir. Örneğin "Koruma" konunun uzmanları için bir kavramdır. Türkçe sözlükte koruma; korumak eylemi, himaye, muhafaza, müdafaa, bir kimseyi ya da bir şeyi dış etkilerden, tehlikeden ya da zor bir durumdan uzak tutmak olarak belirtiliyor. Ancak bu sözcüğün isim hali için verilmiş, bizim anladığımız şekilde kullanımı da bu şekilde. Bir de korumanın emir hali var. "Koruma" Özellikle de biraz yüksek sesle veya yetkili bir ağızdan veya kurumdan sertçe söylenen bir emir olarak kullanıldığında kelime toplumumuzda farklı algılamalara neden oluyor.
Koruma! Eh öyle diyorsanız ben de korumam. Uzun zamandır düşünüyorum, bu tespitim dilimizin bir oyunu mu yoksa şaka yollu gerçeği mi bulmuş oluyoruz. Bir sürü uzman, konuya yakın bir dolu insan yıllardır korumanın gelecek oluşturmak için ne kadar önemli olduğunu söyleyip duruyor. Buna karşı karınca boyu kadar yol dahi alamadık. Nerede ve nasıl hatalar yaptık ki ileri doğru gitmemiz mümkün olmuyor? Hâlâ emir vermede ısrar mı etmeliyiz, yoksa aklımızı kullanıp, uzlaşma kültürümüzü geliştirip, yeni yollar mı denemeliyiz?
İçinde bulunduğumuz XXI. yüzyılda başarı bireyi mutlu edenlerin olacaktır. Artık toplumların mutluluğunu bireylerin mutluluğunun üstünde tutanların çağı geride kalmıştır. Bu sözlerim bireylerin sonu gelmez isteklerini, toplu yaşamın gereklerinin üzerinde tutulması olarak anlaşılmamalı. Ancak süratle bireyleri devletin tehtitleri, sonu gelmez girift düzenlemeleri, devleti temsil eden siyaset ve bürokrasinin taleplerinden korumamız gerekir. Hiç unutulmamalıdır ki, toplumlar ilerici olamaz, doğası gereği muhafazakardır. Farklı düşünen, yaratıcı olan, geleceğe yön veren bireylerdir. Bu nedenle sözde ortak yarar adına bireyden talepkar olmanın artık sonu gelmelidir. Toplumsal yarar adına herşeyi istemekte sakınca görmeyenler acaba hiç durup düşünmüşler midir, aynı isteklerle kendileri karşılaşsalar nasıl reaksiyon gösterirler?
İnsanoğlu var oluşundan beri devletler kurar, devletler yıkar. Günümüzde de dünyada pekçok devlet var. Kiminin geleceğinin sıkıntılı olduğunu gördük ve görüyoruz, kiminin varlığını devam ettirdiğini, kiminin yok olduğunu biliyoruz. Tüm devletleri kuran toplumlardır, ancak onların güçlerini hayata geçiren ise bireylerdir. Var olan devletlerin zaman zaman aktif zaman zaman pasif olduğunu görmekteyiz. Yönetim kademesinin başındaki kişinin bu konuda önemli rolleri vardır. Elbette çağımızda tek kişinin bir ülkenin, bir devletin yönetimde sonsuz yetkileri ve yönlendirmeleri olacağı düşünülemez. Onu denetleyen mekanizmalara, kurumlara ihtiyaç vardır. Ancak, bu kurumlar bir uzlaşma kültürü içinde hareket etmeye mecburdurlar. İşte ülkemizde şiddetle ihtiyaç duyduğumuz bu uzlaşma kültürüdür. Mülkiyet hakkı bireyindir. Toplumsal yarar adı altında emir verenlerin sonu gelmiyor, bu hakkımı çağdaş bir şekilde yaşamak için ben mi kullanacağım, toplumsal yarar adına karar verenler mi? Toplumsal yarar adına Topkapı Sarayı, Ayasofya, Divriği Ulucamii, Amcazade Yalısı’nı çağdaş olanaklarla kullanılabilir hale getirdiniz de sıra kişisel mülkiyet haklarına mı geldi? Önce toplumsal yarar adına kamu yapılarına bir çeki düzen verin de sonra özel mülkiyete bu kadar akıl öğretin demezler mi insana?
