"Türkiye’de Korumanın ve Koruma Kurullarının Değerlendirilmesi", TAÇ Vakfı Yıllığı, II, İstanbul, 1994, s. 43-74.
AnasayfaMedyaYayımlar ve Bildiriler

"Türkiye’de Korumanın ve Koruma Kurullarının Değerlendirilmesi", TAÇ Vakfı Yıllığı, II, İstanbul, 1994, s. 43-74.

KAYDIRIN

< Geri dönün

II. OTURUM

TÜRKİYE’DE KORUMANIN VE KORUMA KURULLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ

BİRİNCİ TUR KONUŞMALAR

Dr. Sinan Genim (Oturum Başkanı)

Sayın konuklar, sayın konuşmacılar, öğleden sonraki oturumumuza hoş geldiniz. Sayın müsteşarlar, yoğun çalışmaları dolayısıyla ve genel alışkınlığa uygun olarak I. Oturum’dan sonra aramızdan ayrıldılar, biz bize kaldık. Korumaya gönül verenler ve koruma olgusuna katkıda bulunmak isteyenler, kendi meselelerimizi, kendi aramızda konuşacağız. Bugün aramızda Kültür Bakanlığı’nın görevlendirilmesiyle sayın Oktay Ekinci ve Koruma Genel Müdür Yardımcısı Sayın Füsun Ersoy yer alıyor. Burada ortaya konan görüşleri ve konuşmaların sonuçlarını Bakanlığa iletecekler, ayrıca, gerek sabahki konuşmalar, gerekse bu Panel sonuçları bir kitap halinde yayınlanarak, sizlere ve ilgili kurumlara iletilmeye çalışılacaktır. II. Oturum’da iki temel konu var. Birincisi: Korumanın ve Koruma Kuralları’nın, ülkemizdeki koruma faaliyetini denetleyen ve ona yol veren kurum ve kuruluşların bugünkü durumu. İkincisi ise TAÇ Vakfı olarak tartışılmasını istediğimiz yeni bir kurumlaşma modeli, bu modelin tartışılmasını ve gerçekçi olup olmadığının irdelenmesini istiyoruz. Eğer bu önerimiz uygun bulunuyorsa, bunu uygulamaya nasıl geçiririz, önerileriniz nelerdir?

Konuşmacılara söz vermeden önce izninizle, konuşmalarımıza temel olması ve görüşlerimizi netleştirmesi açısından bazı noktalara kısaca değinmek istiyorum. Tüm tartıştığımız konular içinde göz önüne alınması gereken en önemli tespit ülkemizde ne yazık ki -kamusal alan bilinci-nin olmamasıdır. Koruma Kurulları’nın, korumaya katkıda bulunan bizlerin ilk görevi toplumumuzda kamusal alan bilincinin oluşturulması için çaba sarfetmektir. Kamusal Alan, kimseye ait olmayan (devlete de ait olmayan) ancak, herkesin olan alandır. Kamusal Alan, bilinci devletimizde de teşekkül etmemiştir. En kötü alan kullanımları, en kötü yapılar, en çok şikayet ettiğimiz, en kötü koruma örnekleri devlet eli ile yapılan yapılarda görülmektedir.

Koruma konusunda da bu duyarsızlık en yüksek boyuttadır. Örneğin; Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda kanuna en fazla uyması gereken kurum, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve giderek Milli Savunma Bakanlığı bu kanun dışındadır denilerek, hüküm konmuştur. Bu kurumlar, Koruma Kurulları’ndan karar almaksızın kendi uzman kadroları ile bildikleri gibi koruma ve onarım yaparlar denmektedir. Bunu örnek alan Kültür Bakanlığı kanuna böyle bir hüküm koyma imkanını kaçırmış ama, daha sonra yapılan yönetmelik ile; Kültür Bakanlığı yaptığı uygulamalarda Koruma Kurulu Kararları’na uymak mecburiyetinde değildir veya Koruma Kurulu kararı gerekmez demiştir. Bu davranış, gerek kanun yapıcının, gerekse Kültür Bakanlığı’nın Koruma Kurulları’nın nasıl göründüğünü de bir noktada somut bir şekilde açıklıyor. Koruma Kurulları yalnızca proje onaylayan, karar veren, yasaklar getiren veya yasakları kaldıran bir Kurul değildir. Koruma Kurulları bilimsel nitelikleri ağır basan, konusunda uzman, devletin olanakları nedeni ile kendi kadrolarında yer vermediği, ancak ülke kültürü açısından hizmetini istediği insanların yer aldığı onore kurumlardır. Böyle olmaları gerekir. Projelere, kendisine iletilen isteklere, bilimsel yaklaşımı ağır basarak yön veren, görüşüne sunulan konuların eksiklerini tamamlayan, uygulamanın daha iyi olması için önerilerde bulunan bir Kurul gereklidir. Ancak, bu böyle değildir, kanunun ruhu da buna müsait değil, kanun yapıcıda olaya bu açıdan bakmıyor. Kesin bir olay var, biri karar verir, diğeri uygular. Yazılı kurallarda böyle, ama gerçek; uygulamada karar verenler veriyor, sözde kararı uygulayanlar ise bildiğini veya yalan yanlış gördüğünü yapıyor, haydi hayırlısı.

1951’de kurulan Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu kuruluş gereği yoğun yetkilerle donatılmış ve yetkili kılınmıştır. 1951-1960 arası kararlar konusunda son mercidir. Danıştay veya daha üst bir yargı organında aldığı kararlara karşı dava bile açılmaz (daha sonra 1962 Anayasası ile yargı kapsamına alınmıştır). O zaman bazı kararların uygulanması daha kolay, daha rahat oluyordu. Çok mu güçlü idi? Evet! bazı yetkilerle ve cezalarla donatılmıştı, ama gücü daha çok bir arada uyumlu bir şekilde çalışmasından ileri geliyordu, daha bilimsel kararlar veriyordu, gerekçeleri itiraza imkan vermeyecek nitelikte idi.

Bugün bir Yüksek Kurul yine var, ama kendine yetki yaratmaya çalışan bir Kurul, çünkü bazı ilke kararları üretme dışında kanunen yetkili değil. Koruma Kurulları’na gelince, birbirinden kopuk, birinin aldığı karara diğerinin hayır dediği, bilim dışı görüş ve fikirlerin ağır bastığı kurullar. Alınan kararlar, onaylanan projeler, yoğun bürokrasi, onun bunun elinde, çoğunlukla ilgili belediyesince değiştirilerek ikinci defa onaylanmış, kaba saba projeler ile yapılan restorasyonlar ve sözde bu uygulamaları denetleyen Kültür Bakanlığı. İşte gerçek!

İçimizde konumuzun duayeni diyebileceğimiz Sayın Kuban yer alıyor. I. Tur konuşmalara onunla başlamak gerekir sanıyorum.

Buyurun Hocam söz sizin...

Prof. Dr. Doğan Kuban

Ben, Türkiye’de restorasyon ve korumak yöntemlerinin yoruma bağlı yozlaşmasından söz edeceğim. Orda Kurullar da var zaten. Bir genel nedenler var, bir özel nedenler var. Genel nedenler topluma ilişkin. Toplum tarihine, yapısına ilişkin nedenler. Bir tanesi. Bütün ithal kurumlaşmaların başında olan, bir de koruma kavramı, koruma örgütleri, yasalar, yönetmeliklerin hepsi ithal, öyle olunca, başka ülkelerdeki gibi belirli bir tarihe, gelişmeye, bir dünya görüşüne, toplum içinde saygınlığı olan bir platforma oturmadan Türkiye’de ithal edilmiş bir koruma kavramı ve koruma örgütleşmesi var. Aslında bu, kendi içinde zaten bir yozlaşma virüsü saklıyor demektir bütün alanlarda da olduğu gibi. Çünkü yerel, kendinden oluşmuş bir isteğe tekabül etmiyor. Bugün de hala öyle. O zaman dışarıdan besleniyor. Dolayısıyla içerideki en ufak tepki, kurumlaşmanın dengesini hemen allak bullak edebilir ve ediyor. Bu yozlaşma mekanizmalarının da bir tanesi Abdurrahman Çelebilik’tir. Sığ uzmanlık yahut uzmansı oluştur. Ama bu, bütün Türkiye’de ithal edilmiş bütün kurumlarında aynı şeydir. İster Üniversite olsun, ister herhangi bir örgütleme olsun. Dışarıdan ithal edildiği zaman, sığ uzmanlaşma çaresizdir. Neden? Çünkü, bu kadar büyük bir toplumun isteklerine cevap verecek örgütleşmenin isteksiz bir toplumda, şıp diye oluşuvermesi olanaksızdır. Bir takım gerçek uzmanların yerini, uzmansı insanlar alır, almak zorundadır. Siyasal olarak. En... çalışır Türkiye’deki bütün kurumlar, bir tanesi bu nedenlerden. Bu, sadece korumaya ilişkin değildir. Her alanda aynıdır. İkinci neden, Toplum yapısı, değişim süreci ve ekonominin sonucudur.

Türkiye’nin en önemli sorunu, herkesin sözünü ettiği kente göçtür. Kente göç, kendisi ile beraber ekonomik bir strüktür kurmuştur. Bunun adı da, bugün sabah sözü edilen yağma. Yağma, bir sistemdir. Yağma, sade kelime anlamı olarak kullanılması yanlış. Bütün ekonomik motivasyonu Türkiye’nin, Yağmadır. Çünkü, ondan daha büyük hiç bir rant yok. Sabah müsteşar bunu söylediği için benim tekrar etmeme hacet yok. Parti, devlet, mafya, tek kişi, Ahmet, Mehmet hepimizin o sistemin bir küçük parçasıyız. Çünkü, en büyük rant, ordadır. Devlet bütçesi kadar bir kara para sadece İstanbul -on yılda bir kere çıkıyor. Sade İstanbul’da, benim hesabıma göre. Yanlış olabilir ama. Bundan pay almak için herkes sıraya girmiştir. Böyle ekonomik strüktürün üzerine koruma kurmak, sabah müsteşarın söylediği gibi, çok zor. Kaldı ki, bizim korumaya çalıştığımız toprak ve yapı. Oysa asıl amaçlı zaten yağmanın asıl objesi de bunlar. Eski ev, koru, eski doku, yolluk, orman, ağaç, mezarlık, çeşme. Bunların hepsi yağma hedefleridir Türkiye’de. Yağmanın egemen olduğu bir kent gelişmesi ve ekonomisi ilk yapacağı şey buna engel olan kurumları yozlaştırmaktır. Nitekim, 1951’den bu yana yasaların gelişmesi kurumlaşmanın örgütleşmesi ondan sonra kurulların oluşturulması, iyice inceleyecek olursak, giderek yozlaşmıştır. Giderek bağımsız bir örgütten, devletin kontrolü altında olan bir örgüte. Hiçbir şeyden haberleri olmayan Genel Müdürlerin katıldığı kurullara. Ondan sonra da hiçbir şeyden haberleri olmayan memurların katıldığı kurullara kadar gelmiş ve dağıtılmış. Bu da gene söylediğim gibi tarihi bir neden, çaresiz bir neden aslında. Dikkat ederseniz bu kurumların, ne aracı var doğru dürüst ne gereci var. Gerçi giderek artıyor, tabii, hiç gelişmiyor demiyorum. Böyle çok hafif bir kılcal gelişme var ama asıl büyük hareketler onun altında kalıyor hep. Kurumların oluşması, bu işi kontrol edecek olan örgütleme hep kısır kalıyor. Neden? Kısır kalmak zorunda, kısır bırakılmak zorundadır. Bir yasa çıkar, mesela Boğaziçi yasası. Boğaziçi Yasası ilk kurulu yok eden o yasadır. Ama diyeceksiniz ki, belediye yok mu? Var! Tapu da var, gümrükte var, üniversitede var, bankalar var, okullar. Her yerde var. Her yerde var, sade bize özgü bir şey değil. Sonunda bakıyorsunuz ki, kurul, koruma yapacak bir yerden, korumamaya yardım eden bir ley haline dönüşmüş. Neden? Çünkü, yağma sisteminin içinde çalışmak zorunda olduğu için. Yapı hakkını sınırlaması gerekirken. Bakıyorsun, belediyenin vermediğini, Yapı Hakları vermeye kalkıyor. İmar hakkı verir, ormanı inşaata açar. Toplum kültürünün doğasından kaynaklanır.

Uygarlığın en önemli fiziksel görüntüsü kent. Yapısı, yolu, anıtı onları yaratan, onlara saygı duyan kişileriyle, seven halkı ile bir kent. Bu bir birikimdir, tarihi birikim. Türkiye’de böyle bir birikim yok. Olsaydı, zaten bu hale İstanbul gelmezdi. Kenti de yok. Böyle bir ortamda ne politik ne de kültürel olarak koruma konsensüsü oluşamıyor, biliyorsunuz. Belediye ile anlaşamıyoruz, Bakanlıkla anlaşamıyoruz, Kurullar kendi aralarında anlaşamıyorlar. Uzmanlar yahut uzmansalar kendi aralarında anlaşamıyorlar. Onlarda bu toplumda modüsılivendi içinde yaşarlar. Kurul var, o var, bu var ama asıl sistemin kendisine karşı koyabilecek bir kurul oluşamaz. Bizim varlığımız, Türkiye’de korumanın varlığı toplumun isteklerinden kaynaklanmıyor. Toplum bilakis mütemadiyen orasını burasını traş etmeye uğraşır. Uluslararası iletişim ve baskılardan kaynaklanıyor. Onların gözleri üzerimizde olmasa, emin olun Türkiye’de hiçbir şey ne korunur, ne kurulu olur, ne yasası hiçbir şeysi olmaz. Bu, hiç şaşılacak bir şey değil.

Genel ikinci grup nedenler: Asıl yozlaşma nedenlerini kendimize getirelim, kurullara getirelim. Kısaca özetleyelim. Koruma; korunması gerekli varlığın önce bir değer yargısına toplum katında kavuşması demek. Temelde koruma sorunu besbelli. Eşyanın varlığının, var olan bir şeyin varlığını sürdürmesi demek. Öyleyse, koruma kurulunun temel ödevi nedir? Değişmeyi zorlayan koşullar da olsa, mümkün olduğu kadar maksimum olarak bu varlığı korumaktır. Öyle değil mi? Bunun başka bir şekli de, tanımı da olmaz. O zaman kesin bir sonuç şöyle çıkar. Kurumlar İmar hakkı veremezler. Bir adama belediye iki kat veriyorsa, kurum eski eserden dolayı “sen bunu restore ederken üçüncü katı alırsın” diyemez. Koru, orman ve yeşili koruması gerekirken, Koruma alanı adı altında oralara inşaat izni veremez. Belki, bakım izni için bir şeyler falan olabilir. Kurul, saray bahçelerine inşaat izni vermemelidir. Eğer böyle istekler oluşursa, kurul kavga eder. Ama kavga eder de kazanır manasında söylemiyorum. Ekseriya kaybeder, kaybetmesi normalde. Kurul, eski eserleri turizm aracı olarak kullanamaz. Turizmi eski eseri korumak için araç olarak kullanır. Türkiye’de hep bunun tersi oluyor, biliyorsunuz. Devlet, belediye, şu, bu koruma aleyhinde ne kadar karar alırsa alsınlar. Kurulun tek ödevi. Varsa eğer öyle bir kurul, doğru dürüst bunlarla savaşmaktan ibaret Türkiye’de. Onunla savaşmak zorundadır.

Toplumun gerçekleri, bizim de gerçeklerimizdir. Amma bu gerçeklerin varlığına karşın, koruma kurulunun amacı, Koruma olgusunu korumaktır. En başta onu yozlaştıran her şeye karşı çıkmaktır. Bu amaçtan uzaklaşıldığı zaman, O, Kurum olayı değildir. En büyük zorluk, biliyorsunuz kentsel bölükte oluyor. Çünkü, koruma düşüncesi yerleşip, hepsi olana kadar Türkiye’de kentler planlarla hababam değişmiş. Bir sürü sokağa gidiyorsunuz. Bakıyorsunuz ki, 10 tane binanın içinde bir dizi de bir tane küçük ahşap ev kalmış. 9 tane apartman olmuş. Burada o tek kalan adam ne dokuyu, ne eski mimarlık tarihini temsil eden nitelikleriyle o yapı ve o adamın sanki mülkiyet açısından zulüm gören bir hali var, hepimiz bunu biliyoruz. Öyle olunca, böyle zulüm görür gibi karşılaştığınız bir adam karşınıza gelince, kurumlar şaşırıyorlar, ne yapacağız? diyorlar. Halbuki burda kurumun sorunu, gene de mülkiyet sorunu değildir. Koruma gereklidir. Bizim kurulların mahkemesi bu görevi görür, koruma görevini görür. Burada bir apartmanın... tarihi bir eve nasıl bir tavırla yaklaşılacağını gösteren düşünce zavallı mal sahibinin mülkiyet hakkı değildir. Çevrenin bu eski yapıyla yaşamasının fiziksel ve estetik parametrelerini bulmaktır. Kurulun burada öyle bir vazifesi var. Bunu aslında biz, mimarlardan yahut da restoratörlerden bekliyoruz ama öyle adamlarda çok fazla çıkmıyor. Çünkü karşısına mülk sahibinin temel istekleri çıkıyor. Kurul, ne politikacıdır, ne belediyedir, ne de hak dağıtır. Tek hak, tarihi bugün de yaşamak hakkıdır. Kurulun tek ödevi budur ve bunu tanımlamakla zorunludur. Ama koşullar elvermezse, bunlar da gerçekleşemez. Nitekim bir çok hallerde gerçekleşmiyor. Kurulun, varolan koşulları değerlendirerek tümüyle yok olmayı engelleyecek tavizler vermesi olabilir. Dünyanın her yerinde de olabiliyor. Ama bu, yapının karakterini tümüyle değiştiren boyutlara varmaz. Üç katlı bir ahşap evi alıp, sen bu 3. sınıf deyip, 7 katlı betonarme apartman yap. O da korumadır diye karşınıza çıkarsa. Burada kesin bir yozlaştırma vardır ki, böyle örnekler çok.

Türkiye’de korumayı yozlaştıran nedenlerin biri derecelendirmelerdir. Eskiden derecelendirme dikkat ederseniz Abdullah Bey söyledi iki. Bir tanesi: hiç değişemezsin, dokunamazsın şöyle koruyacaksın dediğiniz. Bir tanesi de: Kentsel dokunun görüntüsünü saptıran yapılar. Onlara da müdahalenin sınırlı olması gerekiyor, böyledir. 1. sınıf 1-A, 2-B, 3-C filan böyle bir şey yok. Ya korunan bir şeyler vardır ya da korunamayan. Çeşitli derecelerle korunma diye bir şey yok. O, sadece bir idari karardan ibarettir. Koruma kategorisi bir tanedir. O da varolanın korunmasıdır. Var olanın. Ne varsa, ne kalmışsa odur o. Türkiye’deki hızlı kentsel gelişme koşullarında tarihi dokunun korunabilmesi için cephelerin korunması temel alan. Biliyorsunuz, bugün sabah bahsedilen bazı ölçütleri biz kabul ettik. Fakat bunun yanlış yorumu muhakkak bir yozlaştırıcıdır. Kentsel korumada boyut tek yapı değil. Halbuki hep kurullara bir parsel üzerinde bir bina geliyor. Böyle bir şey olamaz. Belki onlarca sene söyledik. Ya sit niteliği? Çünkü sit için korunuyor bu. Sit için de bu karar, sitle beraber alınır. Yoksa, tek yapı gelince; sana 3 kat veriyorum, ona da 3 kat, 5 kat falan diye bir şey olamaz. Ama bu planlamayı kimse yapamadığı için her seferinde size kişi ile kurul karşı karşıya kalıp, Bana 3 kat ver. Bana 2 kat var. Bak ötekinde şöyle diye. Böyle garip durumlar oluyor. Böyle sit koruma olamaz. Koruma kararı da olamaz. Kıyılarda, sahillerde, meydanlarda tümel kararlar kesinlikle gereklidir. Müracaat sırasına göre koruma olmaz. Birisi geliyor “benimkini yap” peki sen böyle yap. Böyle şey olmaz. Tümel bir şeyi korumak için çaba olması gerekli. Hatta hepsi apartman olmuş da bir tek bina kalmış olsa, gene öyle olması lazım.

