Narmanlı Han...
NARMANLI HAN
Halk Çatı, 2, İstanbul (Temmuz-Ağustos-Eylül), 2018, s. 8-12.
Eleştirileri hiçbir zaman kulak ardı etmediğini söyleyen Yüksek Mimar Sinan Genim:
Sonunda sadece eser hatırlanır
Mimar Sinan’ın vasiyetnamesindeki son cümlesi çok ders vermiştir bana. Diyor ki; “Gelecekte yaptıklarımı görecek insaf sahiplerinin, çabamın ciddiyetini göz önüne alarak beni hayırlı dualarla anacaklarını umarım inşallah.” Hepimiz için böyle. Ben kendi işimi en iyi şekilde yapmak için çaba gösteriyorum.
O bir mimar, restoratör, sanat tarihçisi, koleksiyoner ama her şeyden önce İstanbul âşığı bir kültür adamı. Yüksek Mimar Sinan Gernim. Kendi deyimiyle kozmopolit bir aileden geliyor. Ailesi, Balkanlar, Adalar ve Erzurum’a uzanan köklerine rağmen 300 yıllık İstanbullu. Münevver ve Nurullah Berk’in kızları Renan Berk’le evli. Gülter Esra ve Münevver Azra isminde iki kızı var. Aynı zamanda Nâzım Hikmet’in Münevver’i de kayınvalidesi. Biz onu daha çok yaptığı önemli restorasyon çalışmalarıyla tanıyoruz. TBMM bünyesindeki milli saraylardan Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı ve Küçüksu Kasrı, Ayasofya Müzesi, Aya İrini Restorasyonu, Narmanlı Han ve hâlen süren Galatasaray Üniversitesi restorasyonu sadece birkaçı. Aynı zamanda edebiyat doktoru. Sayısı ödülü, kitapları, makaleleri, sergileriyle dolu dolu bir sanatçı. Sinan Genim’le son çalışması Narmanlı Han’ın avlusunda buluştuk ve hayatı, mesleği, başarıları üzerine sohbet ettik.
Mimar, restoratör, sanat tarihçisi, koleksiyoner ve küratörsünüz. Kendinizi en çok ait hissettiğiniz tanım hangisi? Ağır basan var mı?
Mimar. Çünkü mimarlıkta geleceğe bir şeyler bırakırsınız. Mimarlık, bu söylediğiniz tüm kültürel birikimleri bir şekilde hazmedip onun ürünlerini vermeyi sağlayan bir meslek. Kuşaklar boyu ailemde de hep böyleydi, dedem 1912 Akademi mezunu. Liseye başladığım zaman, hatta çok daha evvel mimarlık eğitimi almaya ya da mimarlık yapmaya karar vermiştim. Bu arada, 1963-64 yıllarında üniversiteler hakkında yeteri kadar bilgim olmadığı için 1 yıl Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudum. Sonra “Bu, bana göre bir iş değil.” dedim.
Ama onun da bana verdiği hukuk bilgisi ve hukuk nosyonu var. Yıllar geçti, bugünlere kadar geldik. Neredeyse 50 yıl oluyor.
Doğma büyüme Kuzguncuklusunuz. Peki 1950’lerin Kuzguncuk’unda nasıl bir ortamınız vardı, nasıl bir aile ortamında büyüdünüz ve sizi siz yapan değerler içinde Kuzguncuk’un yeri nedir?
Her şeyden önemlisi ailemin etkisi var. Sonra da Kuzguncuk’un... İlkokul öncesinden başlayan ve davam eden heterodoks kültüre sahip bir ortamda yetiştim ve bu şekilde dünyayı algılamaya çalıştım. Her ırktan, her inançtan insan vardı; Rum’u, Musevi’si, Ermeni’si, Beyaz Rus’u, Bulgar’ı... İnce noktalar kayboldu şimdi. Her zaman şunu söylerim: Bir kültürel çatışma çıktığı zaman tıpkı fırtına yüzünden ağaçların ince filizlerinin, ince dallarının, yapraklarının dökülmesi gibidir ince noktaların yitirilmesi. Bu incelikler kayboluyor. Hep kalın şeyler kalıyor. Ben Kuzguncuk’ta çok hoş bir çocukluk geçirdim. Üniversite bitene kadar hatta evlendikten sonra bir süre daha orada yaşadım. Ama o eski Kuzguncuk olmaktan çıkmıştı artık. Yazılarımda veya konuşmalarımda hep anlatırım; Kuzguncuk bir köydü. İstanbul’a 20 dakika uzaktı. Kendi içinde ekonomisini biraz döndüren, şehre de bağımlı ama kendi içinde de hayatını sürdüren bir toplum. Herkesin herkesle insani münasebetleri vardı. 1965-1988 ylları arası, 23 senede müthiş bir kğltürel değişim oldu. İnsanlar bana “Nerelisin?” diye sorduklarında “İstanbulluyum” diyorum. “Yani nereden geldin?” diyorlar. Ailem İstanbul’a 300 sene önce gelmiş. Ege Adaları’ndan, Erzurum’dan gelmişler ve hepsi birleşmiş. Çerkezler de var içinde. Kozmopolit bir aileyiz... Bunu olağan karşılıyorum. Önemli olan insan olmaktır. Sevgi taşımaktır insanlara karşı.