İnsanlık çok uzun bir dönem avcılık ve toplayıcılık ile yaşamını sürdürdükten sonra tarım toplumuna geçer. Tarım toplumu olarak da çok uzun bir süre yaşar. Tarım toplumuna geçmek için yeterli kültürel birikimi oluşturamayan topluluklar zaman içinde yok olurlar. İnsanlık var oluşundan bu yana inanılmayacak kadar kısa bir zaman dilimi içinde önce sanayi toplumu, sonrasında da bilgi toplumuna dönüşür.
Tarih boyunca gelişmiş kültürler toplumları yönetmiş ve yönlendirmiştir. Şimdilerde bilgi toplumları gelişimi yönlendiriyor ve gelişmişliğin yeni bir tarifi oluşuyor. "Ne kadar çok birey, bireysel olarak kendini mutlu addederse, devlet ve toplum önünde kendini kabul edilmiş hissederse, mensubu olduğu toplum o oranda uygarlaşmış sayılır" [Fukuyama 1999]. Tüm dünyada bireylerin mutluluğu rağbet görürken, niçin bizim toplumumuzda bireyin mutluluğu, kabul edilmişliği, farklı yaşam haklarını kullanması yadırganmaktadır? Demokratikleşme, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi zaman zaman devletimizi çağ dışı kalmakla suçladığımız toplumsal haklar, niçin bireysel haklara dönüşünce karşı çıkıyoruz? Hemen her adalet kurumunda karşımıza çıkan bir atasözümüz var: "Adalet mülkün temelidir". Bu cümledeki mülk terimi ile yalnızca devlet mi kast edilmektedir? Giderek genişleyen gelişmişlik anlayışı çerçevesinde kişisel mülke de adalet gerekmez mi?
Mimar sözcüğü arapça "Umrân" kökünden gelir. Umrân kelimesi dilimize bayındırlık, bayındırlaşma, medeniyet, ilerleme, refâh ve saâdet, mutluluk olarak tercüme edilmektedir. Bu kökten türetilen bir diğer kelime ise şenlendirme, bayındır etme anlamına “İmâr” dır. O halde aynı kökten gelen Mimar sözcüğünü anladığımız ve alıştığımız gibi yalnızca yapı yapan insanlar için kullanmamamız gerekir. Geniş anlamda "Mimar" insanlara refâh ve mutluluk getiren, bireylerin ve yaşam çevrelerinin şenlenmesine katkıda bulunan insanlar olarak da tarif edilmelidir. Ülkemizde kaç mimarı çevresini şenlendirmek için çaba harcamaya teşvik ediyoruz?
Nereden başladık, nereye geldik. Şimdi bu söylediklerimin koruma kültürü ile ne alakası var? Koruma kültürü, yukarıda satır aralarında belirtmeye çalıştığım gibi bir uygarlık sorunudur. Toplumların kendilerini uygar addetmesi, kişilerin mesleklerini saygın şekilde yapmaları, her tür tehditten uzak tutulmaları ile mümkündür. Her tür ideolojik düşünce, mensubiyetler, cemaat oluşumları toplumları böler, bölünmüş toplumlarda bireysel özgürlüklerden, bireysel mutluluklardan söz etmek mümkün değildir. Bu tür toplumlarda bir gruba mensup olmak bireysel mutluluktan, kendi kendine yeterlikten önce gelir. Mensubiyetler aynı zamanda insan aklını ve yeteneklerini kısıtlar, güzel dilimizde bence yanlış bir atasözü vardır. "Sürüden ayrılanı kurt kapar". Kimse sürüden ayrılamaz ve ayrılmak isteyenler de bu gücü kendinde bulamaz. Sürüden ayrılanlar ise toplum dışı bırakılır. Bu nedenle koruma alanında mesafe almak istiyorsak, öncelikle rekabete açık, bireysel mutluluğu ön plana alan bir toplum düzenine kavuşmamız gerekiyor.