Bir diğer yozlaşma sorunu malzemedir, biliyorsunuz. Özellikle konutlarda bu yüzden Türkiye’de tahrip var. Çünkü, konut ahşap. Aslında malzeme ile tarih ifade edilir. Malzeme yapının tanımını yapan temel elemanlardan bir tanesi. Malzeme, korumanın bir bileşkesidir, birleşenidir daha doğrusu. Gerçi eskiyen, yok olan malzemenin değişmesini zorlayan koşulları var. Yeni malzeme kullanmanın da çeşitli modaliteleri var. Ama her ahşap yapının betonarme olması gerekmez, bu yanlıştır. Her taş suni taşla olmaz, değiştirmez. Her profil alçı ile yapılmaz. Eski yapı o zaman maket haline dönüştürülemez. Yozlaşma nedenlerinden bir tanesi kurulları oluşturan üyeleridir. Bizim konumuz Yapı ve Kent. Bunların tarihi boyutlarını korumak. Mimarlık tarihi, kent tarihi, restorasyon, mimarlık ve bir ölçüde şehircilik, temel disiplinler. Ama onun yanında da kesinlikle danışılması gereken tarih epigrafi, sanat tarihi, arkeoloji gibi disiplinler var. Yasa, başından itibaren bunu anlayamamıştır. İlk kurulda tarihçiler de vardı, arkeologlar vardı, danışman. Ama ben, hatırlıyorum. Eski kurulda olanlar da bilirler. Danışman niteliğini hiç bırakmadılar onlara. Gerçekten mimarlara bırakırlardı. Gerçi mimarlar da o sırada tam uzman değiller. O zaman o da öyleydi. Çünkü yeni yetişiyordu her şey. Ama arkeologların yahut tarihçilerin. Bir gün de bu proje böyle yapılsın falan dediklerini ben hiç işitmedim, hiç bir zaman. Bize bakarlardı. Ne diyelim, diye. Dinlerdi. Ondan sonra katılırlardı oya. Halbuki şimdi memur, hiç ömründe böyle şeyleri düşünmemiş bir mimar. Ben, uzmanım diyen bir adam. Herhangi bir adam. Baş müdür, alt müdür, üst müdür vesaire. Herkes proje tasdik ediyor. Böyle bir şey söz konusu değil. Projeyi görmüyor ve anlamıyor. Kendisi yapamayan ve yorumlayamayan bir adamın proje tasdik etmesi komik bir şeydir. Danışman olarak bunlardan yararlanılabilir ama bilmem ne müdür gelip de “ben bunu iyi bulmadım” demesi. Bu komiktir. O zaman ben de diş çekerim, öyle bir şey olmaz. Toprak yağması denilen mekanizma devlet katına eriştiği zaman. Devlet mimarları da ve herkes de Kurul üyesi oldu, yozlaşma öyle gitti. Çünkü mühim olan yağmanın kontrolüdür. Yağmaya engel olan her şeyin kontrolüdür. Sonunda iş Kurul tarafından değil, mal sahipleri tarafından empoze edilmeye başlandı, anladınız mı böyle. Kuruların kapılarında büyük holding sahipleri, mafya herkes iş peşinde. Benimki şöyle olsun, diye dolaşıp duruyor. Onlarda, biz de devlet memuru olarak yahut devlet temsilcisi olarak hepsini dinlemek zorundasınız. Böyle bir kurul çalışamaz ki zaten. Çünkü herkes zaten öyle motive olmuş. Daha fazla metrekare istiyor, gayet basit. Daha fazla, daha fazla ve daha fazla istiyor. Bir eski yapının sevgi ve bilgiye dayanan restorasyonu yerine, mekanik spekülatif baskılar altında alınmış sözde koruma kararları. Daha doğrusu olmayan hakları veren inşaat kararları oldu uzun seneler. 1983’den sonra bu giderek arttı. Başta verilen kararlar üstün körü olunca uygulama Türkiye koşullarında zaten çaresiz kötü olacak. Çünkü Türkiye’de biz mimariyi de iyi yapamıyoruz ki, restorasyonu iyi yapalım. Yeterli uzman da ... değil. Burada gerçek, bilimsel tavır ve tarih bilgisi içinde verilen restorasyon kararı söz konusu olduğu zaman bütün bu durum, kötü bir tablodur. Restorasyon kararı alınırken, mimari tarihi, sanat tarihi, arkeoloji, kent hukuku gibi bilgiler gereklidir. Bunların alınma mekanizmasının baştan saptanması lazım. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir adamın, filanca bir yapının restorasyonu hakkında ne fikri olabilir, hiçbir fikri olamaz; ama 1/50 restorasyon projesi, 1/500 sit koruma projesine. Bir sanat tarihçisinin baktığı zaman söyleyeceği çok fazla bir şey yoktur. Çok yetenekli bir adam, çalışmış bir adam anlar, başka. Ama yine de bu bilimsel bir tavır olamaz. Bilimsel olması için bunun belirli uzman dediğimiz bir adama verilmesi lazım. Uzatmamak için bunu kesiyorum ben.

Kuşkusuz koruma, genel de bir kent ekonomisi ve idaresi hatta politikası ile içiçe bir sorun, açık. Korumacının verdiği bir karar değildir olay sadece. Belediyenin de bu kurullarda temsil edilmesi o açıdan doğaldır. Ama Kurul üyeleri belediyeci olarak değil, korumacı olarak karar verirler. Belediyeci olarak karar verdikleri zaman bitti o iş. Yahut Kültür Bakanlığı’nın savunucusu olarak gelirlerse, yahut Turizm Bakanlığı’nın amaçları için gelirlerse olmaz, korumacı olarak olacak. Bu hiç gerçekleşmiyor. Tersine, her gelen kendi işini savunuyor orada. Bu da olmaz. İş bitirici karar kurullar veremez. Kurula kim giriyorsa, şunun bunun temsilcisi olamaz. Korumacı olması lazım. Ona göre seçilmesi lazım. Seçilmiyorsa, belli menfaatleri ister devletin, ister kişinin menfaatlerini korumak için oraya gelmişse, o adam korumacı değildir. Cesur olması, bilgili olması, hatta uzman olması bile yetmez o zaman. Çünkü, asıl motivasyon orada korumadan başlamak zorundadır.

Korumayı yozlaştıran iki şeyden daha bahsedeceğim ve bitireceğim. Birisi Boğaziçi Yasası: Türkiye’deki son 10 yılda bütün restorasyon kriterlerini çürüten iki olgu var hakikaten. Bunlardan biri sit koruma kararları. Boğaziçi Yasası bunların içinde. Diğeri de endrekt olarak koruma uygulanmasını da etkileyen. Bu, aklınıza gelmeyecek ama yeni camii yapılmasıdır. Ben, o ikisini söyleyeceğim. Boğaziçi’nin nesi korunacaktı? Niçin o yasalar çıktı? Niçin planlar yapıldı? Temelde iki şey korunacak. Doğa yapısı korunacak, yeşili korunacak ve onun içindeki tarihi yapılar. Tarihi yapılar biliyorsunuz zaten Boğaziçi’nde oldukça sınırlıdır. Demek ki doğal topografik yapıyı değiştiren, bitki örtüsünü yok eden ve buraya yoğunluğu getiren her karar, yasaya da aykırıdır, koruma kriterlerine de aykırıdır. Kaçak yapılaşmadan söz etmiyorum. Çünkü onu kimsenin kontrol ettiği yok zaten. Bunlara yol açan bütün Kurul kararları demek ki, eğer yasal olarak zorunlu olan bir durum yoksa, yanlıştır. Yağmaya verilen taviz ve destekten ibarettir. Örneklerini de saymaya hacet yok. Öngörünüm bölgesinde yeni yapı inşaatının yasak olması, bir de buna ilişkin olarak restitüsyon olarak acayip şeyi çıkarmıştır ortaya. Bu boğaz dışında da var biliyorsunuz restitüsyon. Bu yönde alınan Kurul kararları koruma fikrini tümüyle dejenere eden kararlardır. Restitüsyon aslında bildiğiniz gibi proje hazırlama sürecinde bir aşamadır. Restorasyon kararına temel oluşturan bir analitik tarihi çalışma sonucunda ortaya çıkar. Boğaz’da olmayan bir eski yapının ihya edilmesi bugünkü koşullarda çevreye kazandıracağı karakter açısından bir anlam taşıyabilir. Ama XVIII. yüzyıldan 1940’lara kadar varlığı sözde kanıtlanan yapılar ve oraya buraya serpiştirmek Boğaz’a bir şey kazandırmaz ki. Bu sadece yağmaya alet olmaktan ibarettir. İnsanlar gerçekten Boğaz’a bir tarihi ihya etmek için eski yapıların rekonstrüksiyonu önerseler ve bunu gerçekten sevgiyle, tarihle, bilgiyle yoğrularak yapsalar, buna diyecek tabii bir şey yok. Böyle olanaklarda var Boğaz da hala. Ama inşaat yasağını delmek için uydurma bilgi, belgelerle değiştirdikleri. Her şeyi yapsınlar diye. 3. grup diye komik bir isim alırlarsa, bunun kuramsal temeli yoktur. Bu, sahtekarlık yönü ağır basan bir iştir. O zaman bir kümesten köşk yapabilirsiniz. Çırağan Sarayı’nın bahçesine de onun kadar büyük bir otel yaparsınız. İhya edildiği zaman Boğaz’a bir şey kazandıracak olan bir yapı, 3. sınıf bir yapı olamaz. İçeride bazı yapı değişiklikleri etsek bile, bu 1. sınıf bir yapı olmalıdır. Çırağan Sarayı’nı bile 3. sınıf tanımlamak sırf idari açıdan komik bir şeydir aslında. Bu işte bütün bu yasaların, düşüncelerin, kavramların ek teorilerin yozlaşması demek. Ama bir sokakta küçücük bir parselde 3-4, 5 metre cepheli 2 katlı, 3 katlı bir binayı çevreye bakarak bence hatta yeteri kadar bilgi olmasa bile doldurmak, ben onu kabul etmiyorum. Çünkü o sit içinde bir anlam taşır.

Ama koskoca saray apartman olduğu zaman, köşklerin sıradan bir yapı gibi ihyası söz konusu olduğu zaman bu yağma ortaklığıdır. Sonra bu yapılar için kararlar, demin söylediğim gibi tek başına da verilmemelidir. Bu sit kararı olması lazım. Bir yapıyı adam getiriyor. Ben burada 1902 senesinden bir plan parçası buldum, bir de küçük resim. Bunu ihya edeceğim, diyor. Demek ki her devre insan ne bulursa, bugün 1940, yarın 1812, sonra 1700 bilmem kaç. Bir delik, bir resim, bir tane gravür parçası, 2 tane duvar parçası. Böyle hokkabazlık olabilir mi? Bu hokkabazlık haline geldi. Neden-inşaat yasağını delmek için bir araç. Başka hiçbir şey değil. Bu, yozlaştırılan en önemli olaylardan bir tanesi. Biz, tek ağaç kesimine karşıyız. Adama diyoruz ki; “Sen, üç tane ağacını getir, ölçtür, tespit ettir, resmini göster. Ondan sonra sana inşaat müsaadesi verelim” diyoruz. Bir de bakıyorsun kurullardan kararlar çıkmış, bütün bir ormanı kesmişler, oraya bilmem ne yapılmış. Böyle bir şey olabilir mi? Oluyor ama silueti: Mesela tepelerin siluetini çürük bir diş gibi yapan sayısız müsaade çıktı. Son 10 senede çıktı bu. Müsaade mi çıktı, çıkmadı mı? onu da anlamaya imkan yok zaten. Bir de o sorun var. Bütün yozlaştırıcı kararlardır ve duyarsız bir kamuoyu, bilgisiz duyarsız bir belediye ve devlet örgütü işleri büsbütün zorlaştırır. Çünkü, doğru verdiğiniz kararları da kontrol etmezler. Aslında Kurullar ne kadar kötü olursa olsun. Temelde kendilerine verilen görevi yapmak için doğru kararlar almak zorundadır, almışlardır. Kötü kararlar da almışlardır, spekülasyona yardım eden doğru kararlar da almışlardır. Fakat genelde hiç biri uygulanmaz. Çünkü arkasında hiçbir kontrol müessesesi yok, hiçbir şey yok. Bir de camii hikayesi var. Camii hikayesine değinmeden edemeyeceğim. Çünkü biliyorsunuz mantar gibi biten camiler milletin çok dindarlığından çıkmıyor. Camii yaptırma derneklerinin % 40 cebe atmalarından kaynaklanıyor. Bu adamlar, bizim tarihimizin en görkemli yapıları olan camii kavramını yozlaştırdılar. Bugün o camiler binlerce. Her köşede camii yapıla yapıla eski yapılara müdahale bayağı bu yeni camiler gibi olabilirdi. Nitekim Ebül Vefa XV. yüzyıldan camii yapıyorlar suni taştan, berbat, peynir gibi yapmışlar yaptılar Vefa’da. Aslında böyle kötü bir yapılaşma ve böyle kötü bir tarih yorum, hem bizim tarihimizi allak bullak ediyor, hem halkın bütün zevkini allak bullak ediyor hem de endirekt olarak bütün buna benzer çalışmaları etkiliyor. Burada yozlaşmanın sayısız nedenleri var. Hem genel hem özel. Yasalara dokunup da bunları düzeltmeye kalksanız yağma sisteminin tam oturduğu bir dönemde eldeki de gider. Ben, öyle düşünüyorum o başka mesele.

Dr. Sinan Genim

Sayın Kuban’a teşekkür ederiz. Zannediyorum ki bu tür toplantıları bundan böyle çok sık yapmak gerekecek. Çünkü herkes çok dertli ve sonuçları, söyleyeceklerine söylemek istiyor. Sayın Örs demin sözünüzü aldım, kusura bakmayın lütfen. Sizin de görüşlerinizi öğrenelim.

Seyhun Örs

Teşekkürederim sayın başkan konuşmamı kısa tutmaya çalışacağım. Ama biraz konunun çerçevesini de geniş tutmak istiyorum. Bakıyorum burda yine biz bizeyiz, anlaşıldığı üzere. Yılda 5-6 kez, konuları tarihsel, arkeolojik ya da doğal değerlerin korunması, planların, koruyucu yaklaşımlara ağırlık vererek hazırlanması ve yozlaştırılmadan uygulanması olan konferans vb. toplantıya katılıyorum. Ama bu konuları tartışırken hep bu çerçevede tartışıyoruz. Bunları çok iyi bilen, aynı düşünceleri çok iyi paylaşan, aynı yakınmaları dile getiren kişiler olarak bir kez daha birbirimize iç döküp, çok da güzel konuştuğumuz için genellikle birbirimizi kutlayıp, ayrılıyoruz, üzücü şey, bir tek yerel yönetici yok burda. Bir yerel yönetim temsil ediliyor, zaten akademik çevrelerden gelme bir Genel Sekreter yardımcısıyla; bir belediye başkanı, bir belediye başkan yardımcısı, bir kaymakam, bir vali yardımcısı, mülki idare yok. Tabii bu bizde bir hırçınlık yaratıyor. Biz burada kendi kendimize konuşuyoruz. Kimsenin aldırdığı yok. İşte onun için işler kötüye gidiyor. Zaten, öyle karamsar tablolar çizildi ki. Hava da müsait, insana karabasan basıyor. Peki her şey bu kadar kötüye gidiyorsa, yapacak hiçbir şey yok mu? Yunan mitolojisinde bir hanım var Pandora. Onun da bir meşhur kutusu var, biri de gelmiş açmış. İçinden ne kadar münasebetsizlik varsa hepsi çıkmış, o arada bir de “ümit” çıkmış. İyi ki de çıkmış. Muhakkak yine de yapılabilecek bir şey vardır.

Yetkilerin dağılımıyla başlayalım. Yetkileri yukarılarda bir yerde toplamaktan bir şey ummak bence, boşuna. Çok iyi bilen 100 kişi toplayalım, onlara süper yetkiler verelim, onların dediği yapılsın muhakkak. Bu olamıyor, olamaz. Toplumun doğasına aykırı. Bilinci yaygınlaştırmak gerekli, benimsetmek gerekli. Buraya gelmeleri gereken, bizleri dinlemeleri gereken kişileri getiremediysek, belki de onları getirmeyi biz bilmediğimiz için, ya da bizden bir şekilde çekindikleri için gelmiyorlar. Bence biz onlara bir ürküntü veriyoruz. Tam onların anlayabileceği dilde de her zaman konuşamıyoruz. Onlara kızıyoruz, bağırıyoruz, azarlıyoruz. Onlar da dinliyorlar ama çoğu kez kös dinler gibi. Bu yaygınlaştırmayı nasıl sağlayacağız? Bu tür toplantılarla bunu maalesef sağlayamıyoruz. Çünkü gelmiyorlar. Getirmeyi bilmiyoruz. Medya ile yapılabiliyor, etkili de oluyor.

Gerçekten bütün olumsuzluklara karşın kamuoyunda bu bilinç eskiye göre biraz yaygınlaştı. Demek istediğim şudur, eğer gerçekten korumacı yaklaşım kamunun, çoğunluğunun yararınaysa, neden bunu savunanlar toplumda yalnız kalıyor, çoğunluk desteğini arkalarına alarak sınırlı sayıda insandan oluşan çıkar çevreleriyle başa çıkamıyorlar, bence toplumda bilinç eksikliğinden. Şimdi koruma kurullarına bakalım, kurulların oluşumu eleştirildi, orada da uzmanların sesi duyulmuyor dendi, ama kanuna bakarsanız, uzman olmayan hiç kimsenin kurulda yeri yok, o zaman aksamalar başka yerden geliyor olsa gerek. Koruma kurulları bazen ödün vermek zorunda kalıyorlarsa, bunun tersine davranış mümkün de mi böyle yapıyorlar acaba? Çoğu yerde uzlaşmak zorunda kalınıyor. Biraz şeytanın avukatlığını yapacağım. Çeyrek yüzyıla aşkın bir süredir uygulamada çalışıyorum. Birde, görev yürüttüğüm kuruluşun amacı bir sektörü geliştirmek, salt bir şeyleri korumak değil, bir yandan bir şeyleri geliştirmek. Bu nedenle yaklaşımlarımızda hep ara çizgi arayışı olmuştur, ister istemez, korumayla kullanmanın ara çizgisi. Bugün çok gündemde, moda deyimler var “Sürdürülebilir kalkınma” vesaire. Bir doğal ya da kültürel değerin özünü kaybetmeden ona bir kullanım getirme olanağı bulabiliyorsak, biz, bu yöne doğru gitmişizdir. Tabii bu çok tehlikeli bir sınırdır çok büyük duyarlılıkla çizilmesi gerekir ve uzmanın eliyle, uzmanın gözüyle çizilmesi gerekli, ona tümüyle katılıyorum. Kanımca, bunu yapmanın, bu yaklaşımın iki yararı var: Birincisi; mali kaynak yaratmak yani gelir getirici bir kullanım korumanın bedelini ödeyebilir; ikincisi, tarihi eserin çağdaş günlük yaşama katılması, daha iyi tanınıp anlaşılmasıdır.

Sabah da çok açık belirtildi, acı rakamlar verildi. Türkiye bütçesinin, devlet bütçesinin şu kadarı korumaya ayrılabiliyor, bu da Milli Gelirin onbinde 15’i yaptı. Bu kadar az kaynak ayırabiliyoruz, biraz daha ayrılabilir. Biraz daha ayrılması için kaynakların dağılımına karar veren mercilerin korumaya ağırlık vermesini sağlamak gerekli. Yağma düzeni varsa da, bu yağma düzeni şap diye değişmez, ama bunu nasıl zorlarız, nasıl değişmeye götürürüz, yağma düzeninin araçları olan olayları nasıl yok ederiz, bunların tartışmasını yapmak gerekli. Bunları benimsetmeye çalışmak, bunları anlatmak gerekli. Çünkü, bir yandan diyoruz ki; “biz kamu yararına çalışıyoruz.” Ama öyle bir kamu ki bizden haberi yok. Ne biz kendimizi ne de yapmaya çalıştığımız şeyin onun yararına olduğunu anlatamıyoruz. Bence, burada yalnızlığa mahkumuz. Korumayı bir takım yasaklar, cezalar bariyerinin arkasında muhafaza etmeye çalışıyoruz. Ama paylaşamıyoruz. Kavramı paylaşamıyoruz. Hem de yararına davrandığımızı ileri sürdüğümüz kitle ile paylaşamıyoruz. Yalnızız sonunda, itiliyoruz, kakılıyoruz. Birileri geliyor, bize rağmen başka şeyler yapıyor. Bu da gerçek. Ayrıca, bir gerçek daha var. Üstünde yaşadığımız topraklar, öyle topraklar ki neresine el atsan korunacak bir şey çıkıyor. İnsanlar da orda yaşıyor ve o insanların da yaşamlarını daha iyi hale getirmek için kendi kıstaslarınca, kendilerine öğretilen çerçevede arzuları var.

