Zaman Çirkin Yapıların Üstesinden Gelecek...
ZAMAN İSTANBUL’UN ÇİRKİN YAPILARIN ÜSTESİNDEN GELECEK
Ulusoy Travel, 130, İstanbul, 2008, s. 120-123.
Daha çok restorasyon ve mimari projeleriyle tanıdığımız Sinan Genim, geçtiğimiz ay “Konstantinniyye’den İstanbul’a, XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi’nin Rumeli Yakası Fotoğrafları” isimli kitapta İstanbullulara önemli bir armağan vermişti. Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından yayımlanan kitap aslında bir dizinin başlangıcını oluşturuyor. Şimdilerde dizinin üçüncü kitabı üzerinde çalışan Genim ile şu sıralar her zamankinden daha popüler olan İstanbul’u konuştuk.
İstanbul son günlerde oldukça hareketli zamanlar yaşıyor. 2010 Avrupa Kültür Başkenti süreciyle birlikte kentin neredeyse hemen her köşesi yeni bir projeye ev sahipliği yapmaya başladı. Çoğu tartışma yaratan projeler İstanbul’a ve İstanbullulara ne kazandıracak, şimdiden bir yorumda bulunmak güç. Olup bitenler üzerine kafa yoran, İstanbul’u yakından izleyen yalnızca izlemekle yetinmeyip hazırladığı restorasyon projeleriyle elinden geldiğince şehrin çehresini de değiştirmeye çalışan mimar Sinan Genim bu şehre yapılabilecek en büyük kötülüğün, kontrolsüz büyümesinin önüne geçilmemesi olduğunu düşünüyor. Kökleri yüzlerce yıldır İstanbul’da olan Genim ile İstanbul’u merkeze alarak bugün pekçok tartışmaya konu olan yeni projeleri konuştuk.
Ulusoy Travel: Bir makalenizde “Bu şehre uzaktan izleyerek aşık oldum” demişsiniz… İstanbul’un özel bir şehir olduğunu ne zaman keşfettiğinizle başlasak…
Sinan Genim: “Bizim Yakanın Öyküsü”dür makalemin adı. Orada şöyle derim; “Biz ona yüzyıllar boyu karşıdan baktık.” Uzaktan izleye izleye İstanbul’a aşık oldum ben. Kuzguncuk’ta doğdum, büyüdüm. Köklerim yüzyıllardır orada. Kuzguncuk’un Topkapı Sarayı’ndan başlayarak Rumelihisarı’na kadar uzanan geniş bir perspektifi vardır. Çocukluğumdan beri ne kadar özel bir şehirde yaşadığımın farkındayım. Kuzguncuk o yıllarda şehirle pek organize bağları olan bir yer değildi; şehrin bir mahallesi, köyü gibiydi. Çocukluğumda şehre gitmek bizim için apayrı bir telaş kaynağıydı. Bir hafta evvelinden başlardı hazırlıklar.
Ulusoy Travel: Bir zamanlar yaşantısıyla, görüntüsüyle hayranlık uyandıran o şehre bugün baktığımızda daha çok çirkin yapıları görüyoruz. Bugün üretilenler şehrin kimliğine yeni bir şey katmadığı gibi var olanları da gölgeliyor…
Genim: İstanbul’a gelen her uygarlık yeniden yaratmış bu şehri. Bugün yapılan koca gökdelenler herkesi hayrete düşürüyor. Şaşılacak bir şey yok, ne yazık ki bugün sahip olduğu kültürle ancak bu kadarı yapılabiliyor. Üzerinden zaman geçecek 50 yıl 100 yıl gibi ve bunların içinde şehre ait olmayanlar yıkılacak. Eskiden beri böyle olmuş, şehre yakışan ve onu yücelten yapılar devam etmiş, diğerleri kaybolmuş. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, geçmişten bize kalanları doğru değerlendirmek. Hemen hepsini olduğu gibi korumak mümkün değil ama tahribata dikkat etmemiz gerekiyor. Geçmişten kalan her türlü yapının öncesinde insan var. Bu yapılar insan yaşamını zenginleştiriyor, onların yaşamına hem ekonomik hem kültürel açıdan katkıda bulunuyorsa devamlılığı sağlanabilir. Ancak öncelikli olan insandır. Geçmişten bugüne gelen yapılar da çeşitli onarımlar eklemelerle bugüne gelmiştir. İlk yapıldığı gibi bugüne erişmeleri mümkün değildir. Her gelen üstüne bir şey koymuştur; kendi kültürüne, ekonomik gücüne, dünya görüşüne uygun olarak. Eğer Ayasofya’ya Sinan müdahale edip te gerekli düzenlemeleri yapmasaydı belki bugün Ayasofya olmazdı. Bu konuda Turgut Cansever’in bir sözü var, “Bugünkü korumacılar bugünkü şekilde var olsalardı ben Karatepe Açık Hava Müzesi’ni korumak için uluslararası ödüller de alan o yapıları yapamazdım.”
