Kuzguncuk'ta Bir Ev...
KUZGUNCUK’TA BİR EV
Şehir ve Kültür, 56, İstanbul, Mart 2019, s. 8-11.
Kuzguncuk evi hem planlama ilkesi hem de süsleme özellikleri açısından ilginçtir. Anıtsal bir yapısı yoktur ancak örnek bir planlama ürünü olarak dikkat çekicidir. Dış görünüşünü pekiştiren geniş saçakları yoktur. Saçaklar ya orijinal yapıda kısa tutulmuş ya da daha sonraki bir tamir sırasında, belki de arka bahçeye yapılan odanın inşası sırasında kısaltılmış olmalıdır.
İstanbul’da dış sofalı Türk Evi’ne rastlamak oldukça güçtür. Sedad Hakkı Eldem’in 1940 yılında tamamladığı Türk Evi Plan Tipleri isimli kitabında örneklenen 115 adet dış sofalı plan tipinden yalnızca onüçü İstanbul evlerine aittir. XVI. yüzyılın sonlarına doğru şekillenmeye başlayan dış sofalı plan tipi XVII. yüzyıl sonlarından itibaren terk edilmeye başlanmış, artan konfor ihtiyacı ve yerleşik düzenin getirdiği yoğunluk evlerin içe dönmesine (İç ve Orta Sofalı) yol açmıştır.
1872-1873 tarihleri arasında meydana gelen yangın dışında yazılı kaynaklar Kuzguncuk’ta meydana gelen önemli bir yangından bahsetmezler. Vadi tabanında önemli tahribata neden olan 1872-1873 yangını sonrası yapılan tüm yapılar iki katlı olup, hemen hepsi kâgirdir. Vadi tabanında geçmişe dair, anıtsal yapılar dışında hemen hemen hiçbir iz yoktur.
Ancak, sahilden 500 metre kadar uzakta, Kuzguncuk (İcadiye) Caddesi’nin bitiminde Bozacı (eski Arnavut) Sokağı’nın, Ayçiçeği Sokağı ile kesiştiği noktada yer alan, kısmî bir taş bodrum kat üstüne iki ahşap kattan oluşan küçük bir yapının tarihi XVIII. yüzyıl sonlarına kadar uzanıyor olmalı. Ne yazık ki dış görünüşüne bakılarak değerlendirilen, çeşitli uyarılarımıza rağmen tescil edilmeyen bu ev, yirmi yıl kadar önce yok olmuştur.
Tapu kayıdına göre; Üsküdar, Kuzguncuk Mahallesi, 114 pafta, 555 ada, 4 parsel sayılı bu ev Bozacı Sokağı 14 nolu kapı idi. 5.10.1931 tarihli Yako oğlu Mişon Efendi adına düzenlenmiş tapu senedinde Semti Meşhur: Boğaziçi, Mahallesi: Kuzguncuk, Sokağı: Arnavut olarak kaydedilmiş olan, Ma’a Bahçe Ev’in yarısı notu bulunmaktadır. Avram kızı Sara’dan intikal eden bu yarı hissenin, diğer yarısının maliki ise Avrem (Avram) Efendi’dir. Sağ tarafı Güllü Bağcı Sokağı, sol tarafı Yorgi ve Leoni haneleri, arkası Papa Yorgi arsası, cephesi Arnavut Bozacı Sokak olan ev; Şeyhülislam Salih Efendizade, Mehmed Emin Efendi Vakfı’na kayıtlıdır.
5.1.1951 tarihli kadastro tespitinde ise 139.92 m² olarak kayıt edilen söz konusu parselin malikleri Yakoğlu Mişon ile Avram olarak görülmektedir.
7.7.1970 tarihinde Ali Tafralı ve Dursun Ali Şahingöz tarafından satın alınan yapı, bu kişilerin mülkiyetinde iken yıkılmış olup, boş arsa 24.9.1999 tarihinde izale-i şuyu vasıtası ile satılmış ve Fatma Meral Omacan tarafından alınmıştır.