Bu da gayet doğal. Hepiniz bilirsiniz çok köyler tarihi eserin üzerine oturmuş. “Bu adamı al, naklet, eşdeğer bir yerde iskan et” bunu yapamıyoruz. Çoluğu çocuğu oluyor. Yanına iki oda daha ilave edecek. “Hayır! Yapamazsın” diyoruz, çünkü korumanın gereği o. Aslında bunlara ara çözümler bulunmak zorunda ve bunlar mümkün olabilir.

Bunun için diyalog zorunlu. Desantralizasyon kanımca, zorunluydu. Karar yetkisini Eski Anıtlar Yüksek Kurulundan koruma kurullarına aktarılması koruma kurullarının bölgelere dağılması doğru bir düzenlemedir. Kağıt üzerinde birtakım önlemler alınmış, koordinasyon kurmak için. Merkez’de yine bir Yüksek Kurul var. Koruma Kurullarının oluşumu aslında tamamen ihtisas elemanlarından öngörülmüş. Bölgeye indirmekle de karar organına, bölgenin gerçeklerini daha yakından ve daha hızlı izleme olanağı yaratılmış oluyor. Ben, o Yüksek Kurul dönemini çok iyi hatırlıyorum, çok yakın çalışmalarımız oldu. Gündem’e yetişemezdi Kurul. Aylarca, aylarca bekleyen, sürünen konular olurdu, yetişemiyordu. Fiziki olanaksızlık vardı. Sonra, daha geniş kadrolar ayrıldı. Bunların arasında kopukluk, bir takım eksiklikler varsa, bunları düzeltmenin çarelerini bence konuşmamız gerekir, çözüm buluruz, çözüm bulunur. Uygulama alnından, halktan kopuk, merkezci, çok tepelerde kurulları yeniden düşünmek bence doğru olmaz.

Eğitim, öğleden sonraki Oturum’un konusu değil gibi gözüküyor onu da hemen kurullara bağlıyacağım. Bu Kurulların da belli bir eğitim işlevini üstlenmesi gerekli. Geçenlerde bir Yüksek Kurul toplantısında öğrendim ki, bizim Koruma Kurul üyelerimizin kamuoyuna açıklama yapmaları ancak, Bakanlık izni ile olabiliyor. O kadar şaşırdım ki, konuşan Türkiye diyoruz, sabah da söz edildi, bir medya anarşisine akış var, çıkıyor herkes istediği hakkında istediğini söylüyor ve bu bir hürriyet olarak savunulabiliyor, ama bir Koruma kurulu üyesinin, kamu yararına olduğunu inanarak ya da iddia ederek aldığı bir kararı, gerekçesiyle birlikte o kamuya anlatabilmesi için Bakanlık’tan izin alması gerekiyor. Eğer bu böyleyse, bilmiyorum hangi yönetmelik ama, bunun süratle değişmesi gerekli. Tam tersinin özendirilmesi gerekli. O Koruma Kurullarına, kararlarının ilgilendirdiği kitlelerle her türlü diyalog olanağının, açıklama olanağının kesinlikle verilmesi gerekli. Eğitimin daha iyisini başka türlü sağlayamayız.

Bir diğer eğitim konusu, Sayın Profesör Yavuz’un tebliğinin konusu “Türkiye’de Uzmanlık Eğitimi”, Eğitim yaptırıyoruz, bunun seminerini yapacaklar, çok yerinde olacak daha iyi duruma getirmeye çalışalım. Peki! Uygulamada uzmanlık koşulunu niye aramıyoruz? Bu da yok Türkiye’de. Bir araba kullanmak için sürücü ehliyeti almanız lazım. Bir koruma tasarımı için herhangi bir uzmanlık ehliyeti aranıyor mu? Ya da uygulamasının denetimi için? Aranıyor. Bunun da kesinlikle ele alınması gerekli. Bu bir uzmanlıktır artık. Korumanın kötü uygulanmasından yakındık. Bunların bir bölümü de yalnızca yağmacı zihniyetlerin, ard niyetlerinden değil. Bazen prestij için de olsa, çok iyi niyetlerle, büyük kaynaklar ayırarak bir korumacı uygulamaya girişen kişilerde yeterli eğitim, bilinç eksikliğinden de olabiliyor. Bunun da giderilmesi için bu tür uygulamaların ancak muhakkak beli uzmanlığı kazanmış ellere teslim edilebilirliğinin sağlanması lazım. Zaman sınırlı, çok da uzatmak istemiyorum. Yalnız iki şeyi tekrar vurgulayarak sözlerime son vermek istiyorum.

Yaşamın bir takım gerçekleriyle korumacı yaklaşımın muhakkak yer yer uzlaşması gerekecektir. Bir yer de zaman zaman ödün vermek gerekecektir. Bir takım şeyleri koruyacağız diye, bugün yaşayan nesilleri yokluklara mahkum edemeyiz. Eğer kaynak bu amaca uygun biçimde ulaşmak için yaratılamıyorsa, yer yer kötünün iyisini seçmek zorunluluğu doğacaktır. Daha büyüğünü kurtarmak için bazı ufak şeylerden fedakarlık etmek gerekecektir. Bu diyalogu kurmak için muhakkak uygulamanın içinde yaşayan kişilerle daha sık ilişki, onlarla tartışma zemini yaratılması gereklidir.

Çok örnekler vardır. Biliyorsunuz, kaymakamlar kervansaraylar söküp yahut Roma Harabelerini söküp, köprü yaparlar. Böyle yapılmış köprüler vardır. Bundan kıvanç duyar o kaymakam. Çünkü o, halka samimi olarak büyük hizmet yaptığına inanıyordur. Başka da imkan yoktur elinde. Ne o formasyonu almıştır. Ne de ona el uzatan bir alternatif, bir ikame getiren bir araç vardır. Ne yapacağız o adamı, kınayacak mıyız? Öğretmek lazım, anlatmak lazım. O, buralara gelemiyorsa, bizim onun ayağına gitmemiz lazım. Başka çaresi yok. Bu kavramları yaygınlaştırmadan biz sadece birbirimizle dertleşiriz. Her kademede, her alanda, eğitim ve konuların gereğince eğitilmiş kimselerin eline, teslim edilmesi bence işin özüdür. Eğitimle birlikte ya da eğitimi sağlamak için bir yerde de, bilim adamlarının da uygulama sorunlarını yaşaması onları dinlemesi, anlaması gerekli. Diyalog, tartışma gereklidir.

Kurulların çalışmasında da buna ağırlık verilmesinin son derece yararlı olacağına inanıyorum. Çünkü örneğin bir tarihte kasaba olmaya namzet bir köyün imar planını halkla tartıştığımız zaman hem planın gözümüzden kaçan yanlışlarını düzeltme fırsatını bulmuştuk, hem de o halkın daha sonra o planı benimseyerek savunmasını ve fazla yozlaşmadan uygulanmasını sağlayabilmiştik. Diyalog kurmadığımız zaman da tersine oluyor. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Dr. Sinan Genim

Teşekkür ederiz Sayın Örs. Şimdi hem bir Meslek Odası Başkanı, hem Kurul üyesi olarak. Hem de Kültür Bakanlığı ile olan diyaloglarıyla Kültür Bakanlığı’nın bu konudaki şimdiki durum hakkındaki görüşleriyle ilgili olarak lütfen sayın Ekinci.

Oktay Ekinci

Teşekkür ederim. Efendim, gerçekten söylenmeyen çok az şey kaldı gibi görünüyor; sorunları masaya sermekte ya ada salona sermekte. Ama ben, doğrusu şöyle düşünüyorum. Tabii ki mülki amirler bu tür toplantılara gelmiyorlar. Çünkü, mülki amirler zaten eski eserleri koruma konusunda bir görev üstlendiklerini bilmiyorlar ki, öyle bir olay yok. Biliyorsunuz, en son gelişmelerden bir tanesi, Anadolu’dan İstanbul’a evler taşınıyor; sökülerek. Kapısı, bacası, tavanı vs. Bunlar çok açık olarak satılıyor her yerde. Bunların kaymakamlıklara, valilere bildirdik. Aşağı yukarı 5-6 ay oldu takip diyoruz. Bir iki kere de yazdık ve daha sonra gittim sordum. Birkaç kez de dolaştım onları satanları. Şu ana kadar hiçbir polis de gidip “bu ahşap göbekli tavanı nereden aldın” diye sormamış. Yok böyle bir şey. Çünkü, polis bunu suç olduğunu, bu tür bir eski eser tahribatının kamu zararına bir olay ve yasadışı olduğunu, kaymakamlık, valilik diğer mülki amirler bile bilmiyorlar.

Böyle bir görevleri olduğunun farkında değiller. Ne zaman ki bir eski eser yansa, yıkılsa; sahibi eski eseri tahrip etti diye müracaat ederseniz, belki bir soruşturma açılabiliyor. Onun da savcılıklarca usulüne uygun bir rutin işlemi var. O işlem içerisinde eh bir şeyler yapılabiliyorsa yapılabiliyor... Sabahki konuşmalarda da söylendiği gibi, bunların da çoğu beraatla sonuçlanıyor.

Aslında koruma dediğimiz zaman, tabii ki mutlaka bir düşman var ki, biz bu düşmana karşı bir şeyleri koruyoruz. Bu çok önemli. Bunu hiçbir zaman göz ardı etmemek lazım. Yoksa, bunun adı koruma olmaz. Kucaklaşma olur veya başka bir şey olur. Düşmanı, o zaman çok iyi tanımlayıp gerçekten ona göre bu işi götürmek lazım.

Bunun da hiç tartışmasız kabul edilmesi gereken bir stratejisi, düşmanı çok iyi bileceksiniz. Dünyada trilyonlar dökülüyor, insanlar düşmanlarını tanımak için döküyorlar. Uzaydan bizi dinliyorlar, telsiz kullanıyorlar vs. herkes birbirini takip ediyor. Biz de o halde düşmanın çok iyi tanımak mecburiyetindeyiz ki, korumayı sağlayabilelim.

Aslında şunu da belirtmek istiyorum. Eski Yüksek Kurul zamanı ile şimdiki Bölge kurulları zamanı arasında (şikayetçi olduğumuz) fark, sadece Kurulların yaygınlaşmasından ve yaygınlaşma ile birlikte uzman bulmakta zorluk çekilmesinden, ve ondan ötürü de bir yozlaşma yaşanmasından değildir. Aslında o yıldan bu yana ve son 10 yılda düşman çok güçlendi ve örgütlendi, bunu böyle görmek gerekir. Sayın Doğan Kuban hocamın yağma dediği, “rant ekonomisi” olarak da söylenebilecek olan sistem, son 10 yılda kurumsallaştı. 24 Ocak kararlarından sonra Türkiye’de rant ekonomisi, ya da soygun ekonomisi, ya da yağma ekonomisi kurumsallaştı. İşte! düşman bu.

Üstelik şimdi Türkiye’de bir yandan bu kurumsallaşırken, bir yandan dünya tek kutuplu hale geldi. Ve bu öyle bir kutup ki, yağmaya dayanan bir kutup. Hayırlı bir kutup da değil. O tek kutup, bizim işimize yarayacak bir kutup da değil bir kutup yıldızı gibi de bir kutup değil. Yağmaya, soyguna dayalı bir anlayışın kıskacına dünya geldi oturdu 10 yıl içerisinde. Dengeler o yüzden bozuldu.
Özetle, korumacı olarak ister istemez düşmanı tanımladığımızda, karşımıza çıkan sistemin, rant ekonomisi dediğimiz olayın pek çok alana kurumlarını kurarak yaygınlaştırdığını görüyoruz.

İşte, böyle bir noktada, tartıştığımız konunun başlığı “Koruma Kuralları Ne Yapacak ve Görevleri Ne Olacak” noktasında, gerçekten rant ekonomisine karşı olan bir ordu muyuz acaba? Kendimize bu sefer öyle bakmamız gerekecek. Acaba Koruma Kurulu üyeleri ya da üyesi olmadığı halde koruma konusunda etkin çalışan dostlar, arkadaşlar hepimiz. Bu adı sanı çizilmemiş ama fiilen var olan bu rant ekonomisine karşı savaşan bir ordu muyuz?

Öylemi kendimizi görmemiz gerekir. Biraz daha ayrıntısına girmek istiyorum. Düşününüz ki, bir ülkenin sanayicileri artık yağmadan en yüksek geliri elde etmeyi tercih ediyorlar. Baktığınız zaman İstanbul’un kuzeyindeki tarım ve orman alanlarında yatırım yapanlara, öyle köyden gelip mafya ile işbirliği yapan, yer altında dolaşıp, Beyoğlu’ndaki barlarda gece sabaha kadar içki içen tipler değiller. Karanlık tipler değiller. Hepsi bu ülkenin modern, uygar insanları, üstelik bilinen insanlar. Örneğin Garanti Bankası, Zekeriyaköy evleri, örneğin Alkent, Alarko, örneğin diğerleri. Bunların hiç birisine mafya demek mümkün mü? Böyle bir olay söylenemez.

Ama sanayii elinde tutan kesim,ekonomisini bu kaynaktan elde etmeyi temel bir prensip olarak kabul etmiş. Çok korkunç bir gelişmeyi hemen söyleyeyim. İstanbul’da 6 özel üniversite kurulacak. Bu 6 özel üniversitenin 6’sı da (istisnasız, hani bir tanesi dışarıda filan değil) evet 6’sı da ya orman ya da su havzasında yerlerini belirlemişler. Bir üniversite değil, herhangi bir inşaat, küçük bir yatırımın dahi yapılmaması gereken yerde, devletten arazi kiralıyorlar. Özel üniversitelerin istisnasız 6’sının da İstanbul’un korunması gereken tarım, orman ve su havzalarında ve üstelik tahsis arazilerde kurulmak üzere yola çıkarılmış olması da, sistemin gelmiş olduğu noktayı gösteriyor. Düşününüz ki o üniversitelerde allah bilir çevre dersleri de okutulacak, ya da korumacı yetiştirilecek.

Ekonomi böyle sadece ranta dayanınca, bu politikayı da belirliyor. Bunun adına da isterseniz rant politikası diyelim. Rant ekonomisinden rant politikasına geçelim. Nedir rant politikası? Gecekonduya af, her gün gazetelerde çıkmaya başladı. Gecekonduya af söylemi, kent politikasında plansızlığı korunmayla atbaşı gidiyor. Nazım Plan kavramını unutan çevreler son zamanlarda “Operasyonal Planlama” diye yeni bir şey çıkardılar. Nazım plan yok, planlama hiyerarşisi yok, dolayısıyla kamu yararı kavramı hiç yok, ama operasyonal planlama. Adı da çok güzel çağrıştırıyor bundan ne anlaşıldığını.

Bir başka şey ille de 3. Köprü. Tüp geçit yerine ille Boğaziçi 3. köprü. İstanbul’un elde kalan son yeşil alanlarını kuzey kuşağını yok eder. Olmaz diyorsunuz. “Siz, zaten zamanında da birincisine karşı çıkmıştınız” diyorlar, yazıyorlar: “Siz sürüngensiniz, yok dinozorsunuz, bilmem nesiniz.” “O kafa” diye yazdı Rauf Tamer. O kafa biziz. O kafa yani eskiden kalan kafa. Bu yaygın bir kanaat. “Arabada bekleyince, trafik tıkanınca” neden 3. bir köprü olmasın? diyor adam, hem de gazetesindeki köşesinde yazıyor. Bunu da ansiklopedi aşkına 2 milyon kişi veya 1 milyon kişi okuyor. Veya 500 bin kişi, neyse. “Tabii kardeşim, tıkanıyorsa bir köprü daha yapılsın. Bu ne biçim iştir”, deniyor. Yapıldığı için tıkandığının farkında olanlar, anlatamıyorlar derdini.

Rant politikası işte böyle yürüyor. Demiryolu yerine otoyol. Bizim kurullardaki herhangi bir üye biliyor. En fazla sıkıntısı çekilen konulardan bir tanesi, yolda kalan eski eser binalar. Kurula katılan belediyeci hemen diyor ki;

Bu yolda kalıyor, geri çekilecek o yol nereden çıktı? İmar planından geldi. Devamlı yolda kalan binaları geri çekme operasyonları yaşanıyor İstanbul’da. Bir sürü bina geri çekiliyor. Fakat kurullar, “bu kente raylı toplu ulaşım sistemi gereklidir”, bu kentin bütününün korunması için. Böyle durmadan kaç tane binayı yoldan 2 metre geri mi çekeceğiz? 3 metre mi geri çekeceğiz? Orda diş olarak kalsın mı? diye tartışmanın sonu yok.

Bu kentin, eski eserleri dahil kültür kimliğini, kültür varlıklarını koruyacak olan temel girdi; Raylı Toplum Taşım sistemidir. Örneğin İstanbul’daki 3 Kurul ve Yüksek Kurul şöyle bir karar alırlarsa, yasaldır ve haklıdır ve almaları gerekir: İstanbul için temel ulaşım sistemi Raylı Toplu Taşım’dır.

Kültür varlıklarının korunması için böyle bir karar yok. Böyle bir karar almak kimsenin aklına gelmiyor. Rant politikası, işte burdan bir rant kültürü yaratıyor. Onun için ilgisi var dedim. Rant kültürü vardır.

Nedir rant kültürü? Ekonomiden politikayı belirledik. Politikadan kültüre geliyoruz, rant kültürüne. Daha doğrusu, bu rant ekonomisi politikası kendi kültürünü yaratıyor. Şudur; Park Otel milli servet, yıkılmasın. Bu bir rant kültürüdür. İstanbul’un kendisinin bir milli servet olduğunu görmeyen bir rant kültürüdür, son derece yaygın. Parası olan niye gökdelen yapmasın? özgürlük! Gökdelen, özgürlüğün simgesidir. Meslektaşlar arasında bunu tartıştık. Bir arkadaş dedi ki “Ben, tasarım özgürlüğümü kimsenin eline vermem” Bizim İstanbul Şubesinde başlayan ÇED’i (Mesleki Denetimde Çevresel Etki Değerlendirmesi) işte böyle de tartışıyoruz.

Biraz daha açayım. Aslında, bir aydın olarak, bu ülkede fikir özgürlüğü tam olmayan bir arkadaş, projesinde imar durumundan sıkışmış. 3 metre oradan çek, 5 metre buradan çek, pencereni bile şöyle yapacaksın, imar durumu arkadaşın özgürlüğünü sıkıştırmış. İşte o noktada mimar imar durumuna cephe almıyor ama ÇED uygulamasında tasarım özgürlüğü peşinde. Özgürlük kavramı bile rant kültürüne oturuyor.

Çok tanınmış bir yazar şunu yazdı. “Bu özgürlük sağlanırsa, yani gökdelen özgürlüğü, (biz de çok güçlü falan değiliz engelleyemiyoruz, ama öyle zannetti) 40. katında ne güzel balkona çıkıp, İstanbul’a bakıp saksımı sulayacağım:” O yazıyı belki hatırlayanlarınız vardır, tanınmış bir bayan yazar. Gazetedeki köşesinde yazdı. Tabii şöyle zannediyor. Bir tek onun binası yapılacak ve İstanbul’a hep o bakacak, öyle zannediyor. Bir de zannediyor ki, 40. katta balkona çıkabilecek. Halbuki penceresini açamaz, o basınç o rüzgarda penceresini açamaz. Ama, o yazıyı okuyan bir dolu insan “Tabii! diyor, onu umuyor”. İşte o cahilde umut, o özgürlük anlayışı, bir rant kültürü yaratıyor. Bir başka şey “Efendim, siz madem ilercisiniz, bilmem nesiniz. İstanbul, Ortaçağ görüntüsü ile mi kalsın? Siz gerici misiniz? Siz muhafazakar mısınız? Siz şovmen misiniz? Siz milliyetçi misiniz? Böyle saçmalık olur mu? Bırakın çağın görüntüsünü İstanbul yakalasın. Bu söylemde de yine rant kültürü çok ince bir üslubu ile karşınıza çıkıyor. “Hınçal Uluç kültürü” olarak karşımıza çıkıyor.

