Kuzguncuk’ta Bir Ev...
AnasayfaMedyaYayımlar ve Bildiriler

Kuzguncuk’ta Bir Ev...

KAYDIRIN

< Geri dönün

KUZGUNCUK’TA BİR EV

Nurhan Atasoy’a Armağan, İstanbul, 2014, s. 139-162.

Apassionata

Tutkulu bir duyguyla

Nurhan Hoca’yı, Sevgili hocamı 1972 yılı başlarında tanıdım, DGSA’dan doktora yapmak için İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesine gelmiştim, iki yıl sonra da uzunca bir dönem asistanı oldum.

Sevgisi, (ve de zaman zaman kızgınlığı) beni her zaman hayrete düşürmüştür. İçten ve ailenin tümüne yayılmış bir sevgi. Cemal Amca, Halit Abi, Türkan Abla, Gül, Ebru, İhsan ailenin tüm fertleri, kısa bir süre sonra ben de ailenin bir ferdi oldum. Sultanahmed’teki evin çatı katına çıkarken eğer Cemal Amca’ya rastlarsam, aydınlıkta asılı rakı şişesinin kapağından bir fırt almadan üst kata varmam mümkün değildi.

O yılların üstünden sanki bir yüzyıl gibi, otuz yılı aşkın zaman geçti. Prof. Atasoy’un kişiliğinde hocadan öte hemen herşeyi konuşabileceğim bir dost buldum. Bana her zaman bir aile büyüğü gibi yol gösterdi. Önümde açtığı yol, paylaştığı bilgi ve çalışma hayatımda sağladığı disiplin için kendisine her zaman minnet duymuşumdur, ve de sonsuza dek duyacağım. Mimar olma isteğimin ağır basması, yanından ayrılmama neden oldu. Her zaman acaba doğru mu yaptım? Orada, onun yanında mı devam etmeliydim diye düşünmüşümdür?

Zaman zaman önünden geçtiğim bir evin her zaman perdeleri kapalı duran pencerelerinin arasından hiçbir şey görmek mümkün değildi. Zaten, Kuzguncuk’un gençleri olarak, başımızı kaldırıp aralık pencerelerden evlerin içlerini görmeye çalışmakta bizim yapacağımız bir iş değildi. Tüm yaşantımız boyunca özel yaşantının gözlerden saklanmaya çalışılan bölümüne saygılı olmayı öğreten bir terbiye içinde büyüdük. Lâkin, pencerelerin açık olduğu bir yaz günü evin önünden geçerken hafif bir rüzgâr perdeleri araladı; ve bu hareket dikkatimi çekti, başımı kaldırdım ve inanılması güç bir kalemişi tavan bordürü gözüme çarptı. Uzun bir süre bu evin içini görmeye çalıştım. Ev sahipleri izin vermedi, annem rica etti olmadı, komşular ricacı oldular yine mümkün değil cevabını aldım. Sonunda zannederim 1972 sonbaharında sevgili Hocam Nurhan Atasoy o tatlı dili ile devreye girdi ve bu inadı kırdı, evin bir bölümünün fotoğraflarını çekmeyi başardı. Bu fotoğraflar elime geçtikten sonra, o sırada görevli bulunduğum DGSA Mimarlık Bölümü öğrencilerine bu evi rölöve ödevi olarak verdim. Bir dönemde öğrenciler uğraştı, iki üç sene sonra evin bir rölövesine de sahip olmuştuk. Nasıl oldu ise, bu arada birkaç dakikalığına evin içini de gezdim. O günden beri bu evi bir makale olarak neşretmek için zaman zaman çalışmaya başladımsa da tamamlamak mümkün olmadı. Bunca sene sonra Hoca’mın Anı Kitabı’na nasip oldu. Otuz yıl sonra onun için yazdım. Sağol hocam, otuz yıl sonra bile bana üzerinde çalışacak malzeme sağladın.

Tanrı sana, uzun ve sağlıklı bir ömür versin. Daha yapacağın çok şey, yazacağın çok kitap ve yetiştireceğin çok insan var.

Bir ev

Antik çağda Kuzguncuk’un adı geçmez; Strabon, Üsküdar’dan bahsederken Khalkedon ve bir köy olan Khrysopolis diyerek anar [Strabon 2002, 55]. Khrysopolis, Hellen dilinde “Altın Kenti” demektir [Umar 1993, 433]. Kuzguncuk’un Bizans döneminde Khrysokeramos “Altın Kiremit” adı ile anılmaya başlandığı söylenir. VI. yüzyılda İustinianos devrinde protospatharios Narses’in 533 yılına doğru Meryem Ana veya Hagios Panteleimon adına burada bir kilise yaptırdığı bilinmektedir [Eyice 1976, 54; Gyllius 2000, 220]. Kuzguncuk’un bugünkü adını ise Fatih devrinde buraya yerleşen Kuzgun Baba adında bir veliden aldığı söylenmektedir [Umar 1993, 488; Evliya 2003, I, 2, 429]. Köy öteden beri daha ziyade gayrimüslim ahali, Rum ve Yahudiler ile meskûndur [Gökbilgin 1970, II, 689]. Köye ilk caminin, üstelik biraz köyün dışında Sultan II. Abdülhamid devrinde XIX. yüzyılın sonlarına doğru yapıldığını göz önüne alarak, hemen hemen hiç müslüman olmadığını söylemek doğru olacaktır [Öz 1965, II, 67].

Eremya Çelebi “...Kuzguncuk Yahudi köyüne geliriz... Burada, hepsi de denize nazır evlerde oturan Yahudiler, vadinin içinden geçmekte olan yoldan cenuba doğru Üsküdar tepesine gider gelirler. Burada Rumlar da ikamet ederler. Onların bir kiliseleri ile keza suyu tatlı bir ayazmaları ve iki büyük bostanları vardır. Daha ilerdeki sahilde büyük konaklar bulunur...” [Eremya 1988, 47] demektedir. İnciciyan ve Sarraf Hovhannesyan’ın da benzer tespitleri vardır. Bu arada İnciciyan’ın Kuzguncuk isminin “Kosinitza”dan değişerek geldiğini de söylediğini belirtmek isteriz [İnciciyan 2000, 152]. XIX. yüzyıl başındaki Kuzguncuk için en detaylı bilgiyi ise, Sarraf Hovhannesyan günümüze aktarmaktadır [Hovhannesyan 1997, 64].