Sosyal Antropoloji biliminin temel bir örneğinden söz edilir. Yapılan araştırmalara göre, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen kültürlerde hiç bir şekilde erkek çocuklar korkutulmaz, dövülmez veya onları pasif kılacak davranışlarda bulunulmaz. Tarım toplumlarında ise erkek çocuklar sıkça korkutulur, dövülür ve onları pasifize edecek, içlerine korku salacak hikaye ve efsaneler içinde büyütülürler. Neden mi? Çünkü eğer avcılık ve toplayıcılıkla geçinen toplumlarda erkek çocuklar pasifize olurlarsa, ava gitmezler, toplayıcılık için uzun mesafeler katetmezler, riske girmedikleri için artı değer üretemezler, önce toplumun çocuk ve yaşlı kesimi, daha sonrada kendileri yok olur. Tarım toplumlarında ise eğer erkek çocuğu pasifize etmezseniz, onun içindeki merak ve macera duygusunu yok etmezseniz, toprağı bırakıp uzaklara gitmesine mani olamazsınız. Eğer genç erkekler, tarlayı bırakıp, içindeki sesi takiben uzaklara gider ise üretim daralır, artı değer küçülür ve önce çocuklar ve yaşlılar olmak üzere toplum yok olur. İçinde bulunduğumuz bilgi toplumu tıpkı avcılık ve toplayıcılıkla geçinen kültürler gibi. Eğer İngilizler kutuplara gittiler ise, Amerikalılar ve Ruslar uzaya çıktılar ise, bu çabanın altındaki en önemli neden merak ve bilinmeyeni araştırma arzusudur. Bu toplumlar insanlarını pasifize etmek yerine daha çocuk yaştan başlayarak onların merak ve araştırma, bilinmeyeni öğrenme duygularının gelişmesi için çaba sarfederler.
Merak ve macera duygusu köreltilmiş, hemen her vasıta ile korkutulan ve pasifize edilen bir toplum halindeyiz. Hemen hiçbir yeniliğe açık olamıyoruz, devamlı komplo teorileri ile korkutulan bir ülkenin bireyleriyiz. Bırakınız uygulamayı yeni ve değişik hiçbir düşünceye tahammülümüz yok. Korku dağları sarmış vaziyette, sanırım bugün dünyada var olan hiçbir ulusun bağımsızlık marşı "Korkma" diye başlamamaktadır. "Korkma" zaten yüzyıllardır korkutularak bu hale geldin, Korkma, korkma ki mevcudiyetini devam ettirecek kudreti bulasın. Bu toplumu oluşturan kaç kişi bu uyarının farkında, bu uyarının farkında olan birkaç kişi ise niçin susuyor ve giderek daha fazla korkutulmamıza yardımcı olmakta.