Bir yanınızda Türk evi plan tiplerinin ve mahallelerin karakteristiğinin bugünkü sivil mimari ve şehircilik anlayışına uygun olduğundan bahsediyorsunuz. Türk evi planı nasıldır?
Bugünkü uygulamalar deil. Gökdelenler değil. İstanbul’un çevresindeki bu köyler Kuzguncuk olsun, Boğaziçi’nin çeşitili köyleri olsun... Maltepe’si, Pendik’i bahçeli niamlı evlerdi. 5-6 sene evvel National Geographic’te bir makale yayımlandı. Hindistan’ın problemleri hakkında. Hindistan’ın en önemli problemi şehirciliğin düşünce açısından yeterli olmaması. Çünkü Hindistan’da şehirleri bir-iki milyon nüfusa göre planlamışlar, halbuki Kalküta olmuş 20 milyon. Türkiye’nin bütün şehirlerinin başına gelen de bu. Gerçekle hareket etmeyen, yalnızca kağıdın üzerinde 2 boyutlu planlar yapmanın, “Benim düşündüğüm gibi yaşayacaksınız.” demenin sonucu bu. Aristo 2500 sene evvel “Kanunlar örümcek ağları gibidir, zavallılar yakalanır, güçlüler deler geçer.” diyor. Böyle bir durumun içinde insanlara “Sen bekle planlama yapacağım o zamana kadar başının çaresine bak, sokakta yat.” diyemezsiniz.
Bunun için yapılacak bir şey yok mu?
Bugünkü şartlarla ve bugün uygulamada olan kanunla ve yönetmeliklerle buna bir çare bulmak mümkün değil. Akılcı bir yaklaşım gerekli. Ben Türk insanının gayet çözüm üretici, problem çözücü, çalışkan, tasarım kabiliyeti olan insanlar olduğuna inanırım. Daha basit kanunlar lazım. Descartes’ın bir sözü vardır: “Bir ülkede kanunların çok sayıda oluşu bozukluklara neden teşkil eder. Az sayıda fakat uygulanabilir kanunlar o ülkenin düzenini gösterir. Tıpkı Osmanlıların düzeni gibi.” Basit çözümler daima kolay uygulanır, iyi sonuç alınır. Ama basiti yapmak çok zordur.
En son restorasyon çalışmanız Narmanlı Han, büyük tartışmalar yarattı. Tarihi yapının kimliğini ve ruhunu büyük ölçüde kaybettiği, yeni rengiyle dokunun yok edildiği söylendi. Neden bu rengi seçtiniz?
Bu eleştiriler sizi ve sizin çalışmalarınızı ne yönde etkiliyor?
Ben akla inanırım. Ancak hiçbir zaman ben akıllıyım diye düşünmem. Ben akıllıyım diye düşünürseniz aptallıkedersiniz. Dolayısıyla bu tür eleştiriler yaptığınız işi daha ileri götürüyorsa ona kulak vermemek, dikkate almamak aptallıktır. Sonunda sadece eser hatırlanır. Bu tür önerileri hiçbir zaman kulak ardı etmem, dinlerim ve içinde doğru bulduklarım varsa yaptığım işi revize ederim. Burası için böyle bir öneri gelmedi. Eleştiriler daha çok sol kanattaki insanlardan geldi. Bu tür eleştiriler mimarı, gerektiğinde mal sahiplerinin isteklerine karşı gösterdiği dirençleri azaltıyor. O kadar kuvvetli olamıyorsunuz. Şu havuzun etrafındaki parmaklığın kaldırılmasını istiyorlar mesela... Olmaz! Burası kamusal alan. Buraya banklarını koyacaksın ve insanlar gelip oturacak. Bu binaların cepheleri taş değil. Akçe geçmez denilen bazı anıtsal yapılar vardır, başka türlü müdahale edilir. Bina cepheleri insan teni gibidir. Siz şimdi benim elimin derisini yüzün her türlü tahribe mikroba açık hale gelir. Hatta zaman zaman elimin derisi bile kifayet etmez korumak için. Krem sürerim, yıkarım, temizlerim... Bu tarz binaların üzerindeki sıva koruyucu bir katman ama o bile tetmiyor, üzerine bir de boya sürüyoruz tıpkı elimize veya yüzümüze sürdüğümüz krem gibi. Taşı açıkta bıraktığımız zaman tahribi hızlandırırsınız.