1814-15 tarihli Bostancıbaşı Defteri’nde Kuzguncuk sahilinde Beylerbeyi ile Kuzguncuk arasındaki sınır Eğribozi Ahmed Paşazade Molla Efendi yalısından sonra başlamaktadır. Buradan itibaren Kuzguncuk İskelesi’ne kadar 15 yalı mevcuttur. Bu yalıların ikisinde Ermeniler, diğerlerinin tümünde ise Yahudiler oturmaktadır. Kuzguncuk İskelesi’nden Üsküdar’a doğru ilk 10 yalıda da bir Ermeni ailesi hariç Yahudiler oturmaktadır [Koçu 1958, 88-89]. Görüldüğü kadarı ile Kuzguncuk nerede ise tamamen bir Yahudi köyüdür. Bu Yahudilerin, 1618’de Galata’daki veba salgınından kaçıp bu bölgeye yerleştikleri sanılmaktadır [Güleryüz 1992, 49].

Kuzguncuk’da yapım tarihi bilinmeyen ve 1921’de yanan Dağ Hamamı Sinagog’u da dahil olmak üzere üç adet sinagog bulunmaktadır. Bunlardan Kal de Abaşo (Aşağı Sinagog) diye de bilinen Beth Yaakov Sinagog’unun bugünkü yapısı 1878’lerde inşa edilir. 27 Temmuz 1862 tarihli bir ferman ile burada bulunan bir sinagogun tamirine izin verilmektedir [Galante 1949, 10]. Anlaşılan burada çok daha eski tarihli bir sinagog vardır ve 1878 tarihli yapı bu sinagogun yerine yapılmıştır. İcadiye Caddesi’nin üst kısmındaki Yakup Sokak’ta bulunan üçüncü sinagog ise 1840’lı yıllarda yapılan Virane veya Kal de Ariva (Yukarı Sinagog) adı ile bilinen yapıdır.

Kuzguncuk’ta Kadıköy Metropolitliği’ne bağlı iki Rum Kilisesi de bulunmaktadır: Hagios Panteleimon ve Hagios Georgios. İcadiye Caddesi üzerindeki Hagios Panteleimon Kilisesi 1861’de yanan kilisenin yerine inşa edilir. 1896’da yeniden yapılır ve 1911’de giriş kapısının üstüne üç katlı bir çan kulesi ilave edilir. Hemen yanında 1831 yapım tarihli bir ayazma vardır. Yine İcadiye Caddesi üzerinde bulunan ve denize daha yakın bir bölümde yer alan Hagios Georgios Kilisesi’nin ise VI. yüzyılda yapıldığı söylenen Hagios Panteleimon’un yerine yapıldığıbilinmektedir [Akın 1994, V, 146a]. Kuzguncuk’da bir de Ermeni Kilisesi mevcuttur. 11 Mayıs 1835’de ibadete açılan Surp Krikor Lusavoriş Kilisesi’ni sayıları çok azalsa da halen aynı cemaat kullanmaya devam etmektedir [Tuğlacı 1991, 169].

Ayvansarayi Hüseyin Efendi’nin Hadîkatü’l-Cevâmisi’nde Kuzguncuk’da bir camiye rastlanmaz [Ayvansarayi 2001]. Bölgede yapılan ilk cami Beylerbeyi’ne yakın bir alanda, kıyıdaki müslüman yerleşmesine hizmet veren Üryanizade Mescidi’dir. Sultan II. Abdülhamid döneminde devrin şeyhülislamlarından Üryanizade Ömer Efendi tarafından yaptırılan bu ahşap mescid, aynı zamanda günümüze çok az örneği kalan kayıkçı mescidlerinden de biridir [Öz 1965, II, 67]. Köyün içine yapılan ilk cami ise 1951-52 yılları arasında halk yardımı ile yapılan kare planlı, betonarme bir yapıdır [Öz 1965, II, 43].

1876-77 tarihli “Esâmi-i Mahâllat” kayıtlarında Kuzguncuk 203 haneli bir mahalle olarak görülmektedir [İşli 2002, 76]. 1914’de Kuzguncuk’ta 70 müslüman, 250 Rum, 1600 Ermeni, (İcadiye Ermenileri dahil) 400 Yahudi ve 4 hane yabancı uyruklu olduğu bilinmektedir. Aradan geçen kırk yıla yakın sürede nüfus İcadiye Ermenileri dahil ikibini aşmıştır. Bu durumda, özellikle son dönem savaşları sonucu şehre gelen göçlerin bir kısmının Kuzguncuk’a yerleştiği söylenebilir.

H. 1261/1845 tarihli Mühendishane-i Hümayun Haritası’nda Kuzguncuk iskanı pek önem verilmediği görülmektedir. Kuzguncuk İskelesi, hemen karşısındaki karakolhane ve Paşalimanı’na doğru yer alan çeşme dışında adı geçen hiç bir yapı yoktur [Bkz. Harita : 1]. Haritada belirtilmese de iskânın yoğun olduğu iskele çevresinde eski tarihli bir çeşme vardır. Yaptıranı belli olmayan, bu nedenle İskele Çeşmesi adı ile anılan bu yapının iki satırlık kitabesinde:

“Hüveş-sâfi”
“Âb-ı nâb iç nûş ola subh-ü mesâ”
Sahib-ül hayrata idin hayr duâ
H.1207/1792

yazısı yer almaktadır [Tanışık 1945, II, 388; Egemen 1993, 476].

Haritada belirtilmeyen bir diğer çeşme ise Nakkaş Mevki’inde sahil yolu üzerinde yer alan Hacı Ahmed Efendi Çeşmesi’dir. H. 1239/1823 tarihli bu çeşmenin yanında bir de namazgâh bulunmaktaydı [Egemen 1993, 416; Haskan 2001, III, 1039]. Kuzguncuk’taki yoğun müslüman nüfus 1950’lere kadar sahil yolundan Frenk Tepesi ismiyle de anılan Münir Paşa Tepesi’ne doğru tırmanan Babanakkaş Sokağı’nın güney bölümü boyunca sıralanmaktaydı.

1924 tarihli Necip Bey Haritası’nda Kuzguncuk anıtsal yapıları, biri yanlış yerde gösterilen iki Rum kilisesi, bir Ermeni kilisesi ve bir sinagog ile Kuzguncuk İskelesi olarak görülür [Necip Bey 1924, III, 2]. Daha sonra bahis konusu edeceğimiz Bozacı Sokağı’nın adı bu haritada Rue Arnobout (Arnavut sokağı) olarak geçmektedir.