Toplumumuz günümüzden elli yıl öncesine nazaran daha köylü, daha tarım kökenli bir toplum olmuştur. Şehirli insan sayımız gerçekten azdır. Hâlâ tarımsal bir kültür yapısı içindeyiz, bu nedenle de devamlı bir korku ile yönlendirilmeye çalışılıyoruz. Çağın gerçeklerini yakalayabilmemiz için öncelikle kültür yapımızın değişmesi gerekir. Uzun bir dönem toplumumuzda köylülük önem kazandı, bir yandan ülkemizin çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi için çaba harcadık, diğer taraftar tarım kültürüne prim verdik. Sanırım bizim toplumumuzda sosyal bilimciler açısından büyük bir eksik var. Çok uzun bir süredir, toplumsal projelerin başlangıcının öncelikle toplumların kültürel yapılarının değişiminden başladığının farkında olamamışız. Üstelik bu geri kalmış düşünce yapımızı bu ülkenin çağına göre en ilerici düşünen insanına referans göstermeyi de utanmadan bir hüner sayıyoruz. "Köylü milletin Efendisidir". Her zaman merak etmişimdir. Atatürk gibi çağdaş gerçekleri en iyi şekilde dile getiren, topluma ümit ve gelecek vadeden bir önder niçin böyle bir söz söylemiş? Hangi nedenle çağdaş değerler yerine geriye dönük bir değeri ön plana çıkarmıştır. Atatürk böyle bir söz söylememiştir. 16 Mart 1923 Adana konuşmasında söylenen bu sözün esası "Üretici olan köylü milletin efendisidir" cümlesidir. Şimdi siz çarıklı erkanı harp kafası ile bu cümlenin ilk iki kelimesini sansür edip, yetmiş yıldır köylü milletin efendisidir diye çağın gereklerine karşı çıkarsanız, elbette şehirli insan sayınız azalır, yerine köylü egemen olur. Köylü egemen olursa da işte böyle olur. Artık, üretici olmanın, hem bedenen hem de fikren üretici olmanın vakti gelmiştir ve de geçmektedir. Gerçekleri görmek ve ileri doğru atılımlar yapmaya mecburuz. Başka bir seçeneğimiz yoktur. Unutmamız gerekir ki, yok olmak yalnızca siyasi ve coğrafi bir yok oluş değildir. Malik olduğu her türlü değeri, örneğin konumuz olan korunması gerekli kültür varlıklarını kayıp etmek de bir yok oluştur.
Diğer taraftan, korunması gerekli taşınmaz kültür varlıkları hakkında birinci derece sorumlu olarak karar üreten Koruma Kurulları’nın oluşumuna bakıyoruz. Taşınmaz kültür varlığı hakkında karar üretenlerin çoğunluğu, arkeolog, sanat tarihçisi, şehirci ve şimdi bir de hukukçu, esas bilgi sahibi, konunun uzmanı olması gereken mimarlar azınlıkta, zaten var olan mimarların da büyük bir çoğunluğu teorisyen, mimarlık diploması var ama, iki tuğlayı yan yana koymamış, betonu öcü zanneden bir grup insan. Kendi kendime soruyorum, biz yapı yapan mimarlar, gerçekten gelecekte mimar olarak anılmaya hak kazanan insanlar çok efendiyiz, hatta biraz da aptalca bir efendilik içindeyiz. Hiçbir zaman kalkıpta, bir taşınır, müzelik bir obje, arkeolojik bir kalıntı hakkında söz etmiyoruz. Eğer böylesi bir problemle karşılaşırsak konunun uzmanlarına baş vuruyor, müzelere müracaat ediyoruz. Ama yukarıda belirttiğim bu meslek sahiplerinin çok azı bize ve mesleğimize karşı böylesi bir saygı içinde, burada bir yanlış var. Sanki bu meslek mensupları gerçekten işlerini çok iyi yapıyorlar, kazı alanları çok düzenli ve bilimsel çalışmaları fevkalade, müzelerimiz birer toplumsal eğitim kurumlarına dönmüş, yaptıkları hemen herşey uluslararası beğeniyi sağlamış da sıra bizi hizaya sokmaya gelmiş gibi. Biz mimarların uzun zamandır bildiği, fakat söylemediği birşey var, koruma kurullarında görev alan bazı meslek mensupları gerçekte kendi meslekleri içinde başarılı olamamış kişilerdir. Bu nedenle devletin kendilerine verdiği gücü, kendilerini tatmin etmek için, etik dışı kullanmakta sakınca görmemektedirler. Üstelik pek çoğu büyük bir kompleks içindeler. Mimarlar proje yapıyor para alıyorlar, biz ise imza atıp, onların para kazanmasına destek oluyoruz, bu nedenle mümkün olduğu kadar direnelim, işleri yokuşa sürelim, hemen evet dersek onlar kolay para kazanır. İşte size bir başka gerçek daha, ne yazık ki giderek yaygınlaşan bir düşünce tarzı burada da karşımıza çıkmaktadır. "Benim kârım ne olacak?"