Bu anlayış ülkenin ekonomisine böyle yansıdı, politikasına böyle yansıdı. Böyle bir kültür yarattı. Koruma kültürü de bunun tehdidi altında ve bunun etkisi altında.

Biz bize olduğumuz için çok rahat konuşabileceğimize inanıyorum. Örneğin, Hocam bahsetti, eski esere kat ilavesi. Bunun için de doktora tezi yapılmış. Ben duyunca çılgına döndüm. Düşününüz ki, bir bilimsel çalışma yapılmış. Eski esere nasıl kat ilave edilir, en iyi nasıl kat ilave edilir diye. 3. grup uygulamada.

Oysa bina saçağı biter. Saçaktan sonra bir bina daha olursa, o nasıl bir şey olur? Ama bizde oluyor. Bildiğiniz gibi karşımızda belli zorlamalarla böyle bir sorun var.

Fakat burada önemli olan şu; Böyle bir uygulamanın giderek yaygınlaşması ve kabul görmeye başlaması ve onun başarılı örneklerinin olduğu tartışmaları başlaması; “eski esere kat ilavesinin çok başarılı örnekleri var” söyleminin başlaması... Böyle bir şey olamaz. Bir kültür mirasını, bir eski esere, bir tarihi binaya kat ilavesi..! Zaten kat ilave edilmiyor, biliyorsunuz yıkılıyor. Yeni bir bina yapılıyor. O esi görünümü, yeni inşa edilen cepheye tablo asılır gibi asılıyor. İşte o cephedeki tablo, arkadaki veya yeni binadan ne kadar fazla kendini vurgularsa, belli ederse, uygulama ya da tasarım o kadar başarılı oluyor. Acaba bu başarı mıdır? Bu, sakın rant kültürünün bizim mimarlığımıza, bizim koruma kültürümüze getirdiği bir yozlaşma olmasın? Bunu tartışmak zorundayız.

Bir başka şey. Kentsel koruma bir türlü yaygınlaşamıyor.

Çünkü, kentsel koruma dediğiniz zaman çok geniş bir rantı kontrol altın alma ve gerçek bir koruma çalışması gündeme geliyor. Uygar ülkelerde olduğu gibi, Batı kentlerinde olduğu gibi gerçek bir koruma faaliyeti imkanı ortaya çıkıyor.

Türkiye’de neye dönüştü bu iş? Örnek sokak! Benim bildiğim şu anda 8-10 vali var, Anadolu’da örnek sokak peşinde koşan. Feldir feldir herkes bir örnek sokak arıyor. Bir örnek sokak bulunsa, o örnek olarak korunacak. Gerisi? Elbette yağmaya açılacak. Böylece vicdanen rahatlanılacak XXI. yüzyılda “İşte bizim sokağımız böyleydi” denecek. Ayrıca, korumacı da olunacak, her şeyi rahatlatacak şu örnek sokak.

Dahası, şimdilerde örnek sokaktan iş döndü, örnek binaya. Pek çok kentte, “bir iki tane örnek bina koruyalım, gerisini bilmem ne edelim” anlayışı egemen. Bunlar son derece yaygın. Hepimizin diline düşen, bütün yetkililerin kullandığı ve kabul gören uygulamalar haline geldi.

Bir başka olay, yine bu rant kültürünün koruma meselesine getirdiği restitüsyonları sayın Hocam söyledi. Ben, bir başka şeyi söyleyeceğim. Binaları yer değiştirerek, bir apartmana yer açmak. Bu İstanbul’da Kadıköy tarafında son derece yaygın bir uygulama. Bir konak, tabii bahçesiyle konak olur. Yoksa, o konak olmaz ki!. “Bahçesiz Konak” diye bir roman yazsanız herhalde bestseller olur. Çünkü böyle bir şey olamaz. Konak, bahçesiyle bir bütündür. Onu, alıp (eğer bahçesinde apartman yapmaya yer yoksa); konağı alıp, kenara çekip, boşalan yere bina dikmenin adı “Dengeli Korumacılık”. Yani pek çok şeyi düşünen korumacılık. “Korumacılık dediğin böyle olur; hem halkı düşünme, hem eskiyi düşünme gibi konuşulmaya da başlandı. Oysa “Hayır! binayı kaydıramazsın; bu bahçesi ile bir bütündür, bu bir dokudur” dediğiniz zaman, “engelleyici, ortadoks, tutucu, garip mahluklar” durumuna düşüyorsunuz. Benzer şekilde bir baka uygulamada binayı alıp, manzara görecek bir yere taşımak. Bu da rant kültürünün korumacılığa getirdiği bir başka komedi. Çünkü, gördüğü zaman değeri artacak. Halbuki o yolun kenarında, belki biraz daha gerisinde, yapının yer seçimi ile başlıyor kültür. Kültür mirasını koruma süreci içerisinde, o kültür yer seçimi ile başlıyor. Bütün bunları kaynak olarak koruyorsak eğer, insanlar bu yapıları parselde o yeri neden seçmiş? Bir kere onunla başlıyor, mimarlık tarihi öyle başlıyor. Onu ortadan kaldırıp, manzara gören bir yere aktarma. Ondan sonra da başarılı korumacılık yapmak!

2. grup uygulamalar da, özellikle rant kültürünün korumaya getirdiği bir başka şey. Üstelik varlıkların yaptıkları restorasyonlarda yıkılmadan korunabilecekken, ille de yıkmak. Biraz mücadele ile, biraz çaba ile, biraz uzmanlığı katarak, biraz bilimi katarak, biraz tekniği katarak, yıkmadan restorasyon pekala mümkün. Hayır! yıkıp yapacaksınız. Neden?

Nedeni şunlar:

1. “Pahalıya mal olur, ucuza mal edelim”. Rant kültürünün korumaya entegrasyonu.
veya

2. Mal sahibi mağdur olacak...
ve benzeri şeyler.

Oysa, asıl neden söylenmiyor. Asıl neden, içeride daha geniş metrekare elde edilecek. O nedenle, (hatta açıkça şunu söyleyeyim, galiba hakkımızda şikayet bile var, madem biz bizeyiz onu da söyleyeyim, yıktırmıyorlar, ettirmiyorlar diye. Doğrusu yıkmakmış!...) yıkacaksınız, aynısını yapacaksınız. Burada, meslek yaşamımda benden çok tecrübeli hocalarım var. Ama kendi uygulama pratiğimde yıkılıp yeniden yapılan binalarda hiç zorluk çekmedim. Hiç zor bir olay değil. Çünkü, binayı yıkıp kaldırıyorsunuz. Eskiye benzer yeni bir proje ürettiğiniz zaman, hiç zor değil. Yeni bir bina yapıyorsunuz çünkü. Restorasyon yapmıyorsunuz ki, yeni bir bina inşaa ediyorsunuz.

Ama gerçek anlamda restore ettiğimiz binalarda elde ettiğimiz birikimi, o yıkılan örneklerde hiçbir zaman elde etmedim. Son olarak şu noktaya getirmek istiyorum. Bütün bu meseleyi, yasayla, hukukla, hakla, yetkiyle acaba ne kadar kontrol altına alabiliriz? Bu mümkün müdür? Tartışmamız gereken budur diye düşünüyorum.

Burada en önemli gördüğüm konulardan bir tanesi, Koruma Kurulları’nın mutlaka kontrol edilebilir kurumlar olması gerekir. İlgili sivil toplum kurumları tarafından, dernekler tarafından vs. tarafından izlenebilecek şekilde açık ve şeffaf olmaları gerekir.

Çünkü bakınız ben başka bir çalışmada şunu tespit ettim. Bugün tartışmalı kurul kararları var. Nedir bunlar? Diyelim ki, Beyoğlu’ndaki Tarlabaşı yıkımları, diyelim ki Park Otel ve Gökkafes’le ilgili kurul kararları. Bunlar tek imzalı mı? Karar mı? Yazı mı? Bilinmeyen, belli olmayan meseleler.

Örneğin Boğaziçi’nde, İmar Yasası’nda 1985’de getirilen 47. maddeye göre, 1986’da izin verilen, sonra mahkeme tarafından iptal edilen inşaatlar var. Bu hukuk dışı madde ile izin verilen bin küsür villaya yer açmak için alınan kurul kararları da var. Hatta şöyle bir kurul kararı: (o villalara yer açabilmek için daha sonra Anayasa Mahkemesi o maddeyi iptal etti, çoğunuz biliyorsunuz, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı Resmi Gazetede 4 ay geç yayınlandı. Karar çıktı. Fakat Resmi Gazetede 4 ay 5 gün geç yayınlandı. O 4 ay 5 gün içinde 1071 ruhsat verildi. 1987 yılı sonlarında galiba. Rekor. Dünya rekoru, Guinness kitabına girecek olan bir rekor. 4 ayda 1071 ruhsat. Peki bunlar içinde Kurul kararı alındı. Koruluklardı, çoğu koruluklardı (Boğaziçi’ndeki koruluklardı...). Mevcut ağaçlar %10 oranında azaltılabilir, diye. Bu tür örnekler var biliyorsunuz. Fakat dikkat ettim araştırmamda bunların hepsi çok sonra ortaya çıkan gerçekler. Zamanında bilinmedi. Bakın çok önemlidir bu. Bunların çoğu, çok sonra bu gerçekler ortaya çıktı. Birisi peşine düştü, birisi takip etti, bir gazeteci takip etti. Ne oluyor? Ne bitiyor? dendi. Dosyalar karıştırıldı ya da karıştırılmadı falan, ama hep sonrada öğrenildi. Çünkü açıklık yoktu.

Yağma, gizliliği seviyor. Çünkü gizli kapaklı, puslu ortamlarda alınan kararlarla yağma sürüyor.

Öyle olduğu için de Kurul Kararları mutlaka şeffaf ve açık olmalıdır. Hatta ben bu toplantının sonunda bir sonuç bildirgesi çıkacaksa, bildirgenin başlarında bir yerlere şunun yazılmasını istiyorum. Nasıl ki Yüksek Yargı kararları sürekli yayınlar; kurul kararları da aylık dergi şeklinde mi olacak? 15 günlük ve iki aylık mı? Neyse, ama mutlaka yayınlanmalıdır. Kurullar, aldıkları kararların hemen ertesi hafta konuya duyarlı kesimler tarafından bilineceği ve inceleneceğini bilmelidir. Çağdaş toplumu, demokratik denetim anlayışı budur. Bu, hiçbir zaman Kurula güvensizlik, kişiye güvensizlik değildir. Uygar topluluğun bir gereğidir.

Uzattığım için özür diliyorum. Son cümlem şudur; Korumaya gönül vermiş sivil oluşumlar, dernekler, sivil insiyatifler konusunda Türkiye belli bir mesafe aldı. O konuda artık eskisi gibi üzülüp, acınacak durumda değiliz. Korumayla, kültür ve doğa değerleriyle ilgili pek çok derneğimiz var. İstanbul’da bir dolu dernek var. Çevre korumaları ile ilgili, kültür değerlerini korumakla ilgili.

Batı toplumlarında bu dernekler farklı bir statüdedir. Onların yasası ayrıdır ve devletin koruma organlarıyla birlikte hareket ederler, işbirliği yaparlar. Bizde de o noktayı biz savunmalıyız. Kendi yapılanmamızla, kendi kurumsal yapılanmamızda onu savunmalıyız.

Koruma kurulları mahalli insiyatifleri ile, yöre halkının kurduğu derneklerle çevresine sahip çıkan kesimlerin oluşturduğu gruplarla kurumsal ilişkiler kurmalı. Koruma ordusu daha genişlemelidir... Toplum içerisinde bu konuda duyarlı kişilerin oluşturmuş olduğu insiyatiflerle de bütünleşen bir ordu haline gelmelidir ki, işte bu tek kutuplu yağma dünyasında, böylesine güçlü bir düşman karşısında bir şeyler yapabilsin. Öneriler kısmını 2. tura bırakıyorum, teşekkür ederim.

Dr. Sinan Genim

Teşekkür ederim sayın Ekinci. Sayın Ersoy sizin görüşlerinizi alalım.

Füsun Ersoy

İnsanın bilinçli olarak doğrudan ya da doğa ile yarattığı ve bugün “Kültür ve Tabiat Varlıkları” olarak tanımladığımız değerlerin korunması ve geliştirilmesi, çağımız toplumlarının ortak sorunudur. Ülkemizde de diğer çağdaş toplumlarda daha önce gelişmiş olan “neden koruyalım” sorusu artık “nasıl koruyalım”a dönüşmüştür. Koruma mevzuatı Osman Hamdi’den bu yana değişen ve gelişen bir anlayışla ve çeşitli mevzuat değişiklikleriyle de bugünkü şeklini almıştır.

İlk koruma harekatı 1846 yılında Aya-irini Kilisesi’nin bir bölümünün müzeye dönüştürülmesi olurken; 1869 yılında hazırlanan Asar-ı Atika Nizamnamesi ile ilk bilinçli yasal düzenleme gerçekleştirilmiştir. Öncelikle yabancı ekiplerin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki arkeolojik kazı ve araştırmalarda çıkan eserleri tanımlamayı amaçlayan bu yasal düzenlemenin ardından 1874 yılındaki yeni nizamname ile bulunan eserlerin devlet malı olması anlayışı gelmiştir ve bu anlayış o günden bugüne tüm yasalarda da yer almıştır.

1881 yılı ise koruma tarihinde dönüm noktası olmaktadır. Bu tarihten itibaren taşınmaz kültür varlıklarının korunması başlatılmış 1884 ve 1906’da son şeklini alan yasal düzenleme 67 yıl gibi uzun bir dönem kullanılmıştır. İşte bu zaman içinde önce İstanbul’daki anıtsal eserlerin korunmasına yönelik bir kurul olan “Muhafaza-i Asar-ı Atika Encümeni”, “Eski Eserler ve Müzeler Birinci Danışma Komisyonu” ve sonunda çok önemli görev ve sorumluluk üstlenen Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu (1951-5805) sayılı Yasa ile oluşturularak 1983 yılına kadar görev yapmıştır. Bu kurul kuşkusuz korumanın en güzel örneklerini sergileyerek bu bilinci yayma yolunda da önemli hizmetler vermiştir. Koruma konusundaki yetkilerin bir kısmına bölgelere devri 1983 yılında çıkarılan 2863 sayılı Yasa ile olmuştur. Buna göre merkezde Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Yüksek Kurulu ve Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Bölge Kurulları oluşturulmuştur. Yetkilerin çoğunun Yüksek Kurulda olduğu dönemde, Bölge Kurulları sit alanlarında belirlenen koşullar ölçüsünde yeni yapılanmalara ve koruma grupları da Yüksek Kurul tarafından belirlenen tescilli yapıların onarım projelerini onaylanmaya yetkili idiler.

1987 yılında bu Yasanın bazı maddelerinde değişiklikler yapılarak Kurulların şekli ve yetkileri yeniden belirlenerek günümüzdeki şekli ortaya konmuştur.

Görülüyor ki 1983’ten bu yana yapılan mevzuat düzenlemeleri ile korumacılıkta çok seslilik hakim olmuştur. Biz uygulamacılar açısından bakıldığında, her dönemde bizzat Kurullarda çalışan kişiler olarak korumacılığa verilen önemin yeni yasal düzenlemelerle gün geçtikçe azaldığı görülmektedir. Bazı örnekler çok açıktır. 1970’li yıllarda bir yapı hakkında verilen bu karar, 1985’de ve 1990’da değiştirilerek restorasyon projesi onanmış ve yapı bugün tanınmaz bir hal almıştır.

Bunda değişen yasal düzenlemelerle oluşan Yüksek Kurulların ürettikleri ilke kararlarında yapılan değişikliklerin çok önemi vardır.

Genel olarak;

- Arkeolojik sitler

- Kentsel sitler

- Doğal sitler

- Yapıların Koruma Gruplarının belirlenmesi konusunda üretilen ilke kararları, Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulundan bu yana eriyen bir koruma anlayışıyla günümüzdeki şeklini almıştır. Bunda politik ve yerel yönetimlerin baskıları önemli rol oynamıştır. 2981 sayılı imar kanunu sonrasında ise sit alanlarının irdeleme çalışmalarının başlatılmasını her irdelemede sınır daraltılması şeklinde gelişmiştir. Oysa ki, hiç inceleme yapılmamış, sit sınırı belirlenmemiş, çok önemli arkeolojik alanların yanı sıra çok sayıda doğal ve kentsel doku kaderine terkedilmiştir. Kültür Bakanlığı olarak bir yandan irdeleme diğer yandansa yeni sit alanı tespiti mümkün olamamaktadır. Ancak 1987’de oluşturulan Koruma Kurulları’nca sit alanı belirleme ve tescil etme yetkisi verilerek yeni alanların ortaya çıkma şansı elde edilmiştir. Ancak bu da yeterli olamamaktadır. Çünkü sit alanı belirleme çalışmaları bir uzmanlık işidir, ekip işidir. Devletin ise bu kadar (15 adet) Kurulda bu tür uzman ekibi çalıştırabilmesi kadro yetersizliği açısından mümkün olamamaktadır. Demek ki çözümü için hem kadro hem de yasal düzenlemenin değişmesi gerekmektedir.

1992 yılından bu yana ise Koruma Yüksek Kurulu Yönetmelik gereği daha önceki Yüksek Kurullar tarafından belirlenmiş olan Sit sınırlarındaki değişikliklerde daraltma işlemlerine ve 83 sayılı ilke kararı ile sondaj kazısı yapılarak Arkeolojik Sit alanından çıkartılması veya derece düşürülmesi önerilen sorulara pek sıcak bakmamayı ilke edinmiştir.

Bu görüşten hareketle de 83 sayılı ilke kararı iptal edilmiş ve tüm arkeolojik alanları içeren ilke kararlarında daha korumacı bir anlayışla yeni düzenlemeler yapılmış ve yeni karar yürürlüğe sokulmuştur.

Ayrıca Yüksek Kurul son toplantısında Koruma Kurulları’nın kendi belirledikleri sit alanlarındaki daraltma ve derece düşürülmesi gibi konuların da Yüksek Kurulun görüşüne sunulmasını bir ilke kararına bağlamış ve bu kararı da yayınlamıştır.

Ayrıca yine basına çeşitli yerlerden sızan ve çoğu yalan yanlış bilgilere dayanan Kurulların icraatına yönelik haberlere ivedilikle yanıt verebilmesi için de Koruma Kurulu Başkanlarının yetkili kılınması için bir düzenlemeye gidilmesi düşünülmektedir.

Dr. Sinan Genim

İçinde yaşayan bir eleman olarak olayın bir de öbür cephesini gördük. 1. Tur’daki son konuşmacımız Sayın Mete Tapan.

Prof. Dr. Mete Tapan

Efendim. Sayın Başkan, değerli konuklar.