Pervititch’in 1930 tarihli ve 5 no’lu Üsküdar genel paftası ile Aralık 1932 tarih 83 no’lu kısmî Kuzguncuk paftasında, anıtsal yapılar dışında iki mektep yer almaktadır. Özellikle belirtilen hiçbir sivil mimarlık örneği yoktur. Zaten 83 no’lu pafta yanlızca köy içinin belirli bir bölümünü kapsamakta, vadi tabanının tamamı görülmemektedir [Pervititch Tarihsiz, 268-276]. Genel paftada, Kuzguncuk’un iki önemli sivil mimarlık örneği Fethi Ahmed Paşa Yalısı ve Mimar Evi’nin görülmemesine karşın, Eski Marko Paşa Köşkü (günümüz Kuzguncuk İlkokulu) İş Bankası deposu olarak, Baba Nakkaş Sokağında bulunan Ali Fuat Paşa (Cebesoy) Köşkü yazı ile belirtilmiştir.

1934 tarihli İstanbul Haritası’nda bazı sokak isimlerinin değişmesi dışında önemli bir farklılığa rastlanmaz [İstanbul 1934, Harita: 27].

Türk Evi, öncelikle Anadolu’da kendine has karakterine kavuşmuş, zaman içinde gelişerek ve çeşitli etkilerle yenilenerek Osmanlı fetihlerinin peşi sıra Rumeli ve Anadolu’ya yayılmıştır. Günümüzde Kırım, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk ve Yunanistan’da en güzel örneklerini gördüğümüz Türk Evi, XV. ve XVI. Yüzyıllardan itibaren Türk hakimiyeti ve Osmanlı Kültürünü kabullenen toplumların yerleştikleri veya oturdukları bölgelerde önceki konut mimarilerinin yerine egemen olmuştur. Türk Evi’nin yayılma sınırları kesin bir hudut ile çevrelenemez. Toplu yayılmaların yanı sıra, bölgesel tesirlerde etkili olmuş ve bazı bölgeler Türk Evi’nden yüzeysel veya geçici olarak etkilenmiştir. Bu arada Osmanlı hakimiyeti ile birlikte yaşam güvenliğinin artması ve ticaretin gelişmesi şehirleşme hızını arttırmış, bunun bir sonucu olarak da yoğun bir şehirsel yapı faaliyeti başlamıştır. Bu nedenle, Türk Evinin şehirlerdeki gelişmesinin köylerden çok daha hızlı olduğunu söylemek gerekir. Bir başka deyişle, Türk Evi tüm yerleşme birimlerinde inşa edilmişse de esas olarak şehir evidir.

Türk Evi plan tiplerinin ve genel karakterinin yaygın olarak kullanımı XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ortaya çıkar. Bu evlerin ve bunların meydana getirdikleri mahallelerin karakteristikleri, bugünkü sivil mimari ve şehircilik anlayışına uygunlukları, gün geçtikçe daha iyi anlaşılmakta ve yaygın araştırma konusu olmaktadır. Türk Evi’nin günümüz mimarlık anlayışına uygunlukları arasında ferah ve bol ışıklı olması, serbest ve günlük kullanışa cevap veren bir planlamaya sahip bulunması, özellikle zeminden koparılarak kolonlar üzerine oturtulması ile elde edilen bahçe ve doğa ile organik bağlantılı yaşam alanı oluşturabilmesi gibi özellikleri sayılabilir. Bunun yanı sıra evin içinin eşya ile dolu olmayıp sedir, yüklük gibi kullanım gereçlerinin sabit ve yapının bünyesine katılmış olması modern mimarlığın ev anlayışına uygun bulunmaktadır.

Helâ, gusülhane, hamam gibi eski devirler için konfor ifadesi olan elemanların XV. yüzyıldan başlayarak evin içinde gereken yerlerini almaları, çağdaş Batı evlerine göre Türk Evi’nin üstünlükleri arasındadır. Mimari tasarım ve proporsiyon olarak alçak tutulmuş, yayvan ve geniş saçaklı olmaları bu evlere genel kurgu açısından bir estetik ve doğaya uyum sağlamıştır. Ama ne yazık ki tüm dünyada ve ülkemizde özlemle bakılan ve yoğun inceleme konusu olan, geleneksel ev kültürümüz ile büyük benzerlikler gösteren Japon Evi’ne karşın Türk Evi -yani evlerimiz- üzerlerinde yeterli araştırma yapılmadığından modern mimari içinde hak etmiş olduğu yeri alamamaktadır.

Şehirlerimizin genel görünümünde ön planda dini ve sivil anıtsal yapılar, arka planda ise göz okşayıcı ve büyüleyici evler görülür. Özellikle İstanbul’un bu görünümü, şehre gelen hemen hemen tüm sanatçıları etkilemiş ve onları şehrin genel panaromasını çizmeye teşvik etmiştir.

Evler, dışa taşan geniş saçakları, yayvan çizgileri, çeşitli yönlerdeki cumbaları, aynı meyildeki kiremit örtülü çatıları, birbirleriyle uyumlu mimari ölçüleri ile şehir dokusu içinde bir bütün meydana getirmektedirler. Bu düzende hiçbir ahenksizlik, ölçü bozulması ve göze batma yoktur. Bu topraklarda binlerce yıldır var olan kerpiç yapı geleneğinin devamı hımış yapı kendini belli ederse de, taş ve özellikle ahşap yapı sistemi konut mimarisinin esas malzemesidir. Bu evlerin sokaklara ve meydanlara bakan yüzleri sıvalı, zaman zaman derzli, çoğu zaman da boyalıdır. Doğada olduğu gibi kullanılan canlı ve kontrast renkler, şehri birer çiçek tarlası gibi süsler. Katran siyahı, aşı kırmızısı, çivid mavisi, saman sarısı, osmanlı yeşili gibi renkler anıtsal yapılara çarpıcı bir fon görevi yapmaktadırlar. Evler daima bahçeli veya bahçe içindedirler; bunların arasından anıtsal yapıların çevresindeki ulu çınarlar yükselir, mezarlık ve camilerin hazirelerindeki serviler şehir görünümlerindeki azımsanmayacak yeşil alanlardır. Bütün bu görüntü içinde alt kısımları panjurlu, kepenkli veya ahşap parmaklıklı, üst kısımları alçı çerçeveli binlerce göz halindeki pencereler yaşamın canlılığını ifade eder. Boyları ufaklı - büyüklüdür, fakat hepsi de bir bütünün parçaları gibidirler.