Bugüne kadar çok yapı projelendirdim, pekçok yapı yaptım, geriye dönüp bakıyorum, genç kuşağın bana bu yapıları yaparken elde ettiğim deneyimleri, bu yapılar sonrası oluşan bilgi birikimini soracağına, bundan böyle işimi nasıl yapmam gerektiğini tarif etmeye çalıştığını görüyorum. Bence bu işte bir yanlışlık var. Bunca yıl sonra deneyimlerimi aktarmak yerine, ifademin alındığı bir yaklaşım tarzı ile karşı karşıyayım, doğrusu çok üzülüyorum. Kişisel olarak beni veya bir diğer meslektaşımı yok farz etmek bir çözüm yolunu değil, yukarıda bahsetmeye çalıştığım kültürel etkiyi gösteriyor. Köylülük düşüncesi sanki benden ve benim gibi mesleğini en iyi şekilde yapmaya çalışan insanlardan intikam alıyor. Şimdi geçmişi düşününce pekçok kişinin Sedad Hakkı Bey başta olmak üzere bazı başarılı meslek mensuplarından benzeri ifadelerle bahsettiğini hatırlıyor ve aradan bunca yıl geçmesine karşı düşünce yapımızın gelişmediğini görüyorum.
Günümüzden ikibin yıl önce Marcus Vitruvius Pollio, Mimardan, bugün arzu edilen şekliyle, "Bilimlerle", hem de hemen hemen hepsiyle ilgilenmesini ister. Kabiliyetsiz ve yaratıcı olmayan bilgi gibi, bilgisiz yaratıcılık ve kabiliyetinde de insanı kamil yapamayacağından emindir. Mimar edebiyat bilmelidir, çizide usta, geometride bilgili, görüntü ve optikten haberdar, matematikçi, tarihi iyi okumuş, felsefeyi akıllıca izlemiş ve incelemiş, müzikten anlayan, tıp ve fiziğe aşinâ, hukuktan anlayan, astronomi ve uzayla ilgili konularda söz sahibi biri olmalıdır [Erder 1971, 43].
Koruma bir anlamda geleceğe aktarma pekçok yapı için yoğun bir yapı, yani mimarlık faaliyetidir. Mimar olarak yeterli düzeyde -ki bu yeterliliğin hangi boyutta olması gerektiği ikibin yıl önce tarif edilmiştir- olmanın ötesinde koruma faaliyetine katkıda bulunması istenen insanlar çok daha detaylı bilgi birikimine mâlik olmalıdırlar. Rasmussen mimarı bir tür tiyatro prodüktörüne benzetir. "Bu prodüktör yaşadığımız mekanları planlayan ve onları hayata geçiren kişidir. Mimar amacına ulaştığında, misafirleri için her türlü konforu sağlamış bir ev sahibi gibidir; onun misafiri olmak zevkli bir tecrübe" demektedir. Sonra ekler; "ama onun bu prodüktörlük işi birkaç nedenden dolayı zordur. En başta, aktörleri sıradan insanlardır. Mimar, onların doğal olarak nasıl davrandıklarını bilmelidir, yoksa bütün projesi fiyaskoyla sonuçlanır. Bir kültürel ortamda doğru ve doğal olan bir şey başka bir ortamda yanlış olabilir; bir kuşak için çok doğru olan bir şey, bir sonraki kuşak yeni zevkler ve alışkanlıklar edinince saçma görülebilir" [Rasmussen 1994, 12]. Yeni yapılan bir yapı için karşılaşılan bu güçlükleri nasıl aşacağımızı, bir mimar olmak için başarmamız gereken aşamalar bir yana, koruma, ancak dondurarak değil, gerçekten içine yaşam katarak gerçekleştirmemiz gereken bir koruma faaliyetin taşıdığı güçlükleri düşünmenizi isterim.