Benim şu andaki görevimden dolayı iki maskem var. Bir tanesi akademisyen olarak meseleye bakmak. Bir tanesi de uygulamanın içinde ve belediyeci ve aynı zamanda da Koruma Kurulu üyesi olarak meseleye bakmak. Ben, bundan çok mutluyum. Çünkü, gerçekten ayaklarım daha yere basar oldu. Bu gerçek iyi midir? Kötü müdür? Hiç tartışmak istemiyorum. Çünkü gerçek çok kötü. İyi bir gerçek yok veyahut da bizi mutlu edecek bir gerçek yok. Akademik olarak da meseleye yaklaşmanın tam yüzde yüz bir çözüm getirmediğini gördüm. Bir sürü eksikliklerin olduğunu hepimiz biliyoruz. Ben bile yazdım özellikle, bir örnek vereyim. 2. grup uygulamalarladır ve en azından yağma fırsatını açar. Ben tabii herkesi kötü niyetli, bir toplumun tümünü namussuz, diye görmüyorum. Böyle de bir şey yok zaten. Böyle de bir sistem de yok zaten. Amma, bizde çok önemli bir olay var. Herkes yasalardan ben nasıl kendime en büyük yararı sağlayabilirim, yasaları nasıl atlatabilirim diye düşünüyor. Özellikle de bugünkü rant ekonomisi bunu başlıca nedeni. Tabii bu toplumsal bir olgu, bir erozyon ahlak etiği açısından. Her konudaki değerlerimiz yok oldu, demeyeceğim ama değer sistemimiz işte bu rant ekonomisinin çizdiği çizgilerle biçimlendi ve bu arada da bundan birkaç gün evvel yazmış olduğum bir makale vardı. “Korumak isterken koruyamamak” diye Cumhuriyet Gazetesi’nde, sonra Yapı Dergisi’nde de biraz daha gelişmiş bir şekilde basıldı. Orda da şunu dile getiriyorum. İyi niyetli de insanlar hata yapabiliyor, bunu bir kere bilelim. Tabii ben bugünkü durumla ilgili olguları suçlayanlardan aynı zamanda da bugünkü pozisyonum itibariyle suçlananlardan bir tanesiyim. Meseleleri çok iyi ortaya koyarsak, şeffaf bir şekilde ortaya koyarsak insanların hangi koşullar altında nasıl karar verdiğini veyahut nasıl karar vermesi gerektiğini görmek lazım. Korumacılık konusunda son 10 yılda veyahut 15 yıl içinde bir çok değerler, değer sistemleri değişti, bunu hepimiz bilelim. Demin sayın hocamız da söyledi. Eskiden Gayrimenkul Eski Eserler Kurulunun o dönemlerde, yani 1950’lerin ortasındaki anlayışla ele aldığı konularla bugünkü ele aldığımız konular çok farklı. Bir sit kavramı gelişti. Eskiden ben çok iyi biliyorum, korumacılığı okullarda öğreten ve Doğan ağabey gibi, hatta daha da yaşlıların korumacılıkla ilgili vermiş oldukları savaşları çok iyi biliyorum. Fakat, bu arada almış oldukları bazı kararları da biliyorum. Bugün bizim en ufak 2 katlı ahşap binadaki gösterdiğimiz titizliği o zamanlarda hiç göstermemişler, yıkılabilir diye de imzayı atmışlar. Çünkü, siste değişti, değerler değişti ve özellikle de sit kavramı geldikten sonra tabii ki mesele daha başka bir açıdan ele alındı. Bu gerçeği de bence görmek lazım. Koruma Kurullarının değerlendirilmesi deniyor. İnsanlar herhangi bir olguyu bir takım kriterlerle değerlendirir. Acaba bu kriterler nelerdir? Bazı çeşitli konuşmacılar bu kriterleri dile getirdiler. Acaba ben bu konuya daha sistematik olarak yaklaşabilir miyim dedim. Bence, başta temel kriter olarak bir kültür kriteri var. Maalesef bizde yalnız korumanın örgütlenmesi ithal malı değil. Bizde koruma fikri de zaten ishal malı. Her şey ithal malı. Çok doğru söylüyorlar demokrasi anlayışımızda bizim öyle, hepsi ithal malıdır. Bunu kimse yadsıyamaz. Bizim amacımız da bu ithal malını mümkün olduğu kadar kendi koşullarımıza göre nasıl bir yerli malı yapabiliriz. Bizim, belki aydınların en büyük görevi bu olmalıdır. Yoksa, ithal malını bizim bünyemize, bizim örflerimize, adetlerimize uymayacak bir şekilde uygulamaya kalkarsak, korumacılıkta da olduğu gibi böyle uydurma bir iş olur. Şunu çok samimiyetle dile getirmek istiyorum bu kültür sorununu biz çözemediğimiz müddetçe doğru bir sonuca varamayız. Bununda yolunun eğitimden geçtiğine inanıyorum. Belki de eğitimci olduğum için ve bunun yalnız örgün eğitimden değil, yaygın eğitimden geçtiğine inanıyorum. Bizim örgün eğitim konusunda da eksikliklerimiz var. Yaygın eğitim açısından da var. Demin dile geldi. Eskiden, bir Kaymakam eski bir binayı yıkmış ve taşını da başka bir bina yapımında kullanmış, şimdi umut veriyorum Kaymakamlar bu tür işler yapmıyorlardır. Çünkü onlarda da bu bilinç yavaş yavaş gelişmeye başladı.

Demin yemekte konuşuyordum biz her şeyi, özellikle plancı olarak kamu yararını düşünmek zorundayız. Çünkü, kamu yararı için bir plan yapılır. Kamu yararı esastır. Kişi yararı hep ikinci planda kalır. Kişi yararını gözeterek bir plan yapılmaz, esas amaç kamu yararıdır. Çarpık bir gelişme var ülkemizde ve özellikle de kentlerimizde. Kuşkusuz kamu yararlarının birbiriyle zıtlaştığı da söz konusu oluyor. Bir yerde ikisi de kamu yararı olmasına rağmen siz karar vericiler olarak ne yapmak zorunda kalıyorsunuz? Bir tercih etmek zorunda kalıyorsunuz ve bu kamu yararlarından hangisi 1. derecede bir kamu yararıdır, hangisi değildi diye. Bu konuda sorunla karşı karşıya geldiğiniz vakit bunun hakkında karar veriyorsunuz. Tabii ki o kamu yararını 1. değil de 2. derecede görenler tarafından eleştiriliyorsunuz. O da çok doğal. Bu kültür meselesini iki türlü görmekte mümkün. Bir kırsal alanlarda, bir de kentsel alanlarda. Bugün demin gene Sayın Müsteşarımız zannedersem dile getirdiler. Bir höyüğün üzerine bir ilkokul konabiliyor, bilinçsizlikten konuyor. Belki, dediğim gibi böyle bir şeyin önemini hiçbir zaman kimseye öğretmezseniz, onun önemli olduğunu zaten nereden bilsin oradaki insanlar, zaten çoğu kez yöneticiler de bilmezler. Böyle bir şeyi herkesten beklemek o kadar kolay değil. Kentsek olaylarda ise, hele İstanbul örneğinde korumacılığın tamamen yozlaşması, bence ranttır. Kimse bana başka hiçbir şeyi kabul ettiremez. Para bu şekilde hükmettiği müddetçe, bugün Boğaziçi’nde 150 m²’lik bir daire 4 milyar ettiği müddetçe, bunun karşısına kimse çıkamaz. Burada çok gerçekçi olmak lazım. Ben bu adamlarla veyahut da bu baskıyla, belki Sayın Ekinci’nin dediği gibi düşmanla nasıl savaşabilirim. 2. sorun burada yatıyor, kanımca. Diyorum ki; aynı güçle savaşmam lazım. Ancak olayın temelinde görüldüğü gibi ekonomik nedenler vardır. Korumacılık için devletin ayırdığı pay da Sayın müsteşarımızın dediği gibi devede kulak, hiçbir şey değil. Bu şartlar altında ne gibi bir politika üretebilinirki. Hep bunu defalarca her yerde söylüyorum. Parasız politika olmaz. Siz, bir devlet politikasını savunuyorsanız. Fakat ben o devlet politikası için 5 kuruş bile ayırmıyorum. Nasıl olabilir böyle bir şey? Koruma Kurulundayım, şimdi tesadüfen Ankara’dayım ve Ankara tabii çok geniş bir yer. Çankırı oraya bağlı, Karabük’ü oraya bağlı, Safranbolu’su bağlı. Rölöveler geliyor, rölövelere bakıyoruz. Soruyorum raportör arkadaşımıza; Bütün iyi niyetiyle pırıl pırıl insanlar. Binayı gördün mü? Oraya gittin mi? diyorum. Oradaki bir teknik eleman. Biz bu kadar mühendis, mimar yetiştiriyoruz ama gene o bölgelerde önemli mevkilerdeki insanlar gene tekniker seviyesinde, o da çok ilginç bir şey. Evet! diyor. Ona inanmak zorundayım. Peki, sen gidip görmedin mi? diyorum. Fotoğraflar var, iki tane fotoğraf. Bir tanesi yapının içerisinden, acayip bir fotoğraf. Bir tanesi de dışarıdan. Böyle laf olsun diye çekilmiş. Onunla ne rölöve yapılabilir veyahut ne de rölöve tahkiki. Fakat, ben onun altına imza atmak zorunda kalıyorum, bu rölöve doğrudur, diye. Ben değil, beşimiz birden imza atıyoruz. Böyle saçma şey olabilir mi? Olmaz. Hayır!. Bu son derece yanlış. İstanbul’da arkadaşlarımızın gidip, yerinde görme imkanları var. Onda bile, ben burada beş sene çalıştım, bir tek araba bulamadık zaman zaman. En azından parasal bakımdan diyorum bu kadar basit şeyleri bile Bakanlığımız halledemiyor. Para olmadan biz de koruma politikası lafta kalıyor, onu demek istiyorum. İkinci sorun: Korumacılık uzmanlık işi kesinlikle onu söylüyorum. Bir insan bir şeyi değerlendiriyorsa, onu yapan. O yapıtı ortaya çıkandan daha iyi bilmelidir, en azından onu kadar bilmelidir. Yok böyle bir şey Üniversitelerde de böyle şeyler yaşıyoruz. Üniversitelerde de öyle hocalarımız var ki, hayatlarında bir kez dahi mimari proje yapmamıştır, ama proje hocasıdır. Buna kimse kızmasın. Mimarlık Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çok rahatlıkla söylüyorum. Doğruları söylemezsek, doğrulara varamayız. Kurulların yapısında tabii ki bu en son yasaya göre bir tane şehirci olacak, bir tane mimar olacak. Sonra diyor ki; Sanat ve mimarlık tarihinde vesaire filan uzman kişiler, kurul üyesi olurlar diyor yasa. Her kurulda 5 tane üye var. Çarpın 15 ila 100 tane uzman bulacaksınız. Böyle bir uzman kadro zaten yok. İster istemez uzman olmayan insanların da, bu konuda bir makale dahi yazmamış, Kurum ile ilgili bir projede dahi çalışmamış bir insanı da Kurul üyesi olarak görmek mümkün. Kuşkusuz koruma amaçlı imar planlarının hazırlanması bir takım işidir. Ben hep onu söyledim, bu koruma amaçlı imar planı kavramına da inanmıyorum. Çünkü her imar planı koruma amaçlı olmalıdır. Koruma amacı olmayan bir imar planı olur mu?

Her İmar Planı korumaya yönelik olmalı. Ben, İstanbul’da bir imar planı yapacağım, sit bölgeleri olduğu yerlerde koruma amaçlı imar planı yapacağım. Öbür taraflarda ise ne demekse normal imar planı yapacağım. Bunlarda bence çok yanlış şeyler. Bunun değerlendirilmesi çok önemlidir, oraya bağlamak istiyorum. Siz bir kent ölçeğinde veyahut da bir kentin parçası ölçüsünde bir şeyi değerlendirmeye kalktığınız vakit onaylayacak kurulunda bu konuda çok iyi donanmış olması lazımdır. Maalesef bu o kadar kolay olmuyor. Bunu birebir yaşadığım için söylüyorum. Bartın geliyor mesela önünüze. Ben, Bartın’ı hiç görmemişim. Ben onu nasıl değerlendirebilirim?

Bunu çok açıklıkla söylüyorum. Oraya gitmek lazım, görmek lazım. Ayrıca da planlama demek, bir çok faktörü dikkate almak demektir. Eski eser açısından bir plan değerlendirildiğinde deniliyor ki; “Örneğin bir yol açtığın vakit bu yol gelip bir binaya çarpıyor mu? Çarpıyor mu? Tamam! Eğer yalnız bu açıdan bakılıyorsa, mesele kolay. Belki bu bazı kentlerde bu kadar basit ve kolay söz konusu olabilir. Ama İstanbul gibi bir yerde öyle değil. Çünkü İstanbul’un bütün topografyasıyla, bütün silueti ile bütün tarihi verileriyle değerlendirme yapmak gerek. O zaman kurul üyelerinin çok uzun bir süre bunu değerlendirmek için çalışmaları lazım. O zaman diyorum ki; demek ki imar planı hazırlanırken bir kere bizim hatalarımız var. Koruma kuruluyla beraber imar planlarının geliştirilmesi lazım. Ben bunu ortaya bu şekilde koymakta çok büyük bir yarar görüyorum. Bugünkü sistemin bir çok yerleri yanlış. En önemli yanlışlarından bir tanesi: Siz kalkıp böyle bir belgeyi bitmiş bir ürünü böyle bir onay mercinin önüne getirdiğiniz vakit o hiçbir şey ifade etmez. Onda yüzde yüz onaylayan, bakın, yüzde yüz diyorum hata yapar. Çünkü onun da bir süresi var. Yerel yönetim diyor ki, her defasında ben de bugünkü görevim nedeniyle kurula yazıyorum. Diyorum ki, “artık getirin iki ay oldu, üç ay oldu planı getirin. Ben meclisimden geçireceğim.” diyorum. Belediyeci olarak konuşuyorum. Demin onu söyledim iki tane yüzüm var diye. O zaman onlarda mecbur oluyorlar şu veya bu şekilde bunu kabul etmeye veyahut bir ufak tefek değişiklikle onaylamaya. Burada bunu çok iyi düşünmemiz lazım. Demek ki, imar planları, özellikle de kültür değerleri bakımından, tabiat varlıkları açısından imar planının yapılışı muhakkak Kurulların katkılarıyla, ama başından itibaren katkılarıyla olması lazım, diyorum.

Diğer bir konu: uzmanlık meselesi. Burada gerçekten özellikle İstanbul’da tabii yaşıyoruz, büyüyoruz. Sabah İstanbul’la kalkıyorum, akşam İstanbul’la yatıyorum. En basit size bir örnek vereceğim. Şu Surlar meselesi. Bu surlar uzmanlara emanet edilmiştir. Gidin, görün. Hepsi birbirinden farklı. Allah Allah nasıl olabiliyor bu? O da bir muamma bence. Surların mimarisi aynı, dönemleri aynı. Fakat şimdi girip bakıyorum belediye olarak 7 tane sur bölümünü ihale ettim. Aynı kurullardan da geçti. Gidip görün. Bakın hepsi farklı, farklı. Nasıl olabilir böyle bir şey? Bir keresinde çağırdık. Dedik ki “Uzmanlar, siz önce aramızda anlaşın. Müteahhit bilmiyor, müteahhit yaptığı işin ne kadar önemli bir iş olduğunun farkında değil zaten. Onu bilse, belki başka türlü olacak. Fakat onu da bilmediği için siz aranızda anlaşın. Deyin ki, bu şekilde olacak, taş buradan gelecek. Suni taşsa, suni taş olacak. Ne olacaksa olacak ama hepsinin görünümü hiç olmazsa benzer olsun” aynı olsun da demiyorum, benzer olsun. Peki, deyip gidiyorlar. Çıka çıka bunlar çıkıyor gene. Demek ki uzmanlık konusunda bir antlaşma yok, uzmanlar arasında... Ben niye surlarla ilgili söylüyorum, kimse alınmasın. Ben Viyana’da okurken, restorasyonu yapılanlardan maalesef ilki bildiğiniz gibi Topkapı Surlarıdır, hocamız Prof. Frodl öğrencilere, dolayısıyla bana en kötü örnek olarak onu göstermişti. O gün bugün hayatımda unutamıyorum bu meseleyi. Onun için bu SURLAR meselesine takılmışımdır. En kötü örnek diye bana gösterdiydi, bende böyle 19 yaşında bir öğrenci olarak bunu gördüm, utandım tabii. Bitirmek istiyorum. Çünkü bıraksalar çok daha konuşacağım. Bakın burada eğer demin sayın arkadaşımızın da söylediği gibi bir bildirge çıkacaksa, şu 2. grup meselesini unutmamız gerektiğini bir kere ortaya koyalım, bir. İkincisi ise, parasız koruma politikası olmaz. Üçüncüsü ise uzmanlık ve eğitim korumanın temel gereksinme duyduğu öğelerdir. Teşekkür ederim.

Bugüne kadar bende elim kırılsın, dedim yazdığım için. Kendimden de bahsediyorum. Şu 2. uygulamayı terk etmemiz lazım. Tam bir soytarılıktır, bilimsel değildir ve hepimizin bütün uzmanlarında ayıbıdır, onun altına imza atanların. Teşekkür ederim.

Dr. Sinan Genim

Sayın konuşmacılara çok teşekkür ederim. İlk tur sonuçlarını şöylece özetleyebiliriz, ayrıca benim de ekleyecek bir iki sözüm var, sonra II. Tur’a geçeceğiz.

Burada sözü edilen tüm çalışmalar insan için yapılır, insan varsa, koruma vardır. İnsan; her şeyin temeli her şeyin odak noktası, tüm ahlak kuralları, gelenekler, görenekler, tüm dinler çeşitli yasaklamalar getiriyor. Öldürmeyin, çalmayın, vs. ama, insanlığın varoluşundan beri insanlar, birbirlerini öldürüyor, çalıyor, çalmaya devam ediyor. Yasaklama ile yalnızca zorlama kararlar alarak bir çözüme ulaşmak mümkün değil, zaten mümkün de olamadı. Her şeyden önce akıl gerekli, akılcı yollar bulmamız lazım. Biz bize kaldığımız her zaman bu toplantılar ağlama duvarına dönüşüyor. Bizler, koruma olgusuna katkıda bulunak isteyenler, yeteri kadar, üstlerine düşen sorumluluk kadar bu işe katkıda bulunmamışlar gibi! Ülkemizde bir aristokrasi ve burjuvazi yok, bu tür oluşunlar Osmanlılar ile beraber tarihe karıştı. Cumhuriyetin, aristokrasi, şehir burjuvazisi, kent insanı oluşturulması konusunda alınmış köklü kararları yok, bu tür çabalar olmadığı içinde şehirlerimizin sahibi yok. Ülkemiz insanlarında ortak mallara karşı, hepimizin olana karşı bir saygı, koruma, sahiplenme duygusu yok. Böyle olunca, geçmiş kültüre karşı saygı beklemek çok daha büyük bir nostalji ve cevap alınamayacak bir beklenti. Önce bu konuda çalışan insanların yeterli bir direnç gösterecek kamuoyu yaratması gerekir. Bu noktaya, Sayın Kuban’ın söylediklerinden geldim, Kuban diyor ki: Bu ithaldir, bu müesseseler Türkiye’ye XIX. yüzyılın ortalarında ithal edilmiştir. Ülke insanının kendi çabasına bağlı bir istek veya kurum değildir bunlar. Kendi içinden oluşmamıştır, bu yüzden de reaksiyon görmelerine, genel bir taban oturtma çabalarının kabul görmemesine hayret edilmelidir. 1951’de Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Kurulu kurulabilir, çünkü bir nev’i Tarih Encümeninin devamı, tek parti döneminin emredici buyrultuları sonucu yukarda empoze edilmiş bir kurumdur. Kuruluşunu takip eden otuzüç yıl Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu yukardan verilen yetkileri yemiş, tüketmiş ve tabandan gelen reaksiyon sonucu, yeni bir düzenlemenin doğmasına yol açmıştır. Gerçek bunu gösteriyor, emredici buyrultular ile kurulan bir Kurum, yine emredici bir buyrultu ile yok oluyor. Yerine kurulan yeni Kurul, Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, reaksiyoner bir kurum, dört senede kendi kendini tahrip ve yok ediyor. Çünkü, bu kurumdan görev alan bazı üyeler, hala Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun yetkilerinin devam ettiğini ve bu yetkiler ile bir şeyler yapabileceklerini sanıyor, bazı üyeler ise Koruma’ya tümden karşı, bunu bir fantezi olarak görüyor, çünkü devletin en üst düzey yetkililerinin görüşü bu doğrultuda. Yine olmuyor, yeni bir Kurul kuruluyor, moda bir terimli yetkiler merkezden, yerel yönetimlerin ağırlığına yer veren yeni kuruluşlara devir ediliyor. Yine şikayetler başlıyor, tahrip oluyor, yıkılıyor, yakılıyor, olmadı, niçin olmuyor, şehirlerimiz, evlerimiz, anıtlarımız ne olacak, ... sorular, sorular?