Ulusoy Travel: Katı bir korumacılık anlayışı olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Genim: Tarım toplumlarının dayak ve korku kültürü içinde büyümüş sözde entelektüelleri toplumu hemen her konuda korkutmayı marifet sayar. Bugün korkunun hakim olduğu bir korumacılık anlayışı var. Aman bir şey yapılmasın yanlış olur diyorlar. Yanlış da olabilir düzeltilir ama hiçbir şey yapılmamasını istemek, bunu büyük bir korku şeklinde sunmak insanları paralize eder, hiçbir şey yapamaz hale getirir. Hâlbuki biz bunları yapa yapa öğreneceğiz, daha iyisini de gelecek kuşaklar yapacak. Ama her şeyden önce tüm bu yapılanlar insan yaşamını şenlendirecek, zenginleştirecek. Geçmişten kalan her şey bugünün insanının hayatına katkıda bulunduğu ölçüde değerlidir. Bakıyorsunuz bir ören yeri; hayat sefalet içinde, 30 yaşındaki kadınlar 70 yaşında görünüyor. Biz o zenginliği sermaye olarak kullanıp bugün yaşayanların hayatını iyileştiremiyorsak, onlar zaten bin senedir böyle yaşıyor deyip yaşayan insanları bin yıl öncesinde gibi yaşatıyorsak bu bizim insanlığımıza da hocalığımıza da sığmaz. Bunun korumacılıkla alakası yoktur.
Ulusoy Travel: Söz korumacılıktan açılmışken acaba Bizans eserlerine karşı biraz daha mı kayıtsızız? Son dönemde İstanbul’da gerçekleşen çalışmalar pek çoklarında Bizans eserleri sistematik olarak yok mu ediliyor kaygısı yaratıyor…
Genim: Açıkçası Bizans diye bir tabiri sevmem, mümkün olduğu kadar kullanmamaya dikkat ederim. Bizans tabiri XVI. yüzyılın sonlarında uydurulmuş bir sözcüktür. Fatih Sultan Mehmet “Roma İmparatoruyum” der kendisi için. Roma İmparatorluğu 330’da Pagan Roma’dan Hıristiyan Roma’ya dönerken başkentini İstanbul’a taşımıştır. 1453’te de Hıristiyan Roma Müslüman Roma olur. Ancak bu Batılıların pek hoşuna gitmez ve Bizans derler. Biz gerek İstanbul, gerekse Anadolu’daki çeşitli kültürlerin mimari mirasına çok özenli bir davranış içinde miyiz ki, sözde Bizans yapılarını tahrip ediyoruz. Hayır, elimizden gelen bu. Özellikle bu konuda karar verici kurumlarda görev yapanların neredeyse tümü bu yapıların onarılarak insan yaşantısını zenginleştirmesine, onların birer sermaye olarak hayatımıza katkı sağlamasına karşı. İnsanların zenginleşmesine ve hayatının şenlenmesine katkısı olmayan bir faaliyetin sonucu da işte budur. Artık devlet para versin biz bildiğimizi yapalım, entellektüel tatmin yaşayalım felsefesinin sonuna gelindi. Bu yaygarayı eski düzenin devamını sağlama çabası olarak görüyorum. Selçuklu yapılarına, Osmanlı kültürel mirasına karşı çok mu duyarlıyız ki Bizans’ı tahrip etmekle suçlanıyoruz. Anadolu kültür mirasının en önemli yapısı olan Divriği Ulu Camii acaba ne durumda diye kimse merak ediyor mu? UNESCO, medya niçin bu yapıyı hiç gündeme getirmiyor? Çünkü popüler değil, gözden uzak. Biz bu yaygarayı daha önce Zeugma, Kızkulesi ve benzeri pek çok yapıda da yaşadık. Eskilerin bir deyişi vardır: “Bu da geçer yahu”.
Ulusoy Travel: İstanbul’un kültürel mirasına yeterince sahip çıkılmadığını düşünenler arasında UNESCO da bulunuyor. Hatta bu nedenle İstanbul’un Dünya Kültür Mirası Listesi'nden çıkarılması da söz konusu…
Genim: UNESCO kızacak, bizi dünya kültür mirasından çıkaracak. Çıkarabiliyorsa çıkarsın çünkü bizimkilerin fark etmediği çok önemli bir şey var. İstanbul kültürel turizme çok uygun bir şehirdir ve potansiyeli Paris, Londra, Venedik’le yarışabilecek düzeydedir. İstanbul’a çeki düzen vermek, şehre ait kültürel varlıkların hayata kazandırılması ve şehre ekonomik bir girdi olarak geri döndürülmesi o insanların çok da işine gelmez. Çünkü İstanbul her anlamda zengin bir şehirdir; yemek kültürü, eğlencesi, doğasıyla… Ama bizdeki birkaç kişi bu gerçeği algılayamadığı, anlamadığı için bas bas bağırıyor. İstanbul içinde milyonlarca insanın yaşadığı bir şehir, arkeolojik bir park değil, mevcut ile gelecek arasında bir uzlaşma yaratmak zorundayız.