Günümüzde Türkiye sınırları içinde Türk Evi ve Şehri niteliklerini topluca taşıyan çok az yerleşme kalmıştır. Genel ulaşım akslarının uzağında, endüstrileşme faaliyetlerinin kısmen dışında kalan ve içe dönük bir yaşam sürdüren bu yöreler; Safranbolu, Göynük, Kula, Birgi gibi kasabalar, Ormana, Darkale, Adatepe gibi köyler dışında kalan hemen hemen tüm köy ve kentlerimiz yüzyılın başlarına, hatta 1950’lere kadar taşıdıkları karakteristiklerini kaybetmişlerdir. İstanbul’da uzun yıllar üzerinde tartışılan, ama ne yazık ki küçük ölçekli birkaç yapı dışında toplu koruma uygulamasına geçilemiyen bazı mahalleler; Zeyrek, Süleymaniye, Kariye çevresi ile birkaç sokak Soğukçeşme, Kirazlı Mescit, dışında toplu örnekler kalmamıştır diyebiliriz.

Şehirlerimizin ve evlerimizin en büyük düşmanı doğal afetler ve yangınlar değil, insanlarımız özelde meslek adamlarımızdır. Yeni şehir düzenlemeleri, imar planları, sanki yanlızca eski karakteri bozmak, yok etmek için yapılmaktadır. Bu olumsuz durumu değişen hayat şartlarına, artan nüfus yoğunluğuna, ulaşım güçlüklerinin getirdiği sorunlara bağlamak gerçeklerden kaçmaktır. Doğrusu eski zevk ve anlayış değişmiş, kültürümüzün kökenleri ile bağlarımız kopmuştur. Geleneksel şehir ve evlerimizin güzelliğini, komşuluk münasebetlerinin gerekliliğini anlayan neredeyse kalmamış, yabancı kültürlerin özümsenmemiş yaşam tarzı, modern ev tutkusu, şehirsel rantın cazibesi, doğadan kopma bir kanser dokusu gibi şehir, ev ve yaşam kültürümüzü kemirmiş ve bugünkü olumsuz neticelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Bugün içinde yaşadığımız ve çoğunluğumuzun özlem duyduğu günümüz evlerinin çok büyük bir kısmı, Türk Evi karakterini ve kültürünü taşımazlar. Bu evleri geleneksel Türk Evi kültüründen faydalanarak yaratacağımız, modern Türk Evi’nin doğuşuna kadar geçici olarak kullanacağımız uydurma ve zevksiz bir arabesk anlayışın ürünleri olarak kabul etmemiz gerekir.

Evin planı, meskenler üzerinde yapılan araştırmalarda daima öncelikle alınması gereken bir noktadır. Çünkü, ekonomik ve sosyal durumunun yanı sıra evin şekillenmesi ve kütlesi her zaman plan ile belirlenir.

Türk Evi şekillenmeye başladığı ilk dönemlerde genellikle tek katlı olarak inşa edilmiştir. Gelişen mimari anlayış ve geçen zaman ile kat adedinin artmasına rağmen, daima esas kat tektir ve üstte bulunan kat esas kat olarak planlanır. Arsanın büyüklüğüne göre esas katın altı ya tamamen veya kısmen boşaltılır. Esas kata Türk Evi geleneği gereği fazlaca ışık, güneş ve hava almak arzusu, bu katın mümkün olduğu kadar zeminden yükseltilmesine neden olmuştur. Geniş bahçe içinde, genellikle şehirlerin varoşlarında veya az yoğunluklu yerleşme bölgelerinde ışık ve hava durumu kendiliğinden çözümlendiğinden esas kat, zemine yaklaşmıştır. Buna karşın yoğun yerleşmelerde, dar ve kalabalık bölgelerde ve özellikle bitişik nizam yapılanmalarda esas kat mümkün olduğu kadar zeminden yükseltilmiştir. Esas katın altında yer alan zemin yahut giriş katında herhangi bir oturma veya yaşama bölümü düşünülmemiştir. Bu bölüm, çokluk bahçe duvarları ve evi taşıyan konstrüksiyondan ibarettir. Gerek doğanın olduğu gibi yapının içine alınması, gerekse üst katı havalandırmak ve rutubetten korumak amacıyla bu katın bahçeye bakan kısımları duvar ile kapatılmaz. Zamanla bu kısım önce kısmen, daha sonra ise tamamen duvarlarla kapatılmaya başlamıştır. Zemin kat, yerine göre ahır, arabalık, odunluk ve büyük bir kısmı taşlık olarak kullanılır, zemini genellikle dövülmüş ve sıkıştırılmış toprak veya taş kaplıdır.

Özellikle şehir içinde, yoğun iskân bölgelerinde ve dar arsalar üzerinde inşa edilen evlerde zemin kat ile esas kat arasında ailenin büyüklüğü ile orantılı bir ara kat teşekkül etmiştir. Ara katın önceleri bina alanının tamamını kaplamamasına karşın, giderek önem kazandığı ve bütün bina alanını kapladığı da görülür. Bütün yapı alanını kaplaması ve ayrı kat olarak kullanılmasına rağmen hiçbir zaman ara kat yüksekliği, esas kat yüksekliği seviyesine ulaşmaz. Bu arada ara katın gelişmesine rağmen genellikle zemin kat taşlığının üstünü kaplamadığı, böylelikle giriş ve taşlığın çoğu zaman iki kat yüksekliğinde olduğu görülür. Ara katta daima ikinci derece odalar yer alır; bu kat gerek tavan yüksekliğinin az olması, gerekse hacimlerinin ufak ve zeminden gelen olumsuz şekillendirmelerle teşekkül etmesinden dolayı çoğunlukla kışlık kat veya depo olarak kullanılmıştır. Yukarıda belirtmeye çalıştığımız gibi, zemin katın gerek araziye uyum sağlaması için yapılan düzeltmeler, gerekse bölmesiz veya az bölmeli olması, ara katın ise tüm bina alanını kaplamamasından dolayı evin planından bahsedildiği zaman daima esas kat anlaşılır, planlama bu kata göre yapılır. Esas kat, asıl yaşam katı veya bir başka deyişle evin şeref katı olduğundan, evleri bir plan tipi üzerinde incelemek ve tasnif etmek için bu katın planını gözönüne almak gerekir.