Sizin restore ettiğiniz Galatasaray Üniversitesi Kültür ve Sanat Müzesi taş mesela. Burası taş değil miydi?
Öyle bir taş değildi. Gösterilecek, seyredilecek veya tahrip olmadan uzun süre açıkta bırakılacak bir taş değildi. Bizde çoğunlukla gri veya çok koyu renkler kullanılıyor. Zaten gerek toplumsal yaşam gerekse düşünce yapısı açısından yeteri kadar içimize kapanmış vaziyetteyiz. Biraz da aydınlık renkler olsun istedik. Turuncular, sarılar, pembeler. Ben Fransız Geçidi’ni öyle boyadığım zaman yanındaki karakolu pembeye boyadılar, karşıdaki postaneyi sarıya boyadılar mesela. Biraz renklenelim. Gece Narmanlı’nın lambaları yanıyor. Kaybolmuş olan ortadaki havuzu canlandırdım. Burada da ağaçlar var. Ben şehrin içinde ağaca karşıyımdır. Buckingham Sarayı’nda, Beyaz Saray’da ağaç gördünüz mü? Bitki vardır. Haşmetli olan yapıdır. Louvre’da, Hermitage’da hiç ağaç gördünüz mü? Bilakis çıplak ve büyük alanlar. Siz oralarda o devletin kudretini hissedersiniz. Ağaçların arkasına binalar saklanmaz, bu yapılar utanılacak binalar değil ki onları saklayalım. Anıtsal nitelikte, harika bir ağaç olur elbette ben de o ağacı korurum, ancak her önümüze çıkan ağacı korumak, onların örttüğü yapıları görmezden gelmeyi kabul edemiyorum.
Restorasyon ne gibi unsurları içinde barındırıyor sizce?
Restore etmek mimari bir tabir olarak değil, politik bir tabir olarak doğmuş. Oliver Cromwell Cumhuriyeti ilaneder İngiltere’de. Sonra kafasını keserler ve tekrar krallık gelir. Ondan sonraki döneme restorasyon dönemi denir. Neyi restore edecek? Kraliyeti restore edecek. Yani restore kelşmesinin gerçek anlamı “iade etmek” demektir. Pekiyi, biz bu yapıları restore ederken neyi iade edeceğiz? İnsanı ve insan yaşantısını. Bu yapı insan yaşantısından dışlanmıştı, kapıları kilitliydi, iki tane sigara büfesi vardı. Avluya kimse giremiyordu. Mezbelelikti. Peki, burada binayı mı iade edeceğiz? Bina ne ifade ediyor? Benim temel felsefem şudur: Her şey insan içindir. Bütün bunlar bir değer ihtiva ediyorsa insana hizmet verdiği içindir.Önce insan. İnsan ve insan yaşantısını zenginleştirmek, onu mutlu etmek.
Macar asıllı mimar Károly Kós, kitabını girişinde “İstanbul bir şehirdir, herhangi bir şehir değil.” diyor. İstanbul sizin için ne ifade ediyor?
İstanbul, 1923’e kadar imparatorluk başkentidir. Cumhuriyet’in İstanbul’u ise bu. Fatih 1453’de fethetti bu şehri ama bugün bizim gördüğümüz şehir, Kanuni’nin yapılarıyla 1550’de oluşan bir şehir. Yani bu bir süreç. Her ne kadar Cumhuriyetin ilanı 1923 ise de Cumhuriyet’in İstanbul’u yeni oluşmaya başlıyor. Üstelik de bugünkü idari terminolojide hâlâ bir taşra kentidir İstanbul. İstanbullu olmak dünyaya açık olmak demektir. Farklılıkları hoşgörüyle benimsemek demektir. Şehirlilik böyle bir şey. Herhangi bir şehir olmamak...
Mimarların hayatlarının zor olduğunu biliyoruz da neden zor? Aileniz ne diyor buna? Biraz anlatabilir misiniz?