Ulusoy Travel: İstanbullunun tarihi ve kültürel mirasa karşı tavrını nasıl buluyorsunuz? Biliyoruz ki yaşadıkları şehri gezip görmeden ölen insanlar var…
Genim: Ne yazık ki bizim insanımız öylesi bir korku içinde ki hemen hiç bir şey onu heyecanlandırmıyor. Anadolu’dan kimse kutuplara gitmez, yelkenle dünyayı dolaşmaz, Everest’e çıkmaz, çünkü korkar. Daha yeni yeni duyuyoruz böyle haberleri. Oysa bugün çağdaş dediğimiz toplumlar 500 yıldır bu faaliyetleri yapıyorlar, yeni ufuklar keşfediyorlar. Bizim aciliyetle cesur, düşündüğünü söyleyebilen, yaşadığı yere sahip çıkan, uzlaşı ortamı sağlayan insanlara ihtiyacımız var.
Ulusoy Travel: Yani İstanbullular da yaşadıkları şehrin yönetimine katılmalı, söz söylemeye hakları olduğunu bilmeliler…
Genim: Evet, İstanbullular yaşadıkları şehirle ilgili söz söyleyebilmeliler. Karar vericilerin de, herkesin söz söyleme ve yönetime katılma hakları olduğunu göz önüne almaları gerekir. 21. yüzyılda yaşıyoruz, dünyanın gelişim hızının gerisinde kalmamalıyız. Bu şehir büyüyor, nüfusu 15 milyona dayandı. Gerçekten aydın insanlar bu şehrin sorunlarını konuşmalı. Bakın bugün göç alan tek şehir İstanbul değildir, Atina da Londra da aynı sorunları yaşıyor. Ama yöneticiler tedbir almaya çalışıyorlar. Yeni gelenleri şehre entegre ediyor, yeni iskân alanları açıyorlar.
Ulusoy Travel: Bizdeyse İstanbul için yaratılan tek çözüm projesi yeni gelenleri engellemek üzerine kurulu…
Genim: Hayır böyle bir şey olamaz. Sen koşa koşa, öncelikle gelip yerleştin şimdi yeni gelenleri istemiyorsun. Nerede peki insan hakları? Bizim artık yeni şehirler oluşturmamız gerekiyor. O zaman da ormanlık alanlar elden gidiyor, sazlıklar kuruyor, tarım alanları azalıyor diye ağlayan bir goy goycu takımı var. Kimse bir çözüm önerisiyle gelmiyor. Ortada bir gerçek var, o da bu şehrin gün geçtikçe büyüdüğü. Ben diyorum ki bir milyon kişiyi Kilyos’taki kömür ocaklarının bulunduğu yere yerleştirelim. O bölgeye uçaktan bakın adeta bir yangın yeri gibi görünüyor. Orasını iskâna açıp modern bir yerleşim haline getirmeliyiz. Hemen herkes karşı çıkıyor. Çözüm öneriniz ne, cevap yok. Şehrin arka mahallelerinde, çeperlerinde yaşayan insanların hayat şartlarını iyileştirmeliyiz. Bu bizim ülkeye ve yaşayanlara borcumuz.
Ulusoy Travel: Son dönemde büyük tartışma yaratan Sulukule Projesi de bir bakıma böyle bir iyileştirmeyi mi amaçlıyor?
Genim: Sulukule bu şehrin downtownlarından biri. Orada yer alan binaları görseniz hepsi yıkıntı halde. Çocuklar yalın ayak, insanlar perişan. Bölgeyi düzenliyorlar. Gerçek mal sahiplerine konut veriyor, kiracıları uygun vadeli konutlara yerleştiriyorlar. Şimdi bir başka grup da oraya toplandı, bağırıyor. Ama bunlar orada ne mal sahibi, ne kiracı. Bir başka grup da bağırmak için bağırıyor. Düzenli bir mahalle oluşunca bazı gayri yasal faaliyetler ortadan kalkacak. Fakir fukara edebiyatı yapılmasın, orası söylendiği gibi 500 yıllık bir yapılaşma değil, 19. yüzyıla kadar bağlık bostanlık bir alandır. 1600’lü yıllardaki haritalara bakılırsa o bölgede değirmenlerin olduğu görülür. Evler yıkılmasın diyenlere, bugünkü şartlarda orada bir ev verin bir gün yaşasınlar bakalım yaşarlar mı?