Rahmetli Hocamız Sedad Hakkı Eldem uzun yıllar süren rölöve çalışmaları sonrası Türk Evi plan tiplerinin belirlenmesini sağlamıştır [Eldem 1968]. Özgün bir çalışma olan bu tipoloji kesinlikle kronolojik, coğrafî veya iklimsel bir ayrım taşımaz; zaman ve yer kavramlarından uzaktır. Tiplemeye neden olan tek kriter esas katın planlamasıdır. Bu nedenle plan tiplerini araştırmak için öncelikle planı meydana getiren elamanları tanımamız gerekir. Türk Evinde bir katı şekillendiren plan elemanlarını:

1. Odalar,
2. Sofalar ve ekleri,
3. Geçit ve merdivenler,

olarak üç bölümde incelemek gerekir.

Türk Evi plan tipleri yayıldıkları büyük coğrafî alan üzerinde ve özellikle İstanbul’da gerek arsa ve arazi düzensizlikleri, iklim koşulları, şehrin yoğunluğu gibi faktörler, gerekse yangınlar ve depremler yüzünden çok çabuk ve sık sık tahrip olup, kısa zamanda tekrar yapılma gereği duyulduğundan çeşitli değişikliklere uğramışlar ve ilk plan netliklerini kaybetmişlerse de ideal olarak ortaya konan dört ana plan tipini muhafaza etmişlerdir.

Bu ideal şemalar:

A. Sofasız Plan tipi
B. Dış Sofalı Plan tipi
C. İç Sofalı Plan tipi
D. Orta Sofalı Plan tipi

olarak karşımıza çıkarlar.

SOFASIZ PLAN TİPİ

Genel olarak Güney ve Güneydoğu Anadolu’nun Kuzey Suriye ile ortak kültürünün bir ifadesi olan ve genellikle taş konut mimarisinde görülen sofasız plan tipi aynı zamanda en ilkel plan tipidir. Odaların yan yana gelmesi ile meydana gelen evde, hizmet alanı fonksiyonunu odaların önünde yer alan kaldırım veya avlu karşılar. Odalar zeminden yüksekte bulundukları taktirde ise, önlerinde uzanan ve bir merdivenle zemine bağlanan üstü ve yanları açık bir balkon veya teras hizmet alanı fonksiyonunu görmektedir.

İklimin sıcak olduğu bölgelerde sıklıkla kullanılan bu plan tipi, soğuk ve yağışlı iklim bölgelerinde kullanışsız bulunmuştur. Kuzeye doğru ilerledikçe açık hizmet alanlarının kısmen de olsa örtülmesi ile başlayan işlemler sonucu sofasız plan tipi dış sofalı plan tipine dönüşür.

DIŞ SOFALI PLAN TİPİ

Türk Evi plan tiplerinin gelişimi içinde sofasız plan tipini takiben karşımıza dış sofalı plan tipi çıkar. Dış sofalı plan tipinin ideal şemasında aynı yöne bakan odalar, hizmet alanı fonksiyonunu gören bir sofa ile birbirine bağlanır. Yaygın olarak tüm Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kullanılan bu plan tipi, her türlü malzeme ile yapılan (ahşap, ahşap+kâgir, hımış, kerpiç, kâgir) konutlarda başarı ile uygulanmıştır.

Zaman içinde uzun kenarı dışa açık bir dikdörtgen şeklinde gelişen dış sofanın, bir ucuna önceleri servis hacimleri, daha sonraları ise köşk veya bir oda getirilmek sureti ile “L” şekline veya her iki ucuna benzeri hacimlerin yerleştirilmesi ile “U” şekline dönüştürüldüğünü görürüz. Bu düzenlemeler ile dış sofa, dış tesirlere daha kapalı bir hale getirilmiş olmaktadır. Bu arada dış sofanın, bir ucuna servis hacmi ile birlikte yerleştirilen baş oda ile hem harem, hem de selamlık sofası olarak kullanılabildiğini görürüz. Giderek gelişen dış sofalı plan tipinde zaman zaman sofa, oda dizileri arasına girerek bir eyvan şeklini de almaktadır.

Yukarıda da belirtiğimiz gibi Türk Evi genelde bir şehir evidir. Şehirlerin giderek artan nüfusu, arsa bulma zorlukları ev tiplerini de etkilemiş dış sofalı plan tipinden iç ve giderek orta sofalı plan tipine doğru bir gelişim gözlenmiştir.

SedaD Hakkı Eldem Bursa’nın en eski evi olarak Sarayönü mahallesindeki dış sofalı bir evi gösterir. İki katlı taş duvarlı bu evin iki odasından birinde mevcud olan malakâri duvar dekorasyonu ve ocağın şeklinin binayı kesinlikle XVI. yüzyıla götürdüğünü söylemektedir [Eldem 1984: I. 50, Kuban 1995: 53]. Bu erken devir evi ile Kuzguncuk evi hemen hemen aynı planlama ilkelerine sahiptir. Birbirine bitişik iki oda ve bu odaların arasında yer alan uzunlamasına bir sofa. Türk Evi Plan Tipleri’nde esas kat planları verilen evlerden XVII. yüzyıla tarihlenen üçü Bursa’da, biri ise Mudanya’dadır [Eldem 1968, 38-39]. Aynı tarihlerde İstanbul’da benzer planlamada bir eve rastlanmamıştır. Firuzağa’daki XIX. yüzyıl başlarına ait evin bir odası ve kileri vardır ve bu plan evin diğer katlarından küçük olan üçüncü katına aittir [Eldem 1968, 38]. Esas katın iki oda ve bir sofadan oluştuğu plan tipine ait yapılar sayıları çok az olduğu için gözden kaçmış olmalıdır.

Kuzguncuk evi hem planlama ilkesi hem de süsleme özellikleri açısından ilginçtir. Anıtsal bir yapısı yoktur ancak örnek bir planlama ürünü olarak dikkat çekicidir. Dış görünüşünü pekiştiren geniş saçakları yoktur. Saçaklar ya orijinal yapıda kısa tutulmuş ya da daha sonraki bir tamir sırasında, belki de arka bahçeye yapılan odanın inşası sırasında kısaltılmış olmalıdır.

İstanbul’da dış sofalı Türk Evi’ne rastlamak oldukça güçtür. Sedat Hakkı Eldem’in 1940 yılında tamamladığı Türk Evi Plan Tipleri isimli kitabında örneklenen 115 adet dış sofalı plan tipinden yalnızca onüçü İstanbul evlerine aittir [Eldem 1968, 31 vd]. XVI. yüzyılın sonlarına doğru şekillenmeye başlayan dış sofalı plan tipi XVII. yüzyıl sonlarından itibaren terk edilmeye başlanmış, artan konfor ihtiyacı ve yerleşik düzenin getirdiği yoğunluk evlerin içe dönmesine (İç ve Orta Sofalı) yol açmıştır.