Artık aklımızı başımıza almalıyız, yukarıdan kaynaklanan emirlerle kurulan kurumlarla değil, tabandan oluşan kurumlarla bu işi düzeltmek mümkün, özlemle baktığımız ülkelerin hemen tümünde bu iş böyle yapılmış ve yapılıyor. Başkaca bir yol yok gibi.

Bugün bütün dünyada ekonomi kültürü egemen, bunu göz ardı ederek bir yerlere varmak mümkün değil. Acaba, biz korunması gerekli kültür varlıklarını akılcı yöntemlerle ele alıp, ekonomik değer olarak yeniden kullanıma sunabilir, yeni örnekler yaratabilir miyiz? Acaba, kültür varlıklarına ekonomik olarak öncelik tanıyabilir miyiz, ekonomik rant arayışlarına karşı alternatif olanaklar yaratabilir miyiz? Bu arayışlara karşı yalnızca nostalji ile karşı çıkmak, tahrip hızını artırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor, çünkü yanlış yöneltilmiş ekonomik rant arayışı biz dahil, her şeyi yakıp yıkıyor, ezip geçiyor.

Bence, Koruma olgusuna ve ülke kültürüne katkıda bulunmak isteyenler artık, kendi olanaklarını kendileri yaratmak durumundadırlar. Artık, yukarıdan gelecek yeni buyrultular, emirlerle oluşacak yeni yetkiler talep etmemelidirler, çünkü unutmayınız ki emirle verilen yetkiler, başkaca bir emirle geri alınabilmektedir. Ve biz bu filmi çok gördük, yeniden seyretmek kimseye katkıda bulunmayacaktır.

Bu kadar tartıştıktan, konuştuktan sonra ya kendimize yeni bir yol, yöntem bulacağız veya bu işi unutacağız, ya da yaşadığımız müddetçe ağlamaya devam edeceğiz. 2. Tur’da bunlardan birini seçmek durumundayız. Konuşmacılardan özellikle rica ediyorum; hangi yolu seçiyoruz? Ağlamaya devam mı edeceğiz, yoksa yeni olanaklar yaratarak ülkemizdeki korunması gerekli kültür varlıklarının korunmasına ne derecede katkıda bulunuruz, onu mu konuşacağız?

Önemli noktalardan biri de yalnızca üzerinde rantın yoğunlaştığı sivil mimarlık örneklerini konuşmamızdır. Yıllar önce bu gibi toplantılarda gündemin büyük kısmını işgal eden, örneğin; Divriği Ulu Camii’nin ne durumda olduğu, restorasyonu sırasında ortaya çıkan problemler veya Konya Alaaddin Camii'nin ne durumda olduğu, restorasyonu sırasında ortaya çıkan problemler veya Konya Alaaddin Camii’nin problemleri artık rağbet görmüyor, ülkemizde koruma olgusuna katkıda bulunmak isteyenlerin çok azı bu tür problemlerin var olduğu bilincinde. Ama gördüğünüz gibi Sayın Tapan’da dahil pek çok konuşmacı 2. grup yapılar konusunda çok hassaslar, sivil mimarlık örneği küçük yapılarla gündemleri doldurmayı, nostalji ve pek bilgi birikimi gerektirmeyen popülarist davranışları çok seviyorlar.

Bu vakfın kuruluşunun esas amacı Türk Sivil Mimarlığı’nın en önemli örneği 1699 tarihli Amcazade Hüseyin Paşa Divanhanesi’nin onarımı ve geleceğe aktarılmasıdır. Onsekiz yıl geçti, yapamadık, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün denetiminde olduğu halde kamulaştırılması için karar çıkarıldı, o kararı bile uygulatamadık. 1699 tarihli en önemli sivil mimarlık örneğimize bir kez acil onarım dışında müdahale dahi edemedik, yalnızca biz değil, Türkiye Cumhuriyeti Turizm Bakanlığı da. Ondan sonra, kalkıp gücümüzün yettiği, emir verme imkanına sahip olduğumuz insanların ellerindeki mülklere yoğun kısıtlamalar getirmeyi kahramanlık sayıyoruz. Kahramanlık bu değildir, zaten ülkemiz ne çekiyorsa bu tür kahramanlardan çekmektedir. Artık, kahramanlardan çekmektedir. Artık, kahramanlığı bırakalım da aklımızı kullanalım.

Ciddi olarak hiç düşündünüz mü devletin, kamunun, topluca sahibi olduğumuz korunması gerekli yapıların bugünkü durumu nedir? Geleceğe aktarılması konusunda alınan tedbirler yeterli midir? Kentsel Sitler içinde yapılan bazı yapılar zaman zaman hepimizi rahatsız ediyor, ortaya çıkan sonuçlar çok kötü olabiliyor, ancak kimsenin müdahale etmediği, kaçak yapı yapmadığı, hepimizin müştereken sahibi bulunduğumuz Arkeolojik Sitler, buralarda meydana gelen bozulmalar, arkeolojik araştırma, kazı yapıyorum denerek yapılan talanlar. Define ararmış gibi yapılan arkeolojik kazılar, bunlar koruma olgusuna yapılan olumlu katkılar mıdır? Olaylara tek yönlü bakmamak, bir noktada odaklaşmamak lazım, hepimizin kendi görüşleri, kendine göre gelişmiş düşünce yapısı ve elbette öncelikler dizisi var. Ancak, artık daha geniş bir perspektif içinde bakmak ve daha olumlu ve uygulanabilir çözümler üretmek zorundayız.

Türkiye’de koruma faaliyeti ile ilgili olarak yapılan bu toplantılara Ülkemiz insanının bakış açısı, “Süs Köpeklerinin Traş Yöntemleri” toplantısına bakış açılarından farklı değil. Bu tür toplantılar toplumda ne kadar ilgi görüyorsa, bizim toplantılarımız da o kadar ilgi görüyor. O zaman daha fazla çaba harcamamız gereği gün gibi ortada. Biz, Sayın Kuran’ın Sayın Kuban’ın (aramızda yalnızca ikisi olduğu için onların adlarını verdim, yoksa bu konuda yad ile anılacak pek çok insanımız vardır) hocalık dışında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nda ki çalışmalarını biliyoruz, bu çalışmaların 1960’dan beri kapısından baktık, ülkemizdeki öncelikler dizisi içinde yerleri bugüne nazaran çok daha önde idi, sözlerini çok daha ileri noktalara dinletebiliyorlardı. Sayın Hocam Behçet Ünsal Kemeraltı Caddesi ile ilgili olarak Kurula intikal etmiş bir konu için devrin Cumhurbaşkanı Sayın Celal Bayar’ın kendileri ile konuşmak, olayı ilk elden aktarmak ve fikirlerini alma için Küçüksu Kasrı’nda bir akşam yemeği daveti verdiğini söyler. Devrin Cumhurbaşkanı kendilerini muhatap kabul etmektedir, onlar da kendilerine Cumhurbaşkanını muhatap kabul etmektedirler. İş oradan buraya gelmiş, elimizdeki yetkileri küçültülmüş ve kaçırmışız.

2. Turda tartışılması ve üzerinde konuşulması gereken bir diğer konuda, TAÇ Vakfı Yönetim Kurulu’nun kendi içinde konuştuğu ve konunun uzmanları arasında, bu işle ilgili platformlarda olgunlaştırılmasını arzu ettiği bir düşüncedir.

Ülkemizde bugün Koruma Kurulları bilindiği gibi Kültür Bakanı’nın seçtiği üç kişi ile Yüksek Öğretim Kurumu’nun atadığı iki kişiden oluşmaktadır. Yine politik yönlendirmeler, emir ve buyrultular devam etmektedir. O halde buna bir son verelim, koruma olgusuna gönül verenler, öncelikle kendi kurumlarını kendileri oluşturmalıdırlar.

Örneğin konunun uzmanlarından (yalnızca teorisyenlerin değil uygulamacılarında yer aldığı) 100 kişilik bir GENEL KURUL oluşturalım, bu genel kurul seçilenler, Koruma Kurulları’nda görevli iseler görevlerinden istifa etsinler, artık bilimsel ağırlıklı sözü dinlenen, kararlarına saygı duyulan bir Kurul oluşturuluncaya kadar görev kabul etmiyoruz diyebilsinler.

Haydi, kendi kurullarımızı kendi dinamiklerimizi çalıştırarak biz koyalım, kendi bilimsel kurullarımızı biz oluşturalım. Destek aldığımız güç politik kadrolar, eş dost tavsiyesi değil, bilgi birikimimiz ve uygulamamız olsun. Ülkenin bilgi birikimine sahip 100 uzmanının görüş birliği içinde olduğu bir oluşuma hangi politik iktidar, hangi politikacı karşı çıkabilir görelim. İşte, 2. Turda tartışılmasını istediğimiz yeni bir yöntem, TAÇ Vakfı bu oluşumun içinde görev almaya, üstüne düşeni yapmaya taliptir, tartışalım ve bu öneriyi olgunlaştıralım.

2. Turda söz sizin Sayın Hocam, buyurun...

İKİNCİ TUR KONUŞMALAR

Prof. Dr. Doğan Kuban

Kısaca fakat hakikaten acaba böyle bir durumda ne yapılabilir, diye birkaç şey söyleyerek bazı şeyleri de vurgulayarak bugünkü düşüncelerimi kısaca sonuçlandıracağım.

Birincisi şu; Benim, demin anlatmaya çalıştığım ve sabah da müsteşarın anlattığı, Oktay Bey’in de söylediği, herkesin de üç veya beş katıldığı olay, ekonomik sistemin temelini oluşturan bugünkü rant, toprak rantı. Temelde toprak rantı sisteminde devletin yahutta kurumların hatta kişilerin sistematik olarak korumaya destek olacaklarını düşünmek hayaldir. Ben, 20 senedir Divriği Ulucami’ini kurtarmak için çabalıyorum, bir şey yapamadım. Süleymaniye’de birkaç evi belediyelere restore ettirmek için 30 senedir uğraşıyorum, yaptıramadım. Daha bunun gibi sayısız şey sayabilirim. Kaç tane koruma planı için temel şey hazırladım. Aradan 20 sene geçti hepsi yeniden yapılıyor. Çünkü o sırada benim, korunması gereken mahallelerin tümü yok olmuştu. Ben bunları, bütün ömrümce 40 senedir yaşadığım için şimdi kalkıpta hala devlet kanun çıkaracak, örgütü bugünden yarına kuracak, şöyle yapalım falan. Yok! ağlama duvarı olay değil bizim yaptığımız. Tabii ona dönüşüyor artık güzel bir sözcük ama ağlama duvarı değil. Her seferinde olaya baktığımız zaman bu sistemin tıkır tıkır hala hiç değişmeden işlediğini ve bu şekilde negatif olarak işlediğini görüyoruz, sistemin gücünü öğreniyoruz. Toplumun yapısından kaynaklanan olayı öğreniyoruz. O zaman bunun karşısında dehşete düşsek yine de çabalayıp duruyoruz. Aslında bir şey yapmıyoruz diye değil. Hababam yazıyoruz, çiziyoruz, konuşuyoruz. Demek ki, bence, burada söylenenlerin büyük bir kısmı doğru devleti ne kadar ikna edebilirsen et. Bence, onun dışında en önemli sorun ve demokratik toplumda da olması gereken sivil toplum örgütlerinden daha aktif olmalarını beklemek yahut onu örgütlemek olacak, başka çare yok. Mesela Mimarlar Odası bazen bayağı şu Park Otel olayında çok aktif bir şey yaptı. TAÇ Vakfı bir zamanlar bir şey yapıyordu. Bir takım kurumlar, tekeli kurtaralım şunu yapalım gürültü patırdı etmeye başladılar. Hakikaten bizim o zamanımıza göre bugün çok daha fazla ama çok yetersiz de olsa, korumaya ilişkin bir çok şeyler var. Biz daha güçlü olduğumuz halde daha çok yapı korunuyor ama iyi korunmuyor, kötü korunuyor. Aslında demin söylediğim gibi incecik de olsa böyle bir gelişme yok değil, toplumda bir çok şeylerle beraber o da gelişiyor. Demek ki, sivil topluma ağırlık veren bir çözüm bulmamız lazım. Hakikaten eğer biz bilirsek ki bunun arkasında koskoca bir toplumun ekonomik yapısı var, onun için biz zorluklara, duvarlara çarpıyoruz diye bilirsek. O zaman yaptıklarımızı daha doğru planlayabiliriz. Ağlama duvarı gibi gözükse de söylemek, her seferinde analizi ilerletmek ve niye yapılan şeylerin karşısına bunun böyle duvar gibi çıktığını da unutmamak lazım. Bunu söylemedikçe de bir şey anlatma olanağı yok. Özellikle idareci durumunda olanların dikkat ederseniz bir sözü var, bir şey yapmak durumunda oldukları için. Belediye’ye giden bir profesör, bürokrat olan yüksek mimar vesaire onlar diyor ki, bazen partilerle yakın ilişkide olanlarda öyle söyler hep, idareciler daima öyle söyler, politikacılar hep öyle söyler. “İyi ama bir şey yapacağız. Aktif olmadan da hiçbir sistem yaşamaz. Siz bize, mütemadiyen böyle olmaz, böyle olmaz diyorsunuz da “Peki! tamam! onlara da laf anlatamıyorsak bizim kendimizin bir şeyler yapması lazım. Ama şöyle değil. Mesela bakın bir uzlaşma lazım dedi, Seyhun Bey. Eğer iyi analiz yaparsak, bu uzlaşmanın nereden olması geldiğini daha iyi biliriz. Şöyle; İstanbul’da mesela ben şimdi halk böyle istiyor diye ne yapayım. Sur içine bir kat daha mı vereyim? Halka sorsanız, 5 kat daha istiyor, ben size söyleyelim. 15 katta istiyor, gökdelende yapabilir. Burada böyle popilizmler doğru değil. Kaldı ki insan iyice düşünecek olursa, bugün Sur içi topu topu 5.500-6.000’den az bir hektar alandır. Bütün eski İstanbul şehri o kadar, Galata’sı da şu kadar. Bugün İstanbul’un kapladığı alan 150 bin hektar. Bir 3. Köprü yaparlarsa, onun tahrip edeceği alan 15 bin hektar. Onun için bizim burda, 5 bin hektara şöyle yaparak taviz vermemize hacet yok, biz taviz sınırını çoktan geçtik. Onun için uzlaşma dediğimiz şey nerede? diye sorguyla bitmeli. Nerede uzlaşacağız? Ben hala Süleymaniye de mi uzlaşayım? Şu kadarcıkken 3 tane sokak, 2 tane de Zeyrek’te kalmış. Bir kaç tane de bir silüet kalmış. Neyi uzlaşacağım hala? Uzlaşacak bir durum yok. Bakın, bir noktada nereye kadar geri çekileceğinizi bilmeniz lazım. Ondan sonra geri çekilmek yok. Kavga! ama bu kavga silahlı kavga değil. Ama kavga. Kavgadır bu. Kültürel kavgadır ve bunu veren dünyanın her yerinde öğütler var. Yapacak başka çare yoktur. Bir noktadan sonra arkanı duvara dayar, kavgayı yaparsın, seni de keserler. Gene işlerini görürler, o başkadır, ama yapacaksın. Uzlaşma bazı yerde olabilir, bazı yerde olmaz. Mesela, 3. Köprü için kavga edilecek. Neden? Çünkü, 3. köprü’den sonra yeşil alan yok, Karadeniz var. Oradan başka bir şey yok. Burada kavgayı vereceksin. Birisi ormanın içine üniversite yapmak istiyorsa, kavga edeceksin. Ormanı kestirmem, diyeceksin. Seni sepetleyecekler, gene yapacaklar. Olabilir. Ama kavga. Bazı noktalarda geri çekilmek, uzlaşalım biraz öyle, biraz böyle yok. Bazı yerlerde yok artık, birincisi bu. Demek ki, sivil platformu oluşturacağız. Çok açık gözlerimiz var içimizde, bu işi yapabilirler.

Biz daha sık bir araya gelsek de artık şudur, böyledir diye ağlama duvarı yapmasak. Ama ne yapalım? Şu anda hangi temayı işleyelim? Nasıl duyuralım-diye çalışsak, belki de iyi bir şeyler olabilir. Akademik, akademisyen diye bazen konuşuluyor. Koruma olayında bir adamın akademik olması, olmaması önemli değil. Uzman olması lazım. Uzman denilen adam da aslında biz üniversiteden 300 tane 400 tane uzman olduğunu düşüneceğimiz, olacağını düşündüğümüz insan yetiştirdik. Eğer bunlar doğru dürüst ortamlarda birkaç sene çalışsalar, bunlar uzmandır. İnandıkları, motive oldukları koruma yönünde ise, bunlar yeterli uzmandır. Dünya çapında dâhiler olmaları gerekmiyor. Ama bunlara iş gitmiyor ki, bunlar neyin başındalar? Yok ki, 3-5 tane belki Kurullarda var restorasyon eğitimi görmüş, raportör olarak vesaire çalışan gençler var. Ama onun dışında nerde bunlar? Restorasyon yapmıyor bunlar. Restorasyon yapmıyor bunlar. Restorasyonu yapanlar, kim olduğu belirsiz adamlar. Herkes restorasyon yapıyor. Hiç olmazsa bunlar restorasyon yapsa, bunları bir araya getiremiyoruz ki biz. Restorasyon için ben kendi öğrencilerimi yan yana koyamıyorum ki, kimisi dekorasyon yapıyor, kimisi sıradan inşaatlar yapıyor, nerde iş bulsa, onu yapıyor. Demek ki biz onları tam motive edememişiz. İmar planı sorunu var. Ona değinmek istiyorum. Çünkü, bu olay iyi anlaşılmış bir olay değil. Belki onu başka bir yerde konuşmak daha iyi. İmar planı zaten korunmayı içerir diye bir şey yok, öyle söylüyor ama. O çok ideal bir durum, öyle bir durum yok. Çünkü imar planını hazırlayan, gelişmekte olan trentleri kılıflayan bir adamdır, şehirci. Onun aynı zamanda korumacı olması çok ideal bir şey olurdu ama öyle bir şey yok. Kaldı ki, bunu yapabilmesi için Türkiye’de bilime, mimarlık tarihine vesaireye dayalı bir envanter olması lazım ki, adamın eline plana başlayacağı zaman “bak, bu var sen buna göre dayan” diyelim. Yok ki öyle bir şey. Sanat tarihçileri, mimarlık tarihçileri, belediyeler, Kültür Bakanlığı böyle bir envanter hazırlamış değil. İstanbul’da Hakkari’de Diyarbakır’da plan adamın elinde bir envanter yok. Onun için evvela envanterden başlıyorsunuz. O da ilkel bir envanter. Her köşesindeki taşı ölçmüş, seçmiş, fotoğrafını koymuş, kitap olarak yayınlanmış memleketler var dünyada. Almanya tümünü yapmış. Hollanda da eksik kalan hiçbir şey yok. Biz İstanbul’un planına bile sahip değiliz. Kadastrosu tam değil, envanteri sıfır, doğru dürüst bir envanteri yok. Evet! bir takım işaretler orda burda var ama gerçek, bilimsel envanteri yok. Bunun üzerine şehir plancısı hiçbir şey yapamaz. Türkiye’deki bu imar planı, koruma planı lafları örgütlenmemiş bir sahanın içinde ne yapacağını bilmeyen şaşkın tavukluktan ileri geliyor. Temeli yok. Onun da nedeni var. Toplum, şehirli değil ki, şehirleşmemiş bir toplum bu, kentten beklediği sadece şu anda yağmadan ibaret. Bunun dışında en büyüğü en okumuşu da öyle. Yolu olmadan yüksek bir bina müsaadesi veren belediye. Buraya nasıl gelecek adamlar? Nasıl çıkacak? Ne olacak? Nerede nefes alacak demeyen bir belediye olduğu bir yerde ne düşünülebilir? Nasıl koruma olabilir? Olamaz! Bir de korumayı herkes bu kurul böyle desin, bu da böyle desin şurada böyle olsun. Öyle bir şey yok. Nasıl her mimar birbirinden farklıysa, her koruma da birbirinden farklı olur. Bunun temeli de odur. Kazo per kazo. Ben, İtalyanca’dan başladığım için bu işi öğrenmeye. Onun için Kazo per kazo, her olay kendi içinde bütündür, biter orda. Birisi şöyle bir karar, öteki böyle bir karar almış olabilir. Fakat ortak olan bir şey var. Ortak olan şey varlığın restorasyondan önce tarif edilmiş olması ve tarif edilen varlığın korunmasıdır. Nasıl korunacağı sorununda şöyle böyle düşünceler olabilir. Ama varlığa hürmet esastır. Varlığa hürmet edilmediği için Türkiye’de çok kötü yozlaşma oluyor, restorasyon alanında. İster büyük yapı olsun. Büyük yapıları ahşap evlerden daha beter yapıyorlar, daha kötü yapıyorlar. Onun için demek ki, bunu burda kesebiliriz. Bütün sorun sivil toplum örgütlerinin daha sık bir araya gelip, özellikle bu alanda çalışan adamların gerçekten motive edilmişlerse, olmuşlarsa, mütemadiyen bu meseleyi topluma, halka, kamuoyuna, gazeteye, politikacıya, duyurması ve laf söyler bir platform etkili bir lobi yapmasıdır. Bu çok önemli, Türkiye’de bunu yapmak için çalışmamız lazım. Edikasyon da bu, işte.