Ulusoy Travel: İstanbul 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti ilan edildi… Sizce bu karar İstanbul’a ve İstanbullulara ne katacak?
Genim: Açıkçası İstanbul biraz da zorla kültür başkenti ilan edildi. Avrupa’nın pek çok uyduruk kasabasından sonra İstanbul’u başkent yaptılar. İstanbul gibi bir şehirden bahsediyoruz, biz bu kategorinin üstündeyiz diyemedik. Acınacak bir durum. Olimpiyatlar, her türlü uluslararası etkinlik kente ve kentlilere fayda sağlar. Şehre çekidüzen verilir, dış kaynaklar gelir. Ancak iki yıl kaldı, sponsorluklar, kanuni düzenlemeler derken zaman geçti. Bakalım ne olacak.
Ulusoy Travel: Kökleriniz yüzlerce yıldır İstanbul’da. Bu şehirdeki mimari ve estetik yoksunluk, her geçen gün artan kalabalık aslında en çok size acı veriyor olmalı. Oysa şehirdeki hızlı değişimi sakin karşılayabiliyorsunuz…
Açıkçası 10 sene önce bu kadar sakin değildim. Ancak ben diyorum ki zaman tüm çirkinliklerin üstesinden gelecektir. Eğer değişimden korkanlar 1480’li yıllarda yaşasalardı eyvah Roma’nın İstanbul’u gidiyor diye ağlayacaklardı. Mimar Sinan Şehzadebaşı’nı, Süleymaniye’yi, Beyazıd Camii’ni, Sultanahmet’i, diğer tüm anıtsal yapılarını hep bu dönemde yapmıştır. Yine XIX. yüzyılda Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi ve Çırağan sarayları yapılmıştır. Evet şehir hırpalanıyor ama kötünün sonsuza kadar devam etmesi mümkün değil. Ancak bugüne baktığımızda Cumhuriyetimiz 100. yaşına yaklaşıyor ve dünyaya örnek tek bir yapımız yok.
Ulusoy Travel: Bu durumda sizce mimarların da bir payı yok mu?
Genim: Bir ülkenin mimarisi, resmi, heykeli, sanatı devletin talebiyle gelişir. Dünyanın var oluşundan beri en büyük alıcı her zaman devlet olmuştur. Bu ülkeyi yönetenlerin kültürel seviyesi neyi yeğliyorsa mimari de, sanat da o düzeyde gelişir. Mimarın ne suçu var. Şehirlerin bu oluşumunda en az suç mimarlara aittir. Şehirlerin imar planlarını bu işten hiç anlamayanlar yapıyor. Bütün kurallara uyacak olsak ortaya estetik yoksunu, çirkin binalar çıkar. Mimarlık güzel sanatlar ürünüdür, resim gibi, heykel gibi. Kanunla resim yapılır mı? Mimarlık da yalnız teknik çerçeve olması gerekir. İyi mimar zor yetişir. XVI. ve XVII. yüzyıllarda Boğaziçi’nin kıyı boyunca görülen yapılarını da hemen yapmadık. Yüzlerce yılda gelişen bir kültürün, geleneğin, dünya görüşünün getirdiği bir şeydi bu. Günümüzde betonarme kullanımını geliştirip, onu bir estetik yapım aracı haline getirmede güçlük çekiyoruz. Çünkü gerçekten beceri sahibi olan insan sayımız çok az.
Ulusoy Travel: Son olarak İstanbul’un hafızasına armağan ettiğiniz bir diziden söz etmek istiyorum: Konstantiniyye’den İstanbul’a kitabı...
Genim: “Konstantiniyye’den İstanbul’a, XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi’nin Rumeli Yakası Fotoğrafları” Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından yayımlandı. İki ciltlik bir kitap, aslında bir serinin başlangıcı. İstanbul’un ilk fotoğraflarından oluşan dizi, muhtemelen yine ikişer ciltlik kitaplar halinde Boğaziçi’nin Anadolu yakası, Suriçi [Eski İstanbul], Surdışı ve Beyoğlu şeklinde devam edecek. Şu an Anadolufeneri’nden Haydarpaşa’ya kadar olan Anadolu yakasını yazmakla meşgulüm. Çok ciddi araştırma gerekiyor, neredeyse mimarlığı bir tarafa bırakıp çalışmaya koyuldum. Mevcut fotoğrafları bir mimar gözüyle okumaya çalışıyorum. Bu şehre borçlu olduğumu düşünüyorum, bir anlamda borç ödemek yaptığım iş...