1872-73 tarihleri arasında meydana gelen yangın dışında yazılı kaynaklar Kuzguncuk’ta meydana gelen önemli bir yangından bahsetmezler [Dethier 1993, 91; Sema 2002, 267]. Vadi tabanında önemli tahribata neden olan 1872-73 yangını sonrası yapılan tüm yapılar iki katlı olup, hemen hepsi kâgirdir. Vadi tabanında geçmişe dair, anıtsal yapılar dışında hemen hemen hiçbir iz yoktur.

Ancak, bir yapının, sahilden 500 metre kadar uzakta, Kuzguncuk (İcadiye) Caddesi’nin bitiminde yer alan Bozacı (eski Arnavut) Sokağı’nın Ayçiçeği Sokağı ile kesiştiği noktada yer alan, kısmî bir taş bodrum kat üstüne iki ahşap kattan oluşan küçük bir yapının tarihi XVIII. yüzyıl sonlarına kadar uzanıyor olmalıdır. Ne yazık ki dış görünüşüne bakılarak değerlendirilen, çeşitli uyarılarımıza rağmen tescil edilmeyen bu ev, yirmi yıl kadar önce yok olmuştur.

Tapu kayıdına göre; Üsküdar, Kuzguncuk Mahallesi, 114 pafta, 555 ada, 4 parsel sayılı bu ev Bozacı (Arnavut Bozacı) Sokağı 14 kapı idi. 5.10.1931 tarihli Yako oğlu Mişon Efendi adına düzenlenmiş tapu senedinde Semti Meşhur : Boğaziçi, Mahallesi : Kuzguncuk, Sokağı : Arnavut olarak kaydedilmiş olan, Ma’a Bahçe Ev’in yarısı notu bulunmaktadır. Avram kızı Sara’dan intikal eden bu yarı hissenin, diğer yarısının maliki ise Avrem (Avram) Efendi’dir. Sağ tarafı Güllü Bağcı Sokağı, sol tarafı Yorgi ve Leoni haneleri, arkası Papa Yorgi arsası, cephesi Arnavut Bozacı sokak olan ev; Şeyhülislam Salih Efendizade, Mehmed Emin Efendi Vakfı’na kayıtlıdır.

5.1.1951 tarihli kadastro tespitinde ise 139.92 m² olarak kayıd edilen söz konusu parselin malikleri Yakoğlu Mişon ile Avrem olarak görülmektedir.

7.7.1970 tarihinde Ali Tafralı ve Dursun Ali Şahingöz tarafından satın alınan yapı, bu kişilerin mülkiyetinde iken yıkılmış olup, boş arsa 24.9.1999 tarihinde izale-i şuyu vasıtası ile satılmış ve Fatma Meral Omacan tarafından alınmıştır.

5.11.1931 tarihli satış vesikası 21/279 sayı ile Müdevvere Defteri’ne kayıt edilmiş olup, Müdevvere Defteri’nde bulunan 27637 no’lu not bizi 27 Kanunievvel 1328 (9 Ocak 1913) tarihli bir satış vesikasına ulaştırmaktadır. “Asabı Emlak : Tebay-ı Devlet-i Aliyenin Musevi milleti nisvanından Sara binti Avram Tebay-ı Devlet-i Aliyenin Rum milleti nisvanından Eleni binti Yorgi’nin bila varis vuku vefatı ile Bakkal Yako’nun zevcesi mûmâ-ileyhâ’nın kılındığı emlak-ı vakfiye Müdüriyetinden varit olan 27 Eylül 1328 (9. 8. 1912) tarihli ilmühaber anlaşılmağla ol vechile mezburenin tasarrufuna havi 27 Kanunievvel 1328”

Bu kaydın evvel hanesine not edilmiş 25 Temmuz 1301 (6 Ağustos 1885) tarihli bir notta anılan evde Yorgi kızı Eleni’nin oturduğu görülmektedir (Üsküdar Tapu Sicili Müdürlüğü kayıtları).

Görüldüğü gibi varılan en eski tarih 6 Ağustos 1885’dir. Bu evi Eleni’nin babası Yorgi’mi yaptırmıştır, yoksa o da daha önceki bir tarihte bu yapıyı satın mı almıştır, bilemiyoruz? Ancak bu bölgede yoğun olarak gayrimüslim nüfus’un oturduğu da bir gerçektir.

Bozacı Sokağı (Yokuşu)’ndan çift kanatlı bir kapı ile girilen taşlığın sağında üç pencere ile sokağa açılan alçak bir bodrum katı bulunuyordu. Soldaki bölüm daha sonraları tadil edildiği ve bir tuğla duvar ile girişten ayrıldığı için oldukça değişmişti. İçine giremedik, kanımızca cam olmayan kafesli yüksek pencerelerini göz önüne alarak, orijinal yapıda at bağlamak için kullanılan bir hacim olabileceğini düşündük. Zemin taşlığının bahçe ile irtibatı kesilmiş, bu bölüme bir taş duvar yapılmıştı. Sağdan dört basamaklı kısa bir merdiven ile kışlık odaya çıkılıyordu. Çıkma ile sokağa doğru uzatılan bu oda üst kat odası ile aynı konturlara sahipti. Tüm ısrarlarımıza rağmen bu odaya giremedik. Soldaki yarı döner merdiven ile üst kata ulaşılıyordu. Güneye bakan uzun sofanın hem sokağa hem de bahçeye bakan cephesi ikişer pencereli, ahşap taşıyıcılı bir bağdadi duvar örtülmüştü. Merdivenin solunda küçük bir tuvalet bulunuyordu. Kanımızca XX. yüzyıl başlarında bu bölüme bir oda ilave edilmişti. Belki de daha önceleri burada sofanın köşkü bulunuyordu ve bu köşk bir oda kazanmak amacı ile kapatılmıştı.

