Mekânın ‘Ev’ Olarak Oluşumunda Kadın...
MEKÂNIN ‘EV’ OLARAK OLUŞUMUNDA KADIN
Kadın ve Mekân, İstanbul, 2010, s. 110-116.
İnsanın var oluşundan itibaren en önemli çabası korunmak olmuştur. Korunmak… doğadan, vahşi hayvanlardan, yabancı topluluklardan... Korunmanın ilk aşaması, korunacak bir mekân bulmak ve ona sahip olmakla başlar. Bir mağara, bir kaya altı, sık ağaçlar ve çalılarla çevrili güvenli bir alan... Daha sonraları insanlık giderek kendi yarattığı barınaklara kavuşur. Başlangıçta çalılar, hayvan postları ile örtülmüş ağaç dalları, toprakla sıvanmış ahşap veya taş, hatta Eskimolarda hâlâ gördüğümüz şekilde buz kalıplarıyla oluşan barınaklar gibi... Mekân kavramı geçen zaman içinde insanın her türlü ihtiyacına cevap veren karmaşık yapılara dönüşür.
Günümüzde insanoğlunun ihtiyaçlarına paralel olarak pek çok yapı çeşiti ortaya çıkmışsa da, mekân kavramının atası ‘ev’dir. Çok uzun süredir ‘ev’ bir ailenin yaşayabileceği biçimde tasarlanmış yapı olarak tanımlansa da, farklı kültürlerde bir aileden çok daha geniş toplulukların müştereken yaşadıkları mekân olarak da ‘uzun ev’ karşımıza çıkmaktadır. Bizim kültürümüzde ‘ev’in özel bir önemi vardır. Ev, evlenmek, ev kadını, ev adamı, ev bark sahibi olmak... Ve daha pek çok kelime ve bu kelimelerin çağrıştırdığı kavramlar... Ev kavramı aynı zamanda bize özel bir alanı da işaret eder; müşterek de yaşasak, yalnız bize ait olan bir mekân ya da yalnız bize ait olan özel bir alanın bulunduğu mekân. Montaigne ‘Yalnızlık’ isimli denemesinde, “... Kendimize dükkânın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün baş başa verip dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz...” demekte [Montaigne 2006, 33-34]. Montaigne’nin yüzyıllar önceki bu önerisi günümüzde çok daha önem kazanmıştır. Hepimiz günlük hayatın dışında kendimize, yalnızca bize ayrılmış bir mekân arzusu içinde değil miyiz? Peki, nereden kaynaklanmakta bu özel alan isteği?
Avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdüren toplumlarda gelişmiş bir mekân düzeninden söz etmek mümkün değildir. Çünkü gerek üretmeden tüketme, gerek toplumun nüfus artışı, gerekse bir takım zorunluluklar nedeniyle kısa süreler içinde toplulukların yer değiştirmesi kaçınılmazdır. Korunmanın hemen ardından gelen bir diğer gerçek ise yaşamın devamı için beslenme dürtüsüdür. Modern zamanlarda yapılan bazı araştırmalar göstermiştir ki açlık dönemlerinde yiyecek bulma kaygısı, bazı durumlarda korunma ihtiyacının önüne geçmekte, insan veya hayvan her türlü canlı beslenmek için hayatını riske edebilmektedir. Bu nedenle avcılık ve toplayıcılıkla geçinen kültürler sık sık yer değiştirirler, bu yer değiştirmenin tabii sonucu olarak da ev/mekân anlayışları gelişmemiştir.
Mekân anlayışı gelişmemiş veya gelişememiş kültürlerde erkek ile kadın arasında günlük yaşam açısından önemli bir fark yoktur. Belki de bütün naif görüntüsüne karşın kadının güçlülüğü buradan gelmektedir. Çünkü yaşamın devamı için paylaşılan tüm görevlere ek olarak, kadının bir de doğum / geleceğe yaşam bırakma gibi zor bir görevi vardır. Bir erkeğin görünüşteki güçlü yapısına, savaşçı özelliğine, hükmedici tavrına karşın, kadın yaşamın devamı açısından içedönük müthiş bir savaş vermektedir. Erkeğin avlanmasına yardımcı olmakta, toplanan yiyeceklerin saklanmasını sağlamakta, yemek hazırlamakta ve ek olarak yaşamın devamını üstlenmektedir. Bu nedenle ilkel toplumlar genelde anaerkildir. İlk tanrı figürlerinin kadın olduğu görülür; üstelik bu figürler çoğunlukla doğum yapan (neslin devamı ve çoğalmayı simgeleme) kadınlar olarak tasvir edilmektedir [Akurgal 1987, 22, 25].
Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen kültürlerde yaşam şartları ağırdır ve her iki cins arasında keskinleşmiş bir sorumluluk ayrımı ve bunun devamı olarak barınak içinde tarafların farklı amaçlarla kullanabileceği özel alanların bulunduğu düşünülemez. Buna karşın kadınların bazı özel günlerinde yalnız kaldıkları veya doğum sırasında kullandıkları bazı özel alanların “tabu alanlar” olduğu veya bu gibi durumlarda kadının topluluk içinden uzaklaştığı tespit edilmiştir.
X. yüzyılda İbn Fazlan göçebe olarak yaşayan Bulgarların günlük hayatını anlatırken “... Kadınlar ile erkekler hep beraber nehre girip çırılçıplak yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre en büyük suçlardandır ...” diyerek hayretini belirtmektedir [İbn Fazlan 1975, 57]. Tüm ilerlemişlik düzeyine ve Bağdat gibi dönemin en gelişmiş şehrinde yetişmesine karşın, İbn Fazlan’ın kadın ile erkek arasındaki bu serbestliği kabul etmesi elbette mümkün değildir. Çünkü yazar artı değerin büyük olduğu bir toplumun üyesidir. Fazlan’ın yetiştiği toplum çok uzun süre önce şehirleşmiş ve kadın ile erkek arasındaki ayrım büyük boyutlara erişmiştir.
Şehirleşmenin hızlanmasıyla birlikte ilkel barınaklar yerine evler yapılmaya başlanır. İlk yerleşim yerlerinden biri olan Çatalhöyük’teki yapılara, çatıda oluşturulan bir delikten girilmektedir ve tek hacimli bu mekânlar her türlü gereksinime cevap verecek şekilde tasarlanmışlardır. Kadın, erkek ve çocuklar bir arada yaşamaktadır. MÖ 5500’lerden itibaren Alacahöyük’te ortaya çıkan ev tipi ile 1900’lü yılların ortalarına kadar bölgedeki ev tipleri arasında büyük bir fark gözlenmez [Naumann 1975, 371]. Hamit Zübeyr Koşay’ın yaptığı etnografik araştırmada, iki katlı olan bu evlerin alt kat odaları ahır, ambar ve işlik olarak, üst kat odaları ise oturma ve yatak odası olarak kullanılmaktadır [Koşay 1951, 57]. Bu yapılaşmadan anlaşıldığı gibi konut kullanımındaki kesin bölünme şehirleşmeyle ortaya çıkmaktadır. Artı değerin düşük olduğu toplumlarda kadın ile erkeğin günlük yaşantısı arasında keskin bir ayrım yoktur. Yaşamın devamı için beraber çalışmakta, beraber üretmekte ve tüketmektedirler. Örneğin çadır göçebelik sürecinden bu yana günümüze kadar devam eden bir yaşam biçimi olarak varlığını sürdürmektedir. Özellikle Toros dağlarının kuzey etekleri ve çevresinde göçebe bir düzen sürdüren topluluklarda aynı mekânda birlikte yaşama davranışının devam ettiğini görmekteyiz [Küçükerman 1973, 56-57].