5.11.1931 tarihli satış vesikası 21/279 sayı ile Müdevvere Defteri’ne kayıt edilmiş olup, Müdevvere Defteri’nde bulunan 27637 no’lu not bizi 27 Kanunievvel 1328 (9 Ocak 1913) tarihli bir satış vesikasına ulaştırmaktadır. “Asabı Emlak: Tebay-ı Devlet-i Aliyenin Musevi milleti nisvanından Sara binti Avram Tebay-ı Devlet-i Aliyenin Rum milleti nisvanından Eleni binti Yorgi’nin bila varis vuku vefatı ile Bakkal Yako’nun zevcesi mûmâ-ileyhâ’nın kılındığı emlak-ı vakfiye Müdüriyetinden varit olan 27 Eylül 1328 (9. 8. 1912) tarihli ilmühaber anlaşılmağla ol vechile mezburenin tasarrufuna havi 27 Kanunievvel 1328”
Bu kaydın evvel hanesine not edilmiş 25 Temmuz 1301 (6 Ağustos 1885) tarihli bir notta anılan evde Yorgi kızı Eleni’nin oturduğu görülmektedir [Üsküdar Tapu Sicili Müdürlüğü kayıtları].
Görüldüğü gibi varılan en eski tarih 6 Ağustos 1885’dir. Bu evi Eleni’nin babası Yorgi’mi yaptırmış, yoksa o da daha önceki bir tarihte bu yapıyı satın mı almıştır, bilemiyoruz? Ancak bu bölgede yoğun olarak gayrimüslim nüfusun oturduğu da bir gerçektir.
1970’li yılların ortasına doğru bir fırsat bulup incelediğimiz, Bozacı Sokağı’ndan (Yokuşu) çift kanatlı bir kapı ile girilen taşlığın sağında üç pencere ile sokağa açılan alçak bir bodrum katı bulunmaktaydı. Soldaki bölüm daha sonraları tadil edildiği ve bir tuğla duvar ile girişten ayrıldığı için oldukça değişmişti. İçine giremedik, kanımızca cam olmayan kafesli yüksek pencerelerini göz önüne alarak, orijinal yapıda at bağlamak için kullanılan bir hacim olabileceğini düşündük. Zemin taşlığının bahçe ile irtibatı kesilmiş, bu bölüme bir taş duvar yapılmıştı. Sağdan dört basamaklı kısa bir merdiven ile kışlık odaya çıkılıyordu. Çıkma ile sokağa doğru uzatılan bu oda üst kat odası ile aynı konturlara sahipti. Tüm ısrarlarımıza rağmen bu odaya giremedik. Soldaki yarı döner merdiven ile üst kata ulaşılıyordu. Güneye bakan uzun sofanın hem sokağa hem de bahçeye bakan cephesi ikişer pencereli, ahşap taşıyıcılı bağdadi duvardı. Merdivenin solunda küçük bir tuvalet bulunuyordu. Kanımızca XX. yüzyıl başlarında bu bölüme bir oda ilave edilmişti. Belki de daha önceleri burada sofanın köşkü bulunuyordu ve bu köşk bir oda kazanmak amacı ile kapatılmıştı.
Bozacı Sokağı’na bakan iki oda çıkmalarla genişletilmiş, özellikle her iki yönde beş pencere ile dışa açılan köşe oda kare haline getirilmişti. Her iki odanın çıtalı tavanlarının, duvarlarla birleşen bölümleri eğrisel pahlarla zenginleştirilmiş ve bu pahlar kalemişi süslemelerle bezenmişti. Özellikle köşe odanın tavan süslemeleri, çıtalar üzerine yapılan ok veya çam ağacı benzeri motiflerle süslenmiş, çıtaların kesiştiği noktalara yonca yaprağı benzeri rozetler takılmıştı. Duvarlar kötü renkli bir badana ile kapatıldığı için kalemişi ile süslü olup olmadıkları konusunda bir fikir ileri sürmek zordu. Eğrisel pahlar üzerinde ise yer yer kıvrılan ve bükülen bir kurdeleye bağlanmış çiçek buketleri bulunuyordu. Çift halka şeklinde düğümlenmiş kurdelenin, halkalarının düğümlendiği noktanın her iki yanına doğru uzanan, yapraklı bir dal üstündeki çiçeklerin tümü farklı birer çiçeği sembolize ediyordu: şakayıklar, lâleler, karanfiller, kır çiçekleri ve güller. Badana fırçasının erişemediği bölümler yapıldığı günkü tazeliği ve inanılması güç bir fırça hakimiyeti ile karşımızdaydı.