Bozacı Sokağı’na bakan iki oda çıkmalarla genişletilmiş, özellikle her iki yönde beş pencere ile dışa açılan köşe oda kare haline getirilmişti. Her iki odanın çıtalı tavanlarının, duvarlarla birleşen bölümleri eğrisel pahlarla zenginleştirilmiş ve bu pahlar üzerine kalemişleri yapılmıştı. Özellikle köşe odanın tavan süslemeleri, çıtalar üzerine yapılan ok veya çam ağacı benzeri motiflerle süslenmiş, çıtalarların kesiştiği noktalara yonca yaprağı benzeri rozetler takılmıştı. Duvarlar kötü renkli bir badana ile kapatıldığı için kalemişi ile süslü olup olmadıkları konusunda bir fikir ileri sürmek zordu. Eğrisel pahlar üzerinde ise yer yer kıvrılan ve bükülen bir kurdeleye bağlanmış çiçek buketleri bulunuyordu. Çift halka şeklinde düğümlenmiş kurdelenin, halkalarının düğümlendiği noktanın her iki yanına doğru uzanan, yapraklı bir dal üstündeki çiçeklerin görülen tümü farklı birer çiçeği sembolize ediyordu: şakayıklar, lâleler, karanfiller, kır çiçekleri ve güller. Badana fırçasının erişemediği bölümler yapıldığı günkü tazeliği ve inanılması güç bir fırça hakimiyeti ile karşımızdaydı.

Kapının sağında bir niş vardı ve içi tümden badana edilmişti. Diğer odanın tavan çıtalaması daha sadeydi, bunun da daha az pahlı tavan, duvar birleşimine badana fırçası erişememişti ve odanın dört duvarı boyunca devam eden bir kurdele üzerine ucunda çiçekler olan bir dal iliştirilmişti. Bu odanın da sofaya komşu duvarında bir niş yer alıyordu. Derinliği fazlaca olmayan bu nişin kenarları pahlı olarak yapılmış ve her iki düşey kenarına üst üste daha ufak ikişer niş yerleştirilmişti. Nişin üzeri iki kanatlı ahşap bir doğrama ile kapatılarak dolap haline getirilmişti. Doğramanın kanatlarını açtık ve karşımıza bir İstanbul manzarası çıktı. Benzerlerine Topkapı Sarayı, Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı gibi anıtsal sivil mimarlık örneklerinde rastladığımız türden bir görüntü. Kuzguncuk’un kıyıdan bu kadar uzak sokağında inanılması güç bir seyirlik. Her iki yanında birer kolonun yer aldığı açıklıktan görülen manzarada, ön planda yapılar büyük bir olasılıkla Topkapı Sarayı sahil köşklerini anımsatıyordu. Solda, ağaçlıklı bir alanda kule benzeri bir yapı [pek tabii ki Kız Kulesi] ile anıtsal bir çeşme [belki de Göksü Çeşmesi ve Çayırı] görülüyordu. Ön plandaki Pazar Kayığı ve hemen gerisindeki çift yelkenli teknenin dolaştığı küçük bölüm Haliç’in Boğaz çıkışı olmalıydı. Geride ufak yükseltiler halinde adalar ve hızla geçtiği izlenimi verilen büyük tekneler vardı. Fonu bir burun halinde biten Gemlik ve Mudanya sahilleri oluşturuyordu. En arkada birbiri ardına yükselen tepelerin arasında Uludağ tüm haşmeti ile belirtilmişti.

Türklerin çok eski çağlardan beri evlerinin dış ve iç duvarlarını resimler ve kalemişi süslemeler ile bezediklerini bilmekteyiz [Aslanapa 1972, 12]. Daha sonra Türklerin müslümanlığı kabülü ile birlikte bu gelenek devam etmiş, Gazneliler, Selçuklu Türkleri yüzyıllar boyunca yapılarını benzeri şekilde süslemişlerdir [Renda-Erol 1980, 10]. Gazneli Sultan Mahmud’un Leşker-i Bazar’daki büyük sarayının taht salonu bu tür süslemeler ile doludur. Duvarların alt kısımlarında tempera tekniği ile yapılmış çok renkli freskler bulunmaktadır. Büyük Selçukluların genellikle “Rey seramikleri” diye anılan özgün seramiklerinde insan figürlü resimli süslemeler görülür [Arık 2000, 16]. Zaten yaygın olarak söylenenin aksine İslam inancında resim ve heykel yasağı yoktur [Keskinoğlu 1962, 13 vd.; Turan 1990, 255 vd.; İbn Haldun 1991, II, 223 vd.]. Kuran’da bu konuda yasaklayıcı tek bir nota rastlanmaz. Yalnızca puta tapmayı yasaklayan Maide Sûresi’nin 93. âyeti vardır [Renda-Erol 1980, 10]. Selçukluların Anadolu’yu fethi ile bu gelenek gelişerek devam eder. Alanya Sarayı, Kubad Abad, Konya Kılıç Arslan (Alaaddin) Köşkü, benzeri duvar süslemelerini ve resimlerini içeren yapılardır.

Osmanlılar da aynı gelenek devam eder. XVII. yüzyıl sonu ile XVIII. yüzyıl başı Amucazade Hüseyin Paşa Yalısı Divanhanesi, Topkapı Sarayı III. Ahmed Yemiş Odası benzeri resimlerle süslü mekanlarımızdandır. Günümüze erişememişte olsa bu mükemmelliğe varan duvar süslemelerinin çok daha eski bir geleneğin devamı olduğunu söylemek gerekir. Özellikle XVIII. ve XIX. yüzyıllarda iç mekan süslemeleri ve resimleri konutların dışında dinsel yapılarda da görülmektedir. Yozgat Çapaoğlu ve Başçavuşoğlu Cami, Soma Hızır Bey Cami, Acıpayam Yazır Köyü Cami, Merzifon Kara Mustafa Paşa Cami, Kastamonu Kasaba Köyü Cami bu yapıların önde gelen örenekleri olarak sayılabilir [Arık 1976, 27 vd.]. Zaten erken dönemlerden itibaren halk arasında yaygın bir resim geleneği de sürmektedir [Aksel 1960, Derman 1989]. Erken örneklerine XVI. yüzyılda rastladığımız manzaralı (topoğrafik) resim geleneği sonraki yüzyıllarda da varlığını sürdürür. Ancak, Batı resminin en önemli ayırıcı özelliği olan üç boyutluluk (perspektif) kavramı Osmanlı minyatüründe ve dolayısıyla duvar resimlerinde farklı bir şekilde ifade edilmiştir. XVIII. yüzyıldan itibaren minyatür yerini yavaş yavaş bir başka resim dalına bırakır: Duvar Resmi. Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nden başlayarak Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerindeki köşk ve konaklara yayılan bu anlayışın en bilenen örnekleri; Birgi Çakıroğlu Konağı, Antalya Tekelioğlu Konağı, Milas Arslanlı Ev, Edremit Hacı Kabakçılar Evi, Datça Mehmet Ali Ağa Konağı, Antakya Kuseyri Evi, Yozgat Nizamoğlu Konağı, Filibe Kuyumcuoğlu Konağı, Kastorya Ayvazoğlu Konağı gibi yapılardır. Evlerin içinde görülen bu gelenek Antalya Tekelioğlu Konağı, Milas Arslanlı Evi, Çanakkale Adatepe Evi gibi yapılarda dış cepheye de taşınmıştır.