Koruma yalnızca bir sözcük müdür? Yoksa geçmişten bize miras kalan bir koleksiyon, bir müzelik objeler birikimden mi söz ediyoruz? Korumak dondurmak, insan yaşantısının katkısını yalnızca seyirlik hale getirmekten mi ibarettir? Neden yaşatarak ve kullanarak korumaktan korkuyoruz, bilgi birikimimiz mi yetersiz? Koruyalım ve geleceğe aktaralım derken, tahrip olmasından, yok edilmesinden mi korkuyoruz? Yukarıda sık sık belirttiğim gibi insan yaşantısına katkısı olmayan, onun gündelik hayatını şenlendirmeyen, kullanıp, hayatına renk katmadığı bu kadar objeyi nasıl korumayı düşünüyoruz? Hayatımızı zenginleştirmeyen, zenginleşmemize hiçbir yardımı olmayan, yalnızca seyirlik olan ve de bizim büyük oranda ekonomik katkımızı bekleyen mirası nasıl geleceğe aktaracağız? Niçin benim hayatıma katkısı olmayan veya katkısı olmadığını düşündüğüm bir birikim için fedakarlıkta bulunayım? Görüldüğü gibi sorular büyümektedir. O halde bu kültürel mirası aktif bir şekilde günlük yaşantımıza kazandırmak zorundayız. Onların bizim zenginliğimiz olduğu bilincini arttırmalıyız, bu da ancak ülke olarak zenginleşmek suretiyle mümkündür. Hiç unutmayalım, çağdaş yaşamın gerektirdiği günlük hayatı yaşayacak ekonomik güçten yoksun insanlar, koleksiyon yapmazlar, yapamazlar. Böylesi bir eyleme ne maddi güçleri, ne de düşünce yapıları müsaade eder.
Bazı insanlar görürüm, evlerindeki mobilyayı veya beyaz eşyaları değiştirirler, yahut arabalarının lastiklerini yenilerler, sonra evden çıkan ve kullanmadıkları eskilerini apartmanlarının bodrum katındaki depolara taşırlar. Bir daha hiç kullanmayacakları bu eskileri bir başkasına verseler, belki bazı kişilerin hayatlarını zenginleştirecek, onlara küçükte olsa bir katkı yapacaklardır. Depolarına kaldırdıkları bu eşyalara bir daha hiç el sürmezler, onlar bir süre orada burada sürünür, yer işgal eder, bir süre sonra da çöpe atılır. Hâlbuki ilk aşama bunların bizce önemli olmasada bir ekonomik değeri vardır, niçin bir başkasına kullanım için vermeyiz de çürümelerini, bir başkasına faydası dokunacağına yok olmalarını isteriz?
Koruma kavramında da benzer bir anlayışın egemen olduğunu görüyorum. Ben kullanmıyorum, o halde hiç kimse kullanmasın, benim hayatımı zenginleştirmeyen bir şey hiç kimsenin hayatını şenlendirmesin. Olaya böylesine baktığımız taktirde ortaya tibbi bir sorun çıkıyor. Doğrusu her şeyin olduğu gibi kalmasını, dondurulmasını, nerede ise el sürülmemesini isteyen grubun akıl sağlığının yerinde olup olmadığı konusunda ciddi şüphelerim var.