Kapının sağında bir niş vardı ve içi tümden badana edilmişti. Diğer odanın tavan çıtalaması daha sadeydi, bunun da daha az pahlı tavan, duvar birleşimine badana fırçası erişememişti ve odanın dört duvarı boyunca devam eden bir kurdele üzerine ucunda çiçekler olan bir dal iliştirilmişti. Bu odanın sofaya komşu olan duvarında bir niş yer alıyordu. Derinliği fazlaca olmayan bu nişin kenarları pahlı olarak yapılmış ve her iki düşey kenarına üst üste daha ufak ikişer niş yerleştirilmişti. Nişin üzeri iki kanatlı ahşap kapakla kapatılarak dolap haline getirilmişti. Dolabın kapaklarını açınca karşımıza bir İstanbul manzarası çıktı. Benzerlerine Topkapı Sarayı, Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı gibi anıtsal sivil mimarlık örneklerinde rastladığımız türden bir görüntüydü. Kuzguncuk’un kıyıdan bu kadar uzak sokağında inanılması güç bir seyirlik. Her iki yanında birer kolonun yer aldığı açıklıktan görülen manzarada, ön planda ki yapılar büyük bir olasılıkla Topkapı Sarayı sahil köşklerini anımsatıyordu. Solda, ağaçlıklı bir alanda kule benzeri bir yapı (pek tabii ki Kız Kulesi) ile anıtsal bir çeşme (belki de Göksu Çeşmesi ve Çayırı) görülüyordu. Ön plandaki Pazar Kayığı ve hemen gerisindeki çift yelkenli teknenin dolaştığı küçük bölüm Haliç’in Boğaz çıkışı olmalıydı. Geride ufak yükseltiler halinde adalar ve hızla geçtiği izlenimi verilen büyük tekneler vardı. Fonu bir burun halinde biten Gemlik ve Mudanya sahilleri oluşturuyordu. En arkada birbiri ardına yükselen tepelerin arasında Uludağ tüm haşmeti ile belirtilmişti.
1970’li yıllarda bu ev terk edildiği için harap olmaya başladı. Kısa süre içinde etrafta oturanlar yakmak için ahşaplarını sökmeye başladılar. Çeşitli kereler korumaya alınması için çaba göstersek te başarılı olamadık. Kısa süre içinde harabe haline döndü, bu arada sonra nasıl oldu ise birileri bu evin bulunduğu arsayı satın aldı ve yerine üç katlı çirkin bir yapı yaptı. Yüzyılı aşkın bir ömrü olduğunu sandığımız, yapan veya yaptıran bir gayrimüslimde olsa güzelim bir “Türk Evi” daha tarihe karıştı. Bence bu evin özel bir önemi vardı. Mütevazi bir yapı bile eğer istenirse, ona malik olanların kültürel seviyesi el veriyorsa pek ala da döneminin örnek bir yapısı olabilir. Her yapının anıtsal olması gerekmez, bazı yapılar görünüşleri ile olmasa da içerdikleri kültürel değer açısından anıtsal olmayı hak ederler.
Şimdi İstanbul’da benim bildiğim ve hatırladığım dört ahşap yapı bu niteliklere sahip kaldı. Ancak, ne yazık ki tüm girişimlere rağmen 1699 tarihli Anadoluhisarı Amcazade Hüseyin Paşa Divanhanesi çok uzun senelerdir üzerine kapatılan bir kafesin içinde ne olduğu meçhul bir durumda. Bebek Kavafyan Evi ise Vakıflar İdaresi’nin himmet ve bakımını bekliyor. Geride bakımı yapılan ve koruma altında olan Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı ve geç döneme ait Bağlarbaşı Abdülmecid Efendi Köşkü kaldı. Beş yüz yılı aşkın bir süredir, bu şehirde yaşıyoruz, anıtsal yapılar hariç, geçmişi yüz yılı aşan çok az sivil mimarlık örneğini koruyabildik, bu konu üzerinde ciddi olarak düşünmemiz gerekir...
Daha detaylı bilgi için Bkz. M. Sinan Genim, “Kuzguncuk’ta Bir Ev”, Nurhan Atasoy’a Armağan, İstanbul, 2014, s. 140-162.