Dış sofalı olan bu ev, zaman içinde geçirdiği tadilatlar ile dışa kapalı bir hale gelmişti. Onun için bir restitüsyon denemesi yaptık. Üst sofaya yapılan eki ve kapatılan açıklıkları orijinal görünümüne kavuşturmak istedik. Çok geç kaldık, İstanbul’un çok erken tarihli bir evi ve onu süsleyen anlayış kayboldu. Gelecekte elimizde kalacak üç beş anıtsal yapı ile bu şehirde çok uzun bir dönemdir yaşadığımızı tüm dünyaya nasıl anlatabileceğiz? Bu şehirde ve tüm ülkede yalnızca bir grup yönetici ve ilmiye sınıfı insan olarak değil, tarih boyunca, çok geniş bir coğrafyada kültürel izler bırakmış bir milletin mensubu olarak evrensel boyutta konutlar yapmış bir geçmişe sahip olduğumuzu hangi görsel etkisi büyük, içinde yaşanır mekanlara dayanarak ileri süreceğiz?

KAYNAKÇA

Akın 1994
Nur Akın, “Kuzguncuk”, DB İstanbul Ansiklopedisi, V, İstanbul, 1994, s. 145.

Aksel 1960
Malik Aksel, Anadolu Halk Resimleri, İstanbul, 1960.

Arık 1976
Rüçhan Arık, Batılılaşma Dönemi Türk Tasvir Sanatı, Ankara, 1976.

Arık 2000
Rüçhan Arık, Kubad Abad, İstanbul, 2000.

Aslanapa 1972
Oktay Aslanapa, Türk Sanatı I, İstanbul, 1972.

Atasoy 1976
Nurhan Atasoy, “I. Mahmud Devrinden bir Abide Ev”, Sanat Tarihi Yıllığı, VI, İstanbul, 1976.

Ayvansarayi 2001
Ayvansarayi Hüseyin Efendi (Haz. Ahmed Nezih Galitekin), İstanbul Camileri, İstanbul, 2001.

Derman 1989
Gül Derman, Resimli Taş Baskısı Halk Hikayeleri, Ankara, 1989.

Dethier 1993
P. A. Dethier, (Çev. Ümit Öztürk), Boğaziçi ve İstanbul, İstanbul, 1993.

Egemen 1993
Affan Egemen, İstanbul’un Çeşme ve Sebilleri, İstanbul, 1993.

Eldem 19682
Sedad Hakkı Eldem, Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul, 1968.

Eldem 1984
Sedad Hakkı Eldem, Türk Evi, I, İstanbul, 1984.

Eremya 19882
Kömürciyan, Eremya Çelebi [Çev. H. Andreasyan, haz. K. Pamukciyan], İstanbul Tarihi, XVIIII. Asırda İstanbul, İstanbul, 1988.

Evliya 2003
Evliya Çelebi (Yay. Haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman), İstanbul, 2003.

Eyice 1976
Semavi Eyice, Bizans Devrinde Boğaziçi, İstanbul, 1976.

Galante 1949
Avram Galante, Documents, İstanbul, 1949.

Gökbilgin 1970
Tayyip Gökbilgin, “Boğaziçi”, İslam Ansiklopedisi, II, İstanbul, 1970, s. 656-695.

Güleryüz 1992
Naim Güleryüz, İstanbul Sinagogları, İstanbul, 1992.

Gyllius 2000
Petrus Gyllius, (Çev. Erendiz Özbayoğlu), İstanbul Boğazı, İstanbul, 2000.

Hovhannesyan 19972
S. S. Hovhannesyan, (Çev. Elmon Hançer), Payitaht İstanbul’un Tarihçesi, İstanbul, 1997.

İbn Haldun 1991
İbn Haldun, (Çev. Zakir Kadirî Ugan), Mukaddime, III, İstanbul, 1991.

İnciciyan 2000
G. V. İnciciyan, (Çev. Kandilli Ermeni Kilisesi Papazı, Haz. O. Duru), Boğaziçi Sayfiyeleri, İstanbul, 2000.

İstanbul 1934
İstanbul Şehri Rehberi, İstanbul, 1934.

İşli 2002
Nedret İşli, “İstanbul’un Mahalle İsimlerine Ait Kaynaklar ve 1876-77 tarihli Esâmi-ı Mahallât”, İstanbul Dergisi, S. 40, İstanbul, 2002, s. 71-77.

Keskinoğlu 1962
Osman Keskinoğlu, “İslamda Tasvir ve Minyatürler”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, IX, Ankara, 1962, s. 13-23.

Koçu 1958
Reşat Ekrem Koçu, “Bostancıbaşı Defterleri”, İstanbul Enstitüsü Mecmuası, IV, İstanbul 1958, s. 39-90.

Necip Bey 1924
Guide de Constantinople, Constantinople, 1924.

Öz 1965
Tahsin Öz, İstanbul Camileri, II, İstanbul, 1965.

Pervititch
J. Pervititch, Sigorta Haritalarında İstanbul, İstanbul, Tarihsiz.

Renda-Erol 1980
Günsel Renda-Turan Erol (Sunuş Suut Kemal Yetkin), Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, I, İstanbul, 1980.

Strabon 20024
Strabon, (Çev. Adnan Pekman), Geographıka, 12, IV, 2, İstanbul, 2000.

Tanışık 1945
İ. H. Tanışık, İstanbul Çeşmeleri II, Beyoğlu ve Üsküdar Cihetleri, İstanbul, 1945.

Tuğlacı 1991
Pars Tuğlacı, İstanbul Ermeni Kiliseleri, İstanbul, 1991.

Turan 1990
Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Ankara, 1990.

Umar 1993
Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihi Adlar, İstanbul, 1993.

Yenilem Proje Danışmanlık Ticaret A.Ş. © 2024. Her Hakkı Saklıdır. Site: İkipixel

TAKİP EDİN