Dr. Sinan Genim

Sayın Oktay Ekinci buyurun.

Oktay Ekinci

Ben, bu 2. Tur’da, dört başlıkta önerilerimi dile getireceğim.

Birincisi: Taç Vakfı’nın bu toplantıyı düzenlemesindeki temel gerekçe olan, Koruma Kuruları’nın yeniden yapılanması konusu. Yeniden yapılanma son 5-6 yılın moda sözüdür. Önce şunu belirtmek istiyorum. Kurul üyeliği tanımını nasıl düşünüyoruz? Onun tartışılması lazım. Vakit kalmamış olmakla birlikte, belki bir başka toplantıda da sürdürebiliriz bu tartışmayı.

Şu anda süre gelen uygulamada Kurul üyeleri YÖK’ten ya da Bakanlıktan atanmış üyelerden oluşmaktadır. Atandıkları andan itibaren de, Kurulda göreve başladıkları andan itibaren de tamamen kendi kişisel sorumluluklarıyla karşı karşıyadırlar. Almış oldukları kararlar yanlış ya da doğru olsa, bunun sorumluluğu kendi kişisel etik konumlarındadır.

Yaklaşık iki yıldır tartıştığımız Eski Eserler Yasası’nın değiştirilmesine yönelik taslak hazırlıklarındaki değerlendirmelerde ortaya çıkan başka bir anlayış var ki, ben katılıyorum o anlayışa.

O da şu; Kurul dediğimiz zaman bir toplum adına, kamu adına, hatta insanlık adına bir etik görevi esas itibariyle yerine getiren bir kuruluş. Burada mutlaka Kurul üyelerinin geldikleri çevrelerden, geldikleri Kurumlardan seçimle gelmeleri prensibine doğru gitmek mecburiyetindeyiz. Örneğin, üniversiteden kurula katılacak olan kişi, üniversitenin kendi içerisinde seçilerek, üniversite üyelerinin seçtiği kişi olmalıdır ve o anda da üniversiteyi temsil ediyor olmalıdır. Üniversitedeki üyeleri temsil ediyor olmalıdır. Bir başka düşünce buna bağlı olarak, ilgili Meslek Odalarından seçilerek gelen kişiler olmalıdır. Kurulda göreve başladıkları andan itibaren tamamen kendi sorumlulukları içerisinde değil, arkalarında, seçilerek geldikleri bir kurumun sorumluluğunu duymalıdırlar. O doğrultuda da karar vermelidirler. Herhangi bir karar verildiği zaman o kararın altındaki imza, seçilerek geldiği kurumu ve topluluğu bağlamalıdır. O sorumluluk içerisinde davranılmalıdır. Bunun özellikle Orta Avrupa ülkelerindeki bu tür koruma kurullarında örnekleri var. Hatta belediyelerden, bugünkü uygulama yürürlükte olduğu gibi Belediye İmar Müdürü ya da Fen İşleri Müdürü ya da ilgili belediyede bir başka bürokrat değil, esas itibariyle bu konuda karar sahibi olan meclisin içinden seçilen bir ütenin gelmesi lazım. Belediye meclisi, bu meclisi Koruma Kurulunda şu kişi temsil edecektir diye, kendi içerisinden birisini seçmesi lazım. Üniversite üyeleri, öğretim üyeleri bizim üniversitemizi adaylar arasından şu kişi temsil etsin diye oyla, sandık kurularak seçimle gelinmesi lazım. Benzer şekilde, Meslek Odasından da insanlar bu şekilde gelmesi lazım diye bir düşünce geliştiriyoruz, tartışmaya açıyoruz. Bunun nedeni şu; Gerçekten insanlar karar aldıkları zaman sadece kendilerini bağlıyorlar ise, eh o noktada doğrusu biraz rahat olabilirler. Ama bir Kurumu ya da topluluğu bağlıyor ise, vereceği karar hem daha dikkatli olacak, asıl önemlisi de denetlenecektir. Altını çiziyorum, Seçilerek. Çünkü başka adaylar da olacaktır. Örneğin, 10 aday arasından bir arkadaş, bir öğretim üyesi ya da bir uzman seçilip gelecektir. O seçime saygının ve Kuruma saygının gereği daha farklı davranacaklardır, diye düşünüyorum. Böyle bir konu, böylesine samimi topluluklarda tartışılabilir. Onu da açıkça söyleyelim. Daha geniş topluluklarda bu konunun tartışılması risklidir. İçinde bulunduğumuz toplumun, sabahtan beri konuştuğumuz etik değerlerinden ötürü, tabii o sakınca var. Kurul üyeliği konusunda demek ki, bir demokratikleşme, kurulun oluşmasında daha bir şeffaflaşma, saydamlaşma gerekiyor. Atanma şeklinde değil. Seçilerek gelme. Bu göreve aday olmak, açıkça aday olmak gerekiyor. Bakın bugün A şahsı kurul üyeliğine seçilmiş diye, en erken 15 gün sonra duyuyorsunuz. Aday mıydı? Değil miydi-istiyor muydu-düşünceleri nedir? Koruma konusundaki yaklaşımları nedir? Kültür ve Tabiat varlılarının korunması konusundaki düşünceleri nedir? Kimse böyle bir şey bilmiyor, Kurula geldiği andan itibaren öğreniyor.

Oysa ki, bu konu, sabahtan beri konuştuğumuz çok ciddi bir koruma politikası konusudur. Bu kurullara gelecek olan kişilerin bu politikalarını duyurmaları “Ben, koruma konusunda şöyle düşünüyorum” demeleri, “bunun için adayım” demeleri, toplumun önüne çıkmaları ve seçilirlerse gelip görev yapmaları; görev yaptıkları andan itibaren de o sorumluluktan hareket etmeleri gerekmektedir. Ama YÖK’ün ya da Bakanlığın (önümüzdeki dönemlerde Türkiye’nin ne tür YÖK ne tür Bakanlıklarla karşılaşacağını kimse garanti edemez) atanmasına bağlı kalınmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda zengin çalışmalar da var. Belki dökümante de etmeyi düşünüyoruz, önümüzdeki birkaç ay içerisinde. Bir başka ola, “Ordu” dedik. Bir Ordu’nun elbette ki farklı bir statüye sahip olması lazım. Özellikle Koruma Kurullarında ya da koruma organlarında, müdürlüklerde ve kültür ve tabiat varlıklarının korunmasıyla ilgili devletin kurumlarında çalışan memurların 657 sayılı Yasaya bağlı olmamaları gerekiyor. Bu çok önemli. Çünkü, farklı bir gruptur, bu grup. Bu grup ülkenin evrensel değerlerini insanlık adına korumak için yola çıkmış bir gruptur. Özel bir yeri var, Türkiye’nin kimliğini koruyor. Türkiye’nin onurunu, şahsiyetini her şeyini koruyor. Bu raportör arkadaşımızın ya da bir uzman arkadaşımızın herhangi bir resmi dairedeki evrak taşıyan arkadaşımızla aynı yasal statü içerisinde olması doğru değildir. Zaten ordu dediğimiz zaman, onun başka bir statüsü olması gerekir (Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin Askeri ordusu 657 sayılı yasaya tabi değildir, başka bir yasası vardır). Bu konuda da bir süredir tartıştığımız bir konudur. Raportör arkadaşlar, uzman arkadaşlar, koruma ordusu, koruma politikalarını geliştirebilecek, tartışabilecek, araştırabilecek, müdahaleci olabilecek, geliştirici olabilecek Koruma ile ilgili her türlü çalışmada aktif olarak yer alabilecek ve bütün bunları yaparken de, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun o bildiğimiz Yasasından ötürü bir engelle, bir kısıtlama ile karşılaşmayacak, korumadan sorumlu görevlilerin, özel, özgür bir topluluk olması lazım.

Kültür ve tabiat varlıklarının korunması için gerekli tartışma, geliştirme, araştırma bilimsel bir platformu, bir çalışma platformunu, bir ortamı sağlayabilmemiz için. O nedenle çok yakın zamanda tabii gerçekleşme şansı görülmemekle birlikte, mademki öneriler tartışılıyor, bunlar kayıtlara geçecek. Koruma ordusunda farklı bir yasal statü içerisinde bu çalışmaları yapması gerekiyor. İkinci başlığım buydu.

Üçüncüsü: Hocam altını çizdi SİVİL PLATFORM. Bu konuda derneklerin gerçekten ayrı statüleri olması lazım, koruma konusunda bir araya gelmiş sivil kuruluşların. Herhangi bir dernek statüsünde değil. Farklı bir statüde olması lazım. Bunun için Dernekler Kanunu’nun dışında bir kanuna tabii olması lazım. Çünkü, Dernekler Kanunu’ndaki yaklaşım biliyorsunuz çok farklıdır. Ama ülkenin değerlerini korumak, kültür tabiat varlıklarını koruma noktasında duyarlı insanların bir araya geldiği kuruluşların esas itibariyle, bu konuyu yürüten kuruluşlarla çok yakın ilişki kurmasına yönelik yeni bir statüye sahip olması lazım. O farklı statü aynı zamanda kamu adına görev yapan koruma kurulları olsun, onlarla işbirliği yapmak, birlikte politikalar geliştirmek gibi açılımlar söz konusudur. Bu demokratik yapıyı da kazandırmamız lazım.

Dördüncü ve sonuncu ise; Sadece 2863’le bu ülkenin korunamayacağı çok açık. Örneğin. Diğer yasalarda. Diğer ilgili yasalarda korumanın temel alınacağı, ülke değerlerinin temel alınacağı yaklaşımlar olması lazım. En basit bir örneği size vereyim. Kıbrıs’ta bile, (“Bile” diyorum, ama Kıbrıs’ı küçümsemek için değil) İmar Yasası’na yeni kavuştu, 3 yıl evvel kavuştu Kıbrıs, KKTC’de, orada bile şöyle başlıyor.

Madde 1

1. Amaç Maddesi: Bu kanunun amacı Kıbrıs’ın kültür ve doğal değerlerini korunarak imar edilmesini sağlamaktır.

Kıbrıs İmar Yasası’nın 1. maddesi aynen böyledir. Bizim İmar Yasamızda kültürün “k”si yoktur. Tamamen yıkım üstüne geliştirilmiş ruhsat alma formalitelerinden ibaret yasadır. Oysa, Türkiye gibi bir ülkenin, dünyanın da büyük müzesi olan bir ülkenin, (Big Museum filan diyoruz) böyle bir ülkenin imar yasasının temelde korumayı esas alması lazım. Bir başka örnek de Orman Yasası’dır. Bugün Kurulun korumakla görevli olduğu ormanlar Orman Yasası ile yağmalanıyor. Biliyorsunuz %6 yapılaşma oranı olayı. İmar izni veren bir Orman Yasası. Tabii insanın hiçbir zaman aklına gelmez Orman Yasası ile ormanlar nasıl yağmalanır. Çünkü Orman Yasası’nın amacı ormanı korumaktır. Ama yasa da ormanları yağmaya açan çok açık maddeler var. Örneğin. Galiba Bakanlığımızın basmış olduğu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Mevzuatında Orman Yasası var mı? Orman Yasası tahmin ediyorum yoktur. Çünkü tahmin edilemiyor Orman Yasası ile SİT alanların, ormanlık alanların yağmaya açıldığı. Ama öyle gidiyor. Orda, bu konuda önlemler almak lazım. Turizmi Teşvik Yasası’nda benzer durumlar var vs. 2863’ün dışındaki diğer yasalarda da korumanın temel kabul edildiği, en azından korumanın yadsınmadığı bir yeniden yapılanmaya acil ihtiyaç var. Ben bu 4. madde ile öneri konuşmamı bitiriyorum. Teşekkür ederim.

Dr. Sinan Genim

Sayın Ekinci teşekkür ederim ama gidiyorsunuz, ayrılıyorsunuz galiba. Ona bir şeyler eklemek istiyorum. Tabii çok uzun vadeli ve bana ütopik gelen bir teklifler dizisi. Çünkü hepsi, yine Merkezi İdare’nin ve parlamentonun kanunlar düzenlemesine yeniden devletin yapılanmasına tekabül eden diziler. Öncelikle mevcut düzen içinde ne yapabiliriz? Çünkü bunun değiştirilmesi belki bu doğrultuda değil, korunması gerekli kültür varlıkları aleyhine olacaktır büyük ihtimalle. Buradaki değişiklikler hepimizin endişesi, kanunlarda yapılacak değişikliklerin korunması gerekli kültür varlıkları lehine değil. Her defasında aleyhinde olacağı konusunda. Teşekkür ederiz. Sayın Seyhun buyurun lütfen.

Seyhun Örs

Teşekkür ederim. Önce bir iki örnek vermek istiyorum. Daha önceki konuşmamda kullandığım deyimleri açıklamak bakımından. Uzlaşma sözcüğünü kullandım, yine de tekrarlayacağım. Ama şöyle, Uzlaşma sadece ödün vermek anlamında algılanması. Bir koruma yaklaşımıyla bir yere girdiğiniz zaman bunun karşıtında muhakkak çıkarlarına zarar getirdiğiniz bir kitle oluyor. Bu çıkarlar, gelişmiş kent çerçevesine girdiğinizde çok büyük rantlarla ölçülebilecek olaylar oluyor. Kırsal alanda da, adamın günlük yaşam hakkına müdahale ediyorsunuz bazen. Ben uzlaşma derken, yazılı tebliğimde de onu o sözcüklerle belirledim zaten, korumacı yaklaşımın, beraberinde insanların yaşamına getirdiği sorunlara önlem getirmesi gerektiğini söylemek istedim. Bir örnek vereyim hemen. Side ile uğraşıyorduk bir tarihte, belki de son bir kurtarma çabası idi. O zamanki Side de bugünkü gelişme yoktu. Gayri Menkul Eski Eserler Anıtlar Yüksek Kurulu’nun önüne bir öneri getirdik. Dedik ki; Vatandaşın şöyle talepleri olmuştu. “Biz burdan ekmek yiyoruz, bunu elimizden almayın”, “Nasıl almayacağız”, “burada ticaretimizi sürdürelim” “Peki!” dedik, sizi antik kentten dışarı taşıyacağız mevcut köyün hemen yarısında başka bir yerleşik alan geliştiriyoruz, bunların hepsini devlet size verecek. Size vereceğimiz yeni eve karşılık antik kentin içindeki, antik sitin içindeki mülkiyet haklarınızı yahut kamulaştırma bedelini bize terk edeceksiniz. Arada fark varsa, sizin hakkınızı daha fazlaysa Devlet onu size ödeyecek” gibi bir formül. Buna karşılık bir de orda korunmasında yine yarar bulunan bir takım köy evleri vardı, galiba 64 tane idi sayısı. İki katlı taştan, üst katında ortada bir ahşap cumbası olan belli bir köy mimarisi oluşturan. Yüksek Kurul bunu da uygun gördü. “Tamam” dedi “bunlar kalabilir”. Bu adamlara da bunları günü birlik kullanarak ticaretlerini sürdürme olanağı verilecek ama akşam burada barınmayacaklar, özel mülkiyet te kalmayacak dolayısıyla antik sitte yeni yapı üretilmeyecek; tipik bir köy mimarisini oluşturan birkaç tane bin artı antik sit olduğu gibi kurtarılacak. Buna karşılık da Devlet bir fedakarlık yapıyordu. Ne yapıyordu? Bir kaynak ayırıp, yeni bir köy kuruyordu. Bunun hepsi oldu, kaynağı bulundu. İşte benim söylemek istediğim bu tür bir uzlaşma. Ama orda çok daha büyük rantları elinden kaçırmak istemeyen bir grup buna karşı çıktı. Çoğunlukta da değildi üstelik, ama sanki onun arkasında çok büyük bir güç varmış gibi, siyasal otorite o grubun dediğine o zaman kulak astı. Orada şimdi de başka bir uzlaşma oldu. Gayet iyi herkes uzlaştı, Side de bir yüzkarası oldu. Başka bir örnek. Antalya Kaleiçi: Hiç uzlaşmadık orda, hiçbir şey de yapmadık, 33 tane parsel 1970’li yılların başında kamulaştırıldı, tahliye edildi. Ondan sonra Devlet o projenin arkasını getiremedi, onlar yağmalandı, çalındı, çırpıldı, pencere parmaklıklarına kadar.

Döşemeler söküldü. Halbuki, o zaman dedik ki, şunu biraz daha yavaş ağırdan alalım, acelesi yok. “Tamam, mülk bizim elimize geçti bu adamları hemen sokağa atmaya gerek yok, bu evleri nasıl muhafaza edeceğiz. Bir ara yol bulalım, bunlara çözüm bulalım, bu adamlar kooperatifleşsin, bunlara kredi verelim, öğretelim. Bu evlerin nasıl restore edileceğini öğretelim. Yine onlar bunu kullansınlar”. Olmadı! Neticede o adamlar ne oldu? Bilemiyorum. Çok ucuza kumalaştırdık. Üstelik, resmen sokağa attık adamları. Ne evleri kurtardık, ne adamları kurtardık. Şimdi çoğu, harap olmuş, yıkılmış. Evleri bu sırada yeniden ele alınıp onarmayı planlıyoruz.

Özetle, kast ettiğimiz uzlaşma, sorunun tüm yönlerini görüp, bunların mümkün olduğu kadar çoğuna çözüm getiren bir önlemler paketinin diyalog içinde geliştirilmesi. Bu diyalogun bir tarafında da ilgili vatandaşı temsil edecek bir küçük grup olması, örneğin dendi ki, mahalle komitesi. Katılıyorum. Olayı, en küçük toplum birimine kadar yaygınlaştırmamız, diyaloga bağlamamız gerekli. Üstelik de, bunu iki yönlü görmemiz lazım. Hem ona, niye öyle müdahale ettiğimizi, bundan kazanacağı şeyler olduğunu anlatıp inandırmaya çalışmamız gerekiyor; hem de onun sorunlarını dinleyip, onlara çözüm aramamız gerekiyor. Benim uzlaşmacı yaklaşım olarak kastettiğim budur. Daha ziyade bir diyalogla sorunların iki taraflı görülüp mümkün olduğu kadar çok çözüm bulunmaya çalışılmasıdır. Saydamlık yaklaşımı da çok önemli.

O da, iki yönlü olarak kararların hem anlatılabilmesi ve çok yönlü olarak irdelenebilmesi için zorunlu.