Bunca yıldır, sorunları başka noktalarda aramakta ısrar ettik, geçmişe nazaran koruma açısından çok daha fazla hukuksal düzene sahip olmamıza karşı, koruma bilinci açısından daha geriye doğru yol almış bulunuyoruz. Sorun, koruma kültürü açısından yetersiz oluşumuzda değil, uygar olma, uzlaşma kültürüne sahip olamama noktasındadır. Kendi mesleki tartışmalarımızı ne zaman ki ideolojik ve mensubiyet ortamının dışına taşırız, kişisel hırs ve yetersizliklerimizi meslek mensubiyetimizin dışında tutarız, işte o zaman koruma kültürü açısından yol almak için bir başlangıç yapmış oluruz. Üstelik bu gerçeğin yalnızca bizim mesleğimiz için değil, tüm ülke yaşantısı açısından geçilmesi gerekli bir engel oluşturduğuna inanıyorum. Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak, öncelikle toplumların düşünce yapısının değişmesi ile mümkündür.
Bu sözlerimi benim başıma gelen iki örnek ile bitirmek isterim. Bu olaylar benim başıma gelirse sıradan insanlar acaba neler çekiyor, maliki olduğu yapıları çağın gereklerine uygun olarak kullanmak için acaba hangi yasa dışı yollara başvurmaya zorlanıyor, varın siz düşünün. 2001 yılı Eylül ayında Ayvalık’ın Cunda adasında dört parsel içinde korunması gerekli üç yapı satın aldım. Cunda adası hem doğal sit, hem de milli park statüsünde. Satın aldığım her yapının da tapu kütüğünde korunması gerekli kültür varlığı şerhi vardı ve bu nedenle alım satım vergisi de alınmadı. Her üç yapıyı da rölöve ettim, restitüsyon projelerini yaptım, zaman içindeki değişikliklerden arındırarak restorasyon projelerini hazırladım, Çanakkale Koruma Kurulu’na sundum. Red oldu, bana basit onarım izni verdiler. Çünkü, tapu kütüğünde korunması gerekli kültür varlığı şerhi bulunan her üç yapı da onlara göre tescilli yapı değildi. Üstelik her üç yapıda XIX. yüzyılda yapılmıştı ve kanunen korunması gerekli yapı statüsündeydiler. Üç yıllık mücadeleden sonra konu şimdi Bölge İdare Mahkemesi’nde. Bu konudaki müdaafasında Çanakkale Koruma Kurulu, öğünerek kurulduğundan beri 3621 sayılı "Kıyı Kanunu" gereğince 50 metrelik kıyı bandı içinde hiç bir yapıya restorasyon izni vermediğini, ancak basit onarıma izin verdiğini söyliyebiliyor. 2863 sayılı yasa kapsamında karar üretmekle yükümlü bir kurul, 3621 sayılı yasa gereğince ve de kendince karar üretiyor. Kimdir bu insanlar, kendilerine verilen yetkinin bile farkında olmayan bu korumacılarla [Genim 2001, 195; quis custodiet ipsos custodes? Bizi koruyuculardan kim koruyacak? Tacitus 56-120] biz nasıl çağdaş uygarlık seviyesine erişebileceğiz?
İkinci örnek ise maliki olduğum bir diğer yapı ile ilgili, hemen hemen aynı tarihlerde Çengelköy’de bu kere Hazine’den üç katlı bir ahşap yapı satın aldım. Bu kez tapu kütüğünde korunması gerekli kültür varlığı şerhi yoktu ama, fotoğrafından da anlaşılacağı gibi bence korunması gerekli kültür varlığı niteliğindeydi. Ancak ben vakit bulupda rölöve hazırlıklarını yaparken, bu kere Bayındırlık Bakanlığı’nın bir kararı yayınlandı. Bundan böyle 1983 tarihli Boğaziçi Uygulama İmar Planı’nda tescil olduğu veya tescile gerek görülebileceği belirtilmeyen yapılara ruhsat verilmeyecek. Bütün bu karmaşa içinde yapı çöküyor, uzun bir süre önce ilgili koruma kuruluna dilekçe ile mürücaat ettim, eğer bu yapıyı tescile gerek görüyorsanız tescil edin, yok tescile gerek görmüyorsanız, can ve mal emniyetini tehdit ediyor bırakın yıkayım. Ne bir ses, ne bir nefes, çıt yok. Bina çöküyor. Bu iki örnek yalnız bana eziyet için mi yapılıyor, hayır bilin ki bu ülkenin kanun ve kurallarına saygılı her vatandaşı bu eziyeti çekiyor.