Artı değerin büyümesi ve konut yapılarındaki gelişmeye paralel olarak evin şekillenişinde kadının rolü artar. Türk Evi plan tipinin ilk aşaması olan ‘sofasız ev’ tipinde özellikle avlu, genel olarak kadının istekleri doğrultusunda şekillenmektedir. Ocak, su depolanacak hacim, yiyeceklerin hazırlanması, kurutulması özel mekânlara duyulan ihtiyacı artırmaktadır. Artık yüksek duvarlarla dışa kapatılan avlu, kadının özgürce hareket edebileceği ve sahipleneceği bir alana dönüşmektedir. İkinci aşama olan ‘dış sofalı’ plan tipinde ise zemin kat bir nevi avlu işlevi görmektedir. Ahır, ambar, işlikler bu katta yer alır. Buna ek olarak üst katta ikinci bir hareket alanı oluşturulur. Sofa ve hayat dediğimiz bu alanda gerektiğinde yiyecekler hazırlanmakta, çocuklar göz önünde tutulmakta ve sokağa kapalı olması nedeniyle serbestçe hareket edilebilmektedir. Dış sofalı evlerin üst kat sofalarında, sofa kotundan yüksekçe bir bölümde oluşturulan, ‘köşk veya taht’ adı verilen özel bölümün erkeğe ayrılması evin şekillenişindeki önemli bir aşamadır. Mimari olarak hoş bir hacim olan bu bölüm, gerçekte evin hâkimi olan kadının günümüz deyimiyle erkeğin ayakaltında dolaşmasına mâni olmaya çalıştığının da bir göstergesidir. Erkeği biraz da yüksekçe bir alana çıkararak egosunu tatmin ederken, onun ev içindeki hareket alanını da kısıtlamaktadır. Benzer bir davranışı halen Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki bazı yerleşmelerde de gözlemekteyiz. Yerden yüksekçe ve özellikle yaz aylarında kullanılan, taht adı verilen, taşınabilen bir oturma ve yatma alanı erkeklere ayrılmıştır. Binlerce yılın geleneği olan bu ünite bir anlamda erkeği göz önünde bulundurmak ve onun hareket alanını kısıtlamak için kullanılmaktadır.
Şehirleşmenin hızlanması, arsa alanlarının küçülmesi yeni bir ev tipinin ortaya çıkmasına yol açar. ‘İç sofalı’ ev tipi kadının hareket alanını kısıtlamakta, onu dış dünyadan uzaklaştırmaktadır. Kadın giderek evin içine kapanmakta ve sofanın işlevleri kısıtlanmaktadır. Dış sofalı plan tipindeki hareketli alan, iç sofalı plan tipinde giderek bir sirkülasyon alanına dönüşmüştür. Bu nedenle evin zemin katında veya zemin kat kotunda ayrı bir mutfak hacminin ortaya çıktığını düşünebiliriz. Dış sofalı plan tipinde görülen ‘köşk veya taht’ da ortadan kalkar. Artık erkeğin misafirlerini ağırlayacağı, dışarıdan gelenleri kabul edeceği ayrı bir odası, ‘başoda’ anlayışı ortaya çıkmaktadır. Tıpkı köşk gibi başoda da evin diğer bölümlerinden ayrıcalıklı olarak çok süslüdür, bağımsız bir ocağı vardır. Başoda bir anlamda artı değerin büyümesiyle, kadının ev içinde erkeğe verdiği alanı büyütmesi ve süslemesi anlamına da gelmektedir. Onun egosunu okşamakta ve onu diğerlerinden daha büyük ve süslenmiş bir odaya hapsetmektedir.
Türk Evi’nin en gelişmiş plan tipi ‘orta sofalı’ plan tipidir. Orta sofalı plan tipinde evin şekillenişi çok gelişmiş bir düzeye ulaşır. İç sofalı plan tiplerinin geç dönem bazı örneklerinde gördüğümüz şekilde evin içinde iki merdiven vardır. Biri harem diğeri ise selamlık bölümlerine hizmet verir. Eğer evin sahibinin maddi gücü yeterli ise yan yana iki ev yapılır, biri harem diğeri selamlık binası olarak kullanılır.
Görüldüğü gibi ev tiplerinin gelişmesi ve evin büyümesi toplumun refah düzeyiyle paralellik göstermektedir. Gelişmiş iç sofalı plan tipinden itibaren evin oluşumunda kadının etkisinin arttığını düşünmek gerekir. Harem adı verilen ve dışa kapalı bölüm bu dönemde ortaya çıkar. Şehirleşme oranı artmış, refah düzeyi yükselmiştir. Bu tip evlerin planlama sürecinde kadının etkisi nedir? Hatice Sultan’ın Mimar Melling’e yazdığı bazı mektuplarda “... Efendi’nin yalısında her iş tekmil olsun. Sonra buraya cibinlik kurasın, avize asasın...” gibi ifadeler ile “Doğramacı başladı mı?” benzeri sorular bulunduğu göz önüne alındığında, sultanın yapının yapılması sırasında inşaatla ne denli alakadar olduğunu ve yapılan işleri denetlediğini görmekteyiz [Perot-Hitzel-Anhegger 2001, 41, 50].