Ben sadece konuyu çok iyi bilen çevrelerden gelen eleştirilerle de sınırlamak istemiyorum. Bir ay kadar önce bir plan çalışmamızı eleştirmek üzere Kayseri’de bir toplantıya katıldım. Aşağı yukarı 40 kişilik bir katılım vardı. Herkes de Bakanlığa karşıydı. Bunun içinde Mimarlar Odası vardı, Sanayi ve Ticaret Odaları vardı, Esnaf Dernekleri vardı, Çevreci Dernekler vardı konuşuldu, tartışıldı bilimsel hiçbir formasyonu olmayan örgüt temsilcileri, sivil toplum örgüt temsilcileri, yahut da vatandaşlar vardı ama hepsinin dinlemeğe değer farklı düşünülüyorsa karşılığını anlatıp, ikna edilmeğe değer farklı görüşleri vardı. Belli bir konsensusla da ayrıldı. Bundan sonra da Bakanlığın oradaki faaliyetlerinin daha sağlıklı yürüyeceğinden ben eminim. Üstelik de paylaşılarak yürüyeceği için ilerde destekçisi de daha çok olacaktır. Ben fazla uzatmak istemiyorum. Çünkü neticede aynı şeyleri yineliyor olmaktan korkuyorum. Ama bir konuya daha değinmeden yapamayacağım. Büyük siyasal boşluklar da var, terslikler var günlük yaşamımızda. Kıyısından köşesinden değinildi. Bakın Yerel Yönetimleri seçmek üzereyiz. Gecekondular üzerinde büyük spekülasyonlar yapılıyor. Nereden kaynaklanıyor bu? Büyük bir çarpıklık var. Çarpıklık şu; Herhangi bir hemşehrilik sorumluluğu taşımayan kitlelerin eline biz oy silahını vermişiz. Vergisini ödemez, hiçbir şey yapmaz, sadece hizmet talep eder ve oy yetkisi var, yönetimi tayin eder. Zaman içinde de şehrin rantını ister. O şehre yıllardır bir hemşehri olarak saygı duymuş, hizmet etmiş, vergisini ödemiş kişilerin, elde edemeyeceği rantları da bir süre sonra alır ve bu da herkesin gözünün önünde olur, herkes de kabullenir. Bize ait olan bir şeyler alınıyor, sesimizi çıkaramıyoruz. Böyle terslikler var. Bunun da kavgasının yapılması gerekli. Zaten Yerel yönetimde olsun, merkezi düzeyde olsun iktidarlar kimin nasıl belirlediği çok önemli iktidarlar buna göre taraf tutacaklardır. Kentin yönetim giderlerine, hizmet giderlerine hiçbir şekilde katılmayan kitleler, kendilerine havadan vadedilen büyük rantların hayaliyle yönetimi belirlerse, o kentlerin gelişiminde sağlık beklemek nasıl mümkün olur. Bu siyasal açıdan doğru mudur? Tabii ki bu toplantılarda bunun çözümüne ulaşılmaz ama konuşulması gerekli. Nereye kadar gider, ne zaman çözümlenir? Tartışılmazsa, konuşmazsa hiçbir zaman çözümlenemez. Ben bunların, bu kadar sınırlı ve samimi çerçevelerin dışında da çok rahat konuşulması ve tartışılması gerektiğine inanıyorum.

Dinlediğiniz için, tekrar teşekkür ederim.

Dr. Sinan Genim

Sayın Örs, teşekkür ederiz. Sayın Füsun Ersoy buyurunuz.

Füsun Ersoy

Kurullarda dikkat edilmesi gereken önemli olay kararların devamlılığının sağlanması olmalıdır. Koruma herkesçe farklı yorumlandığında, sonuçlar; korumacılığı ve eldeki değerleri yitirmemize yol açacaktır. Bu doğal, arkeolojik, kentsel ve tarihi sitlerle ilgili olduğu kadar tek yapı ölçeğindeki tüm kararları da içermektedir.

Kararlarda tek seslilik sağlanmalıdır. Ayrıca kararda yasal boşlukların bulunması da İdare Mahkemelerindeki davaların kaybedilmesine yol açmaktadır. Bugünkü mevzuatımızda Kurul üyelerinin kararların sorumluluğunu taşımadığı görülmekte ve herhangi bir kararın incelenmesi veya teftiş kurulunca değerlendirilmesi ile İdare Mahkemelerinde yürütülen davalarda bu kararların savunulması Kurullarda çalışan raportörlere ve yöneticilere düşmektedir. Oysa ki kararların alınmasında salt Kurul üyeleri yetkilidir. Bu yetkinin sorumluluğu da kendilerinde olmalıdır. Davalarda savunmaya esas bilgi ve görüşlerin bizzat kendileri tarafından hazırlanması yararlı olacaktır.

Parsel bazında karar almak yerine ada bazında veya doku bazında konulara eğilinmesi de sorunları azaltacaktır.

Koruma ile birlikte kullanma dengesinin de düşünülmesi korumanın asıl boyutunu ortaya çıkaracaktır. Eğer yapı sahibi günün koşullarına uygun kullanma öğelerini yapısında sağlamıyorsa yapıyı onarmak yerine kaderine terk etmeyi yeğlemektedir. 1. Grup yapılarda dahi sağlık koşullarına uygun günün modernizasyonunu en az ölçüde kullanabilen yapı sahibi bunu onarmayı özendirici bir nitelikte görmelidir.

Bugün artık “çivi bile çaktırmıyorlar” deyişinin halk arasında yaygınlaştığı açıktır ve bu anlayışın unutturulması gerekmektedir.

Bu tabii ki eğitimle ilgili bir şeydir. Oysa ki ülkemizde koruma eğitimi üniversitelerin mimarlık bölümde daha oldukça yenidir. İlkokullara çevre konulu bir ders konmuş ancak o derslerde çoğunlukla matematik yaptırılmaktadır.

Bu tür derslerin yaygınlaştırılması ana okulundan üniversiteye kadar asıl ders olarak okutulması hükümetlerin politikası olmalıdır.

Bakanlık olarak yeni yasal düzenleme çalışmaları yeniden ele alınmış ve maddeler bazında tüm eleştiriler değerlendirilerek ön olumlu hale getirilmeye çalışılmaktadır. Bu çalışma henüz uzmanların değerlendirmesi aşamasındadır.

Koruma Yüksek Kurulu olarak ta Arkeolojik Sit ilke kararının yayınlanmasının ardından kentsel sit ile yapıların koruma gruplarına ilişkin ilke kararlarının revizyonu için komisyonlar oluşturulmuştur. Bu komisyonlar çalışmalarına 27 veya 28 Ocak tarihlerinde başlayacaklardır.

Dr. Sinan Genim

Sayın Ersoy’a teşekkür ederim. Sayın Mete Tapan son konuşmacımız yalnız ona son sözü vermeden, ondan sonra da sizden bazı önerilerinizi alacağız. Bir şeye açıklık getirmek istiyorum, hep tartışılıyor. Şimdi de düzeltilmesi konusunda Kültür Bakanlığı’nın bir çabası var. Bu yapıların gruplandırılması konusundaki karar 10200 sayılı demin de sayın Kuran’ın söylediği gibi Gayri Menkul Eski Eserlerin 14.1.1978 tarihli kararı. Daha sonra bu kararlar iki kere değişen kanun çerçevesinde Yüksek Kurulca değiştirilerek ve gerekçeleri çıkartılarak yürürlüğe konmuş kararlar. O yüzden üçüncü defa değiştiriliyor. Faydalı olur amacıyla yalnız gerekçesini okuyorum, giriş gerekçesini. “Kurulumuzun 11.9.1970 gün ve 5505 sayılı kararı ile “Gayri Menkul Eski Eserler 78’de 10200’ü alıyor ama bunun geçmişi 1970’e dayalı. “Korunması gerekli yapıların gruplandırılarak o tarihten beri bu gruplandırmaya göre uygulamaların yapıldığı. Ancak, bugüne kadar yapılan uygulamalardan edilen tecrübelere göre, bu gruplandırmanın eski eserin korunmasında yol ve kolaylık göstermek için zorunlu görülen genişletmesi ve açıklığa kavuşturulması konusunda TAÇ Vakfı Bilim Kurulu’nca hazırlanan müdahalenin ölçüyü ve derinliğine dair “yani karar bu gruplandırma korunması gerekli Kültür varlıklarına değildir. Onlara yapılacak müdahalenin ölçek ve derinliğini belirten bir karardır. Altında da açıyor.” aşağıdaki teklifin yapılacak uygulamadan evvel projeleri, Kurulumuz veya seçeceği makamın onayından geçirilmek şartı ile uygun bulunduğunda. Bundan böyle sınıflandırmanın ve uygulamanın bu esasa göre yapılmasına karar verilmiştir. “2. Grup uygulama kötüdür. Ama hangi projeye öyle bir müdahale öngörülmüştür. Onun kararını veren Kurullar hatalıdır. Çünkü bir sınıflandırma belki bunu Allah rahmet eylesin sayın İlban Öz, Hüsrev Tayla ve ben zaman zaman diyorum ki; elim kırılsın, kalem alma safhasında çalıştım. Ama onun mantığı bu değil ki. Bugünkü uygulama değil ki. Çünkü üstünden iki kere kanun değişti. Derken, ilke kararı hazırlayıcılarının bile tanımadığı bir uygulama yolu buldu. Onun için yalnız bunu kararlarla yapmak değil, genel bir teammül oluşturmak gerekli. Araya girdim özür dilerim. Sayın Tapan, son söz sizin buyurun.

Prof. Dr. Mete Tapan

Teşekkür ederim. Şu veyahut bu, mademki bu grup kararından bahsedildi tabii bundan sonra da çıkan bir takım ilke kararları var kurulun. 1 ,2, 3, 4 , diyor ve onları da hepimiz bildiğimiz için detayına inmeyeceğim. 2.ci Grup çok açık. O bina yıkılır, diyor. Yıkıldıktan sonra aynı yerde boyutları yani gabarisi aynı kalmak koşuluyla uygulama yapılıyor. Bunu hepimiz biliyoruz. Dediğim gibi ne mekan düzeni kalmış oluyor, ne malzeme kalmış oluyor. Hiçbir şey kalmıyor, tiyatro dekoru gibi yapıyoruz ve ben bunu hep söylüyorum. Niye, aynı olduğu yerde yapıyorum. Ben bunu kalkar yeni bir binada yapsam aynı şekilde yapsam o eski eser olmuyor. Ona göre de normal vergi ödüyorum. Bina vergisi ödüyorum. Hepimiz bu 2. grup uygulamayla vergi kaçakçılığına da bir anlamda ön ayak oluyoruz demek istiyorum. Bunun kaldırılması lazım. Tabii doğrusu, demin Sinan Bey’in belirttiği gibi o zaman alınmış olan karar doğrultusunda meseleyi ele almakmış. Ama maalesef bu yanlış değerlendirilmiş ve bu yanlışa da hala devam ediyoruz. İkincisi efendim. Son söz dendi. Gene de söyleyeyim bu konu çok derinlemesine daha fazla tartışılmasında ben çok büyük yarar görüyorum. Ancak, gene onun üzerinde duracağım. Ben, parasız korumacılığın olacağına inanmıyorum. Bu devlet eliyle mi ağırlıklı olur? Yoksa, yeni bir takım ekonomik diyelim yahut da işletme modellerinde geliştirerek bunu özel sektör mü yapar? Ben bunda da tam emin değilim. Çünkü niye? Bugüne kadar özel sektöründe bu konudaki girişimlerini şu veyahut bu şekilde çok iyi biliyorum. Orada da tabii bir rant elde etme, rant kazanma var. Bunun denetimini, bütün boyutlarıyla özel sivil kuruluşlara mı devredelim? Ve bunlar bir baskı unsuru olarak ortaya çıksın ve bu arada da devlet mümkün olduğu kadar bu konuda da küçülsün. Ben buna yüzde yüz inanmıyorum. Çünkü niye inanmıyorum? Çünkü öbür tarafta da bugünkü rant ekonomisi paralelinde, turizm amaçlı ele alınan bir sürü yapının nasıl bozulduğunu da çok yakından gördüm. Burda da hep onu söylüyorum. Doğruları ortaya koymazsak, modelleri de doğru koyamayız. Bir kere bunu üzerinde anlaşalım. Ben şunu demek istemiyorum. Her şeyi devlet yapsın. Öyle bir şey dediğim yok. Ama demin bir baka mesele söyledi hocamız. Diyor ki; İmar planı yok, doğru dürüst yapılamaz. Niye yapılamaz? Çünkü o imar edilecek veyahut da planlanacak yer ile ilgili olarak bilgilerimiz eksik. Ben, maalesef Doğan Bey’in görüşüne katılmıyorum. Diyorum ki; her plan korumacı olması lazım. Doğayı koruyacaktır, topografya koruyacaktır. Başka türlü olmaz. Eğer bir eksiklik varsa, o bütün imar planları içinde bu eksiklik vardır. Koruma amaçlı imar planları içinde bu eksiklik vardır. Çünkü biz, mesela belediyede Kent Bilgi Sistemi diye bir şey kurmaya çalıştık. 3 yıldır da bunun üzerinde çalışıyoruz. İnşallah başarılı bazı adımlarımız olacak. Bundan sonraki yönetim içinde belki başlangıç veyahut da devamlılığı söz konusu olabilir. Beyoğlu’nda yayalaştırma operasyonu içinde ben, bire bir yaşadım. Soruyoruz çeşitli alt yapı kuruluşlarına nereden ne geçiyor? Mesela su, kanalizasyon vesaire. Gelen resmi yazı şu: Eh! diyorlar. Yüzeye göre 30-40 cm’den geçebilir. Nereden geçebilir? Onu bilemiyoruz, kazınca görürsünüz. Şimdi sistemler böyle, İstanbul’un büyük bir kısmı böyle gelişmiş zaten. Ama demek ki, biz Kent Bilgi Sistemi dediğimiz olayı, bir kere artık kurumsallaştırmamız lazım. Ben, her zaman diyorum eksik de olsa, şu da olsa plan olması lazım. Onun için Nazım Planı üzerinde o kadar çalıştık ve büyük ihtimalle bu ayın sonunda Meclis’e sunacağız. Çünkü amaç elde bir belge olmasıdır. O belge şu veyahut bu şekilde zaman içinde değişebilir, yanlışlar düzeltilebilir. Amaç hiçbir belge yoksa, neyi düzelteceğiz? Ama demek ki bir başlamak gerekiyor. Onu yapmaya çalıştık. Kültürle turizm konusuna da gelmek istiyorum. Her zaman da demin de söyledim. Hepsi de kamu yararında hareket edilseler dahi zaman içinde bunlar aynı noktada birleşmiyorlar maalesef. Çünkü kültürün ele alınış biçimiyle, turizmin ele alınış biçimi ve amaçları da farklı farklı oluyor. Bir tanesi çok açık ve seçik kar etmek amacıyla yapılan bir olay. Kar etmeden turizmcilik olabilir mi? Hangi şirket para kazanmadan iş yapacak? Turizm yapacak? Kızılay değil ki burası. Ama kültür öyle değil. Kültür diyoruz. Bütün toplumun malıdır. Bütün toplumun yararı için ele alınacak bir konudur. Burada, bizim toplumun yararlarını yücelten bir tavır içinde olmamız gerekir. Aksi takdirde dediğim gibi bizim doğru bir korumacılığa erişebileceğimize inanmıyorum. Gene samimiyetle söylüyorum. Para olmadığı müddetçe hiçbir şey yapılamaz. Yalnız uzman meselesi değil. Para diyorum çok esastır. Para da tek başına bir faktör değil. Bunu da söylüyorum. Ben, para para deyince, ne kadar çok paraya düşkün diyecekler. Öyle değil. Eğitim de şart diyorum, bilinçlenme de şart. Yalnız eğitim, yalnız bilinç ama para yok. O da olmuyor. Bunun ikisini, beraber götürmekte ben çok büyük yarar görüyorum. İkincisi ve yahutta son artık şunu söyleyeceğim Kurul Üyeliği. Sayın Genel Müdür Yardımcımıza bütün kalbimle katılıyorum. Kurul üyeliği anayasa üyeliği kadar önemli bir olaydır. Belki de daha da önemli bir olaydır. Çünkü siz eseri yok ettiniz mi, bir daha gerisi gelmiyor. Anayasa Mahkemesi yanlış bir karar alsa da. O nasıl olsa o değişebilir. Ama ben, bir Kurul kararıyla fizikse yapıyı veyahut da bir çevresini bir dokuyu yok ettim mi? Bir daha onun geri gelmesi diye böyle bir şey yok. Gelse dahi, yapayı gelir. Ama orijinali gelmez. Gelecek nesillere benim daha iyiyi öğretebilmem için, daha doğru kültürel verileri götürebilmem için benim eskiyi, orijinali, nasılsa o şekilde korumam gerekir. Bu konuda bir kere anlaşmamız lazım. Onun için Anayasa Mahkemesi üyeliğinden çok daha önemlidir ve ben, bu görevde 5 yıl boyunca o kişilerin sürekli çalışmasından yanayım. Gerçekten başka hiçbir iş yapmamalıdır. Sürekli çalışacaklardır ve denetimini de onlar yapacaklardır. Çok enteresandır bundan 4 sene evvel Yüksek Kurul iskân verirken son denetimi belediyeler yapsın dedi. Bu son derece eksik bir karardır. Kurul üyelerinin iskân izni verme esasında almış oldukları koruma kararının nasıl gerçekleştiğini en iyi kontrol edecekleri nokta orasıdır. Bu hakkı biz belediyelere verdik. Kanımca bu iskân izni sorunu belediyelerle birlikte yapılmalıdır. Ben, Yerel yönetimlerinde bu konuda ağırlıklı olmasından yanayım. Ama inanıyorum ki eğer demokrasiye inanıyorsak, katılımcılığa inanıyorsak Yerel Yönetimlerinde bu konuda ağırlıklı bir şekilde devreye girmesi gerekir. Çok teşekkür ederim.

Dr. Sinan Genim

Ben teşekkür ederim Sayın Tapan. İçimizde düşüncelerini ama çok kısa olmak şartıyla veya sorunlarını yöneltmek isteyenler varsa, sorularını ve düşüncelerini öğrenmek istiyoruz.

Salih İleri

Tarihi bir yapının imar planları yapılırken, kısmen yolda kaldığı gözleniyor ve bu yapının rölöve ve restorasyonu yapılarak Kurula götürülüyor. Kuruldan çıkarken, yapının bir kısmı kesiliyor. Parselasyonun ön ve arka cepheleri çok farklı. Ön cephesi örneğin 4.90, arka cephesi 2.40 gibi bir parsel. Belediyeye giden bu proje kurula gönderiliyor tekrar istikamet 3.90 daha geride daha geriden kesiyor binayı. Kurul tekrar bunu yeniden değerlendiriyor ve binayı tam istikametine getiriyor. Bu durumda binanın ön cephesi korunacağı için hiç korunmaz duruma geliyor. Çünkü gittikçe daralan bir parsele sahip burası. Böyle bir konunun korumacılıkla alakası var mı? yok mu? Ben bunu özellikle ne ile neticeleneceğini öğrenmek istiyorum. Teşekkür ederim.

Dr. Sinan Genim

Evet! Uygulamada bu böyle. Ben de uygulama yapan bir insan olarak böyle şeylere şahit oluyorum ve geliyor. Ama hiç de alakası yok bu işin. Genel tartıştığımız konunun demin sayın Emre Kongar’ın yüzbinde onbeş dedi. Bu belki milyonda bir derdi. Ama maatesüf uygulamadaki boyutu açısından çok büyük bir zamanını da alıyor Kurulların. Ayrıca söylediğiniz yalnız orda kalmıyor. Onun, Kurul önde kalsın dediği zaman bir de Belediye İmar Planı tasdik işi var ki, o işi yapmaktan daha çok zaman alıyor. Bir yapıyı yapmaktan daha çok zaman alan bir işlem. Hatadır. Düzeltilmesi, bir eş güdüm içinde yapılması gereklidir, haklısınız.

Erhan Kırca

Anıtlar Kurulu’nun artık araç filosu olarak kuvvetlendirilmesi, kontrollerini yapılması. Çünkü başka türlü başa çıkılacağını zannetmiyorum. Ekip olarak kuvvetlendirilmesi gerekiyor. Tabii bunlarda hep eleman sıkıntısını söz konusu ediyoruz ama başka türlü teknik olanaklardan faydalanması gerekiyor. İstanbul’a hükmetmek başka türlü elden gelmeyecek çünkü, başka türlü çözüm olamıyor.

Dr. Sinan Genim

Başka söz isteyen yok galiba. Günün en geç saatine kadar bizi dikkatle izleyen konuklarımıza, katkılarından dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunuyor iyi akşamlar dileği ile oturumumuzu kapatıyorum.

Yenilem Proje Danışmanlık Ticaret A.Ş. © 2024. Her Hakkı Saklıdır. Site: İkipixel

TAKİP EDİN