Şimdi soruyorum, hangi korumadan bahis ediyoruz? Koruma kavramı ülkemiz insanlarına eziyet için mi kulllanılacaktır, yoksa onları mutlu etmek, daha yaşanabilir bir çevre oluşturmak için mi? Genç meslektaşlarım için büyük bir üzüntü duyuyorum. Benim de dahil olduğum bir grup insan onları yetiştirmek için uğraşıyor, onlar zamanlarını ve ailelerinin daha iyi bir yaşam için ayırabilecekleri maddi güçlerini bu uğurda harcıyorlar, sonra mesleğe adım atıyorlar ve inanılmaz bir gerçekle karşılaşıyorlar. Eğer gerçek bir mimar gibi davranırlarsa aşağılanma ve yok edilme kampanyası ile karşı karşıya kalıyorlar. Eğer düzenin adamı olamıyor ya da olmuyorlarsa yaşama şansları yok. Sonra bizler bu kürsülerde yalan söylemeye devam ediyoruz, hayatın gerçeklerinden uzak, ütopik bir dünya içinde yaşıyoruz.
Dostlarım, gerçekten bu konunun duayeni olan benim kuşağımın insanları, uygar ve çağdaş insanlar yalan söylemez, ne kendine ne de bir başkasına. Artık bu yalan söyleme işinden vazgeçelim ve yeniden, hiç bir ideolojiye ve mensubiyete dayanmaksızın, yalnızca yaptıklarımızla ve vardığımız sonuçlarla koruma konusuna yeni bir yol haritası çizelim. İnanıyorum ki bizim kuşağımızın bu ülkeye, bizi eğiten, bize yaşam sunan bu ülkeye karşı ödemesi gereken bir borcu var. Bunu da ancak bilgimizle, bizi takip eden kuşaklara bilimsel bir gelecek sunarak ödeyebiliriz.
Bir ay kadar önce İstanbul Dizayn Haftası’na katıldım, pekçok konuda ülkemin insanının yarattıklarını gördüm, inanılmaz derecede mutlu oldum ve de çok üzüldüm, niçin benim ülkemin özgür bırakıldığı taktirde bu derece başarılı olan insanı mimarlık konusunda bu derece başarısız oluyor? Niçin şehirlerimiz içinden çıkılmaz bir kaos ortamı, niçin çok çok az çağdaş mimarlık yapıtı görebiliyoruz? Bu kadar kısıtlama ve baskı insanlarımızı iyiye, doğruya, güzele götürmüyor. İşte sonuç, o halde artık başka yollar, başka metodlar denememiz gerektiğini görmemiz gerekir. Sevgili Hocam Cevat Erder’in son günlerde bana sanki günah çıkartır gibi söylediği bir sözü sizlere aktararak bu konuşmamı bitiriyorum. "İyi restorasyon yapmak için önce iyi mimar olmak gerekirmiş", bense bu sözü şöyle anladım "İyi restorasyon yapmak için önce mimar olmak gerekir, mimar olmak için ise önce yapı yapmak lazımdır" [Erder 1971].
KAYNAKÇA
Erder 1971
Cevat Erder, Tarihi Çevre Kaygısı, Ankara, 1971.
Fukuyama 1999
Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, İstanbul, 1999.
Genim 2001
M. Sinan Genim, "Koruma Kültürü Üzerine", TAÇ Vakfı’nın 25 Yılı, İstanbul, 2001.
Rasmussen 1994
Steen Eıler Rasmussen, Yaşanan Mimari, İstanbul, 1994.