Orta sofalı bir evde, geleneksel plan şemasının yanı sıra yapının büyük bir bölümünün hâkimi olan kadının özel isteklerinin de göz önüne alınması gerekir. Devrin yapı teknolojisi ve hızlı inşaat yöntemi bazı istekleri önlese de, bazı süsleme öğeleri ile oturma ünitelerinin kumaş seçimi, döşeme kaplaması, yastık yapımı gibi konularda kadının olmazsa olmaz istekleri bulunduğu düşünülebilir.
İstanbul’da bulundukları süre içinde çeşitli evlere misafir olan Lady Montagu, Miss Pardoe, Lady Hornby ve Max Müller [Montagu Tarihsiz; Pardoe, 2004; Hornby 2007; Müller 1978] gibi kadın yazarların anılarında her zaman yapıların harem bölümlerinin ihtişamından bahsettiklerini görmekteyiz. Hemen hemen hepsi çok süslü ve zevkle döşenmiş bu hacimlerin, burada yaşayan kadınların arzu ve istekleri dışında oluşturulduğunu düşünmek ne derece mümkündür? Hatice Sultan gibi kayıtlara geçmemekle birlikte, onların da bir şekilde isteklerini sanatkârlara ilettiklerini ve mekân düzenlemesine etkileri olduğunu söylemek gerekir.
Geleneksel Türk Evi’nde mekân oluşumuna müdahale oldukça kısıtlıdır. Şematik planlama öğeleri sofa ve çevresinde yer alan odalardan teşekkül eder. Sofanın ev içindeki konumu ve çevresine odaların dizilişi plan tipini belirler. Sofa ve odalar dışındaki üçüncü önemli öğe düşey sirkülasyon elemanı olan merdivenlerdir. Yapı tipinin gelişmişliğine bağlı olarak merdiven hacimlerinin de yeri bellidir. Çağdaş anlamda bir mutfak ve banyodan söz etmek ise olanaksızdır. Yangın korkusu nedeniyle çoğunlukla bu tip hacimler kâgir olup evin zemin katında veya bahçede ayrı hacimler olarak inşa edilir. Daha sonraki dönemlerde görülen birbirinden bağımsız harem ve selamlık yapılarında da plan tipi çok küçük ayrıntılar dışında benzerdir. Bu nedenle bu yapılarda gerek erkeğin, gerekse kadının istek ve arzuları iç mekân dekorasyonu, kapılar, dolaplar ve tavanların oluşumu, oturma düzeni, kullanılan örtü ve kumaşlar ile kalemişi süslemelere müdahalenin ötesine geçemez.
“O (II. Abdülhamid) gittikten sonra burada yaşam değişmiş olmalı, çünkü yeni adamlar Türkiye’yi Batı’nın çılgın devinim dünyası içine sürüklemek istiyorlar...” [Loti 2002]. 15 Ağustos 1910 tarihli bir yazısında Pierre Loti ayrılışından beş yıl sonra yeniden geldiği İstanbul’u böyle tarif etmektedir. Artık devir değişmekte, çok uzun yıllardır bir tarım toplumu olmanın sıkıntılarını çeken ülke yeni ufuklara doğru ilerlemektedir.
Sanayi Devrimi’nin başlamasıyla birlikte kadın binyıllardır kaybettiği statüsüne yeniden kavuşmaya başlar. Sanayi Devrimi sonrası oluşan yeni dünya, tıpkı geçmişin avcılık ve toplayıcılık kültüründe olduğu gibi kadın ve erkeğin hayatı müştereken paylaşması gereğini ortaya çıkarır. Çünkü Sanayi Devrimi ve sonrasında günlük yaşam, durağan tarım toplumunun aksine hareketli, hızlı, yüksek bir değişkenliği gerekli kılmaktadır. Bir toplumun yarısını oluşturan kadınların eskiden olduğu gibi içine kapalı bir hayat sürdürmesi artık olanaksızdır. Bu gerçeğe sırtını dönen toplumlar, hepimizin bildiği gibi bilgi toplumuna geçmekte güçlük çekmekte, hızlanan yaşama katılmak yerine onu seyretmektedir.
Bugün artık kadının bir evin oluşumunda, çoğunlukla evi finanse eden erkeğe karşı arzu ve isteklerini ortaya koymakta daha öncelikli olduğunu söylemek gerekir. Çok sayıda özel konut yapmış bir mimar olarak hemen hemen tüm yapılarımda aynı gerçekle karşılaştım. İşin sahibi olarak evin erkeği ile başladığım konuşmalar kısa sürede kadınların ön plana çıktığı, onların arzu ve isteklerinin gerçekleştiği birer uygulamaya dönüştü. Çünkü kadınlar, yoğun iş tempoları dahi olsa, yaşamayı düşündükleri mekânların oluşumunda etkin olmak istiyorlar. Nasıl bir yaşam alanı istediklerini, nasıl bir yatak odasından hoşnut olacaklarını, nasıl bir mutfak ve nasıl bir banyoya sahip olmayı arzuladıklarını daha net ifade edebiliyorlar. Her ne kadar bazı noktalarda sıkıntılarımız oluyorsa da, bir erkeğe nazaran daha kaprisli gibi görünseler de, isteklerinin yerine getirilmesi için yoğun bir çaba içinde oluyorlar. Hayal dünyaları erkeğe nazaran daha geniş, gerek gezdikleri, gerekse çeşitli yayımlarda gördükleri mekân oluşumlarını kendilerine uyarlamak için uğraşıyorlar. Eve bir erkeğe nazaran daha çok sahip çıkma gibi bir duyguları var. Sanırım bu duyguyu bir erkek olarak çok net algılamasak ta Montaigne yıllar önce farkına varmış.
Bugüne kadar bir evin oluşumunda kadının oynadığı rolü çoğu zaman göz ardı etmişiz. Evin düzeni için bir kadının var olması gerektiğini hep dile getiririz de, evin oluşumu için onun var olması gerektiğini acaba niçin görmezden gelmişiz? Sanırım bu soruya cevabım, uzun bir dönem kadının varlığını gizlemesinde yatıyor. Acaba kadın tarım toplumlarının durağan yapısını bir avantaj olarak görüp, kendini toplum yaşantısından belli bir oranda soyutlayıp, kendi küçük dünyası içinde daha mutlu bir yaşam sürmeyi mi tercih etti? Tarım toplumlarının bitmez tükenmez kavgalarından, savaşlardan kendini mi korudu? Bir mekânın oluşmasının getirdiği sorular acaba bizi bundan böyle hangi sorulara cevap bulmaya yöneltecek, merak ediyorum doğrusu.
Ev insanlığın giderek şehirler kurmasını, daha karmaşık organizmalar haline dönüşmesini ve uygarlaşmasını sağlamıştır. Bugün sahip olduğumuz hemen her şeyi bu korunma kaygımıza borçluyuz. Önce ev, daha sonra şehirler ve toplu yaşama bilinci insanlığı bugün sahip olduğu seviyeye ulaştırmıştır. Bu seviyeye ulaşmada kadın erkek müşterek bir çaba içinde olduğumuza göre bu mekânların oluşmasında da birlikte hareket ettiğimizden hiç şüphem yok doğrusu.
KAYNAKÇA
Akurgal 1987
Ekrem Akurgal, Anadolu Uygarlıkları, İstanbul, 1987.
İbn Fazlan 1975
İbn Fazlan, (Çev. R. Şeşen), Fazlân Seyahatnamesi, İstanbul, 1975.
Koşay 1951
Hamit Zübeyir Koşay, Das Dorf Alaca Hüyük, Materialien zur Ethnographie und Volkskunde von Anatolien, TTKY, VII, 21, 1951.
Küçükerman 1973
Önder Küçükerman, Odalar, İstanbul, 1973.
Hornby 2007
Lady Hornby, (Çev. Kerem Işık), Kırım Savaşı Sırasında İstanbul, İstanbul, 2007.
Lady Montagu Tarihsiz
Lady Montagu, (Çev. Aysel Kurutluoğlu), Türkiye Mektupları, İstanbul, Tarihsiz.
___________ 1973
(Çev. B. Şanda), Türkiye Mektupları, İstanbul.
Loti 2002
Pierre Loti, (Çev. Faruk Ersöz), Doğu Düşleri Sona Ererken, İstanbul, 2002.
Pardoe 2004
Miss Pardoe, (Çev. Banu Büyükkal), Şehirlerin Ecesi İstanbul, İstanbul, 2004.
Montaigne 2006
Michel de Montaigne, (Çev. Sabahattin Eyüboğlu), Denemeler, İstanbul.
Müller 1978
Max Müller, (Çev. Afife Buğra), İstanbul’dan Mektuplar, İstanbul, 1978.
Naumann 1975
Rudolf Naumann, (Çev. Beral Madra), Eski Anadolu Mimarlığı, Ankara, 1975.