Çok çalışmaktan öte çok fazla düşünüyorsunuz. 40’lı yaşlarımda çok yorgun hissederdim, hâlâ da o yorgunluğum var. Üşenmem ama. Paris’te bir doktora göründüm. Ne iş yaptığımı sordu. Mimar olduğumu söyledim. “Tamam, hiçbir şey yok bunu yaşayacaksınız.” dedi. “Niye?” dedim. "Siz fiilen bir şey yapmıyor olsanız bile şuur altınız, zihniniz çalışmaya devam eder de ondan.” dedi. Bu yüzden yoruluyorsunuz. Hakikaten de öyle. Ben evde pek fazla konuşmam. Çocuklar, “Çalışma atrık.” diyorlar ama sorumluluklarım var çalışanlarıma karşı. Ayrıca mimarlık mesleğinin emekliliği yok. Ben mimarlık faaliyetini bıraksam, kitap yazarak, makale yazarak mesleğime devam ederim. “Konstantiniyye’den İstanbul’a” kitabımın ilk cildinde bunu yazdım. Hayatınızın en güzel döneminde 10 sene boyunca Cumartesi ve pazarları bu kitapları yazmak için ayırdım. “Karım ve çocuklarımın en güzel günlerini onlardan uzak geçirdiğim için özür dilerim.” dedim. Ama bu yaşam biçimi.
Birçok önemli ödüle sahipsiniz. Ama aynı zamanda çok da tartışma yaratan bir mimarsınız...
Teşekkür ederim. Hem eleştiriler hem de ödüller için... Ödül almak için uğraşmadım. İnandığımı yaptım. Demek ki bazı insanların ilgisini çekmiş. Mimar Sinan’ın vasiyetnamesindeki son cümlesi çok ders vermiştir bana. Diyor ki; “Gelecekte yaptıklarımı görecek insaf sahiplerinin, çabamın ciddiyetini göz önüne alarak beni hayırlı dualarla anacaklarını umarım inşallah.” Hepimiz için böyle. Ben kendi işimi en iyi şekilde yapmak için çaba gösteriyorum. Hepimiz bunu yapsak sıkıntı yaşamayacağız.
Pek çok ülke ve önemli sanatsal yapıyı gezip görmüşsünüz. En beğendiğiniz size ilham veren eser ve sanatçılar hangileri?
Çok... Ieoh Ming Pei’nin Louvre Piramiti, Frank Gehry’nin Guggenheim Bilbao Müzesi mesela. Asabım bozuluyor, niye biz böyle şeyleri yapamıyoruz diye. Bizim insanımız bütün bunları yapacak yetenekte, bütün bu güce hatta ekonomiye de sahip. Niye evrensel boyutta bir şey yapamıyoruz?
Yapmayı hayal ettiğiniz eseri üretebildiniz mi?
Hayal ettiğim eseri henüz üretemedim. Çok hoş bir müze hayal ediyorum. Yapabilir miyim, yeteneğim elverir mi, öyle bir çalışma temposuna dayanabilir miyim? Bilmiyorum.
Önümüzdeki yıllarda neler yapmayı hayal ediyorsunuz?
Müze, kitap, yazı... Şimdi Üsküdar’ı yazıyorum. Sonra Kadıköy’ü ve Adalar’ı yazacağım. Sonra da Suriçi’ni yazmak istiyorum. Bunları ben finanse edebilirim. Ama düşündüğüm yapıyı yapmak için birinin beni ciddi şekilde finanse etmesi gerekir.
İstanbul’un 7 tepesi
Bir İstanbullu olarak İstanbul’un 7 tepesini doğru bilmememize üzülüyorum. İstanbul Suriçi’nde kalan bölgedir. Diğer tarafta da Beyoğlu, Eyüp ve Üsküdar var. Fatih Sultan Mehmet’in fetihten hemen sonra kurduğu idari düzen de budur. İstanbul’un tepeleri de sur içindedir. Topkapı Sarayı, Çemberlitaş’ın bulunduğu nokta, Beyazıt Yangın Kulesi, Fatih Camii, 5. tepe Kumrulu Mescit Camii’nin hemen ucunda. Yavuz Sultan Selim Camii olduğu için o tepeye bir anıtsal yapı yapılmamıştır. 6. tepe Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’dir. 7. tepe ise Marmara tarafında Mokios Sarnıcı ve Koca Mustafa Paşa Camii’dir. Yani Çamlıca Tepesi İstanbul’un tepelerinden